Demek Risale-i Nur, ehl-i dünya dinsizlerine çok dehşet vermiş ki, dünyalarına karışmadığım halde bu tazyikatı yapıyorlar. Her neyse... Hiç unutamadığım sebatkâr, ciddî kardeşlerime, hususan ikinci vatanım Barla’daki vefadar sıddıklara pek çok selâm ve dua ederim. Binler hasret ve iştiyakla sizleri düşünen ve her yirmi dört saatte belki yüz defa duayla tahattur eden ve duanıza muhtaç olan,
Said Nursî
Evet Üstad böyle sesleniyor;
Küçük bir zaman yolculuğu yaparak Cem Mert 'in yazısına bir göz atalım şimdi...
19.yüzyılın sonlarına gelindiğinde Batı medeniyeti tüm yerküre üzerinde iktisadi ve siyasi hâkimiyetini kurmuştu. İlerlemeci ve işgalci Batılı güçlerin tükenmez iktidar mücadeleleri dünyayı kaçınılmaz bir paylaşım savaşının eşiğine getirmişti. Batı uygarlığının insanlığı sürüklediği çıkmaza tepki olarak;
Kierkegaard 1846’da Korku ve Titreme’yi,
Marx 1867’de Kapital’in birinci cildini,
Nietzsche de 1885’te Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü yayımladı.
Bu alt-üst oluşlarda en büyük felaketler şüphesiz Batı dışı toplumların ve özellikle de İslam dünyasının başına geldi. İslam dünyası sömürü, işgal ve parçalanmaların ötesinde medeniyet fikrini ve iddiasını kaybetmekle karşı karşıya kalmıştı. Bediüzzaman Said Nursi 1877’de Bitlis’te işte bu “helaket ve felaket” zamanında doğdu, ömrünü İslam coğrafyasında yaptığı maddi-manevi yolculuklarla geçirdi. Kendi deyişiyle çekmediği cefa, görmediği eza kalmadı. Acı ve çileyle destanlaşan yaşamının en büyük meyvesi Risale-i Nur külliyatıydı.
‘Yüz binlerce insanı uyandırdı’
Bediüzzaman Risale-i Nur külliyatıyla yeni bir çağ açarak geçmiş ile gelecek arasındaki bağı kurabilmeyi başarmıştı.
Cemil Meriç;
Bu Ülke’de “Said, dağ başında vaaz eden bir mürşit. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın. Nass’ların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, tarihin içinden geliyordu. Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı.” der onun için. ve devam eder;
Bediüzzaman ve eserlerine olan alakasızlığımızın ise tam bir yüz karası olduğunu söyler.