Huseyni
Müdavim
Yedi düvelde yediden yetmişe “yedinci söz” dersleri
Medya marifetiyle, Avusturya’ya, bize kadar ulaşan habere göre, Eskişehir’de bir lisede bir İngilizce öğretmeni, kaynağı Said Nursî’ye dayanan bir suali öğrencilerine sormuş. Bir medya grubu buna çok önem vermiş, tâ meclise kadar taşıtmış.
Bu suâlin kaynağı olan Yedinci Söz, neden söz edermiş? Bu söz, Said Nursî’ye ait hangi kitaptaymış? Bu kitap nasıl bir kitapmış, hangi tarihte nasıl tamamlanmış? Türkiye’de ve dünyada bu kitaba duyulan ilgi ne ölçüdeymiş? Orijinali Türkçe olan bu kitap başka kaç dile çevrilmiş? Bu kitabın, kutsal kitabımız Kur’ân’la irtibatı neymiş? İngilizce öğretmeni bu dersi ingilizce mi işlemiş, suâlini de ingilizce mi sormuş? Öğrencilerinin İngilizce başarısı hangi düzeydeymiş? Bir İngilizce öğretmenini böyle iman ve ibadet meselesine sevkeden saik neymiş?
Bütün bu sorular havada kalmış, haberi yapan medya grubu sadece bir soruya, sorunun kaynağına, Said Nursî’ye kafayı takmış. Halbuki onunla uğraşılamıyacağını, ona kafa tutulamıyacağını zaman gösterdi. Onunla uğraşanların akibetleri vahim oldu. Bu büyük maneviyat adamını hiç bir güç yolundan çeviremedi. “Allah” dedi, “Kur’ân” dedi, “Peygamber” dedi, meydan okudu. Hiç kimseden yardım istemeden, talebelerini ve sevenlerini işe karıştırmadan, tek başına meydan okudu. Sürgünler, hapisler, zehirlemeler ve idam sehpaları onu yıldıramadı. Sürgünde iken, onun ata binip biraz gezinti yapması bile mesele oldu, ondan korkanları ürküttü, alarm verildi, ordu teyakkuza geçirildi, uçaklar üzerinde uçmaya başladı..
Onun naşından bile korktular. Kabrinden çıkarıp meçhule götürdüler. Halbuki ondan korkmak anlamsız, onunla uğraşmak beyhudeydi.. Nura, ışığa kim zarar verebilirdi. Dünyanın bütün topları, silâhları, atomları birden güneşe savrulsa, güneşe zarar verir miydi?
Onun korkulacak insan değil, kulak verilecek insan olduğu hâla anlaşılmadı mı ? O, Allah’ın nuruyla, Kur’ân’ın nuruyla baktı, kâinat kitabını okudu, yazdı. “Yazdıklarımda üstâdım Kur’ân, kitabım kâinat, muhatap nefsimdir” dedi. Yazdıkları da ışık saçıyor, ilim saçıyor.
O, insanlık için çalıştı, millet için çalıştı. “Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir” dedi. O, bizi düşündü, bizim için dua etti, bizim için ağladı. 1935’de Eskişehir hapishanesinin penceresinden, karşısındaki lisenin avlusunda oynayan kızların elli sene sonraki akibetlerinin manevi bir sinema ile ona gösterilmesi, onu ağlattı. Kendisi, “hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler, geldiler” dediğine göre, demek ki hıçkırarak sesli ağladı. Onun ağlamaları, onun duaları Denizli hapishanesinde kitaba dönüştü. Bu kitap, akibetlerine ağladığı liseli kızların da, belki ömürlerinin bir safhasında ellerine geçti, belki onlardan da kurtulanlar oldu.
Kur’ân’dan onun kalbine gelen ve onun sürgün ve hapis yıllarının mahsûlü olan bu kitaplar, artık bütün dünyada okunuyorsa, tezlere, araştırmalara konu oluyorsa, dünyanın bazı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutuluyorsa, yediden yetmişe her kesimden insanlar bu hakikatların etrafında pervane oluyorsa, şimdi Eskişehir’in bir lisesinde bir öğretmen, öğrencilerine bu meyanda bir ders vermişse, yadırganacak hiç bir yanı olmamalıdır.
Şimdi burada olmuş bitmiş bir meseleyi kaşımak niyetinde değilim. Ne malum lise, ne bizce meçhul öğretmen meslektaşım, ne sızdıran zihniyet, ne azdıran medya cinsi ve ne de meclise taşıyan partili hakkında yorum yapacak da değilim. Yedinci Söz’ün temsilinde ve hakikatında, yukarda kısmen nazara verdiğim fertler, zihniyetler ve hadiseler yerli yerini alıyor zaten..
Bir kere insan olarak her birimiz, talimterbiye ve imtihan yeri olan bu dünyada, Yedinci Söz’deki temsilde nazara verilen o “çaresiz asker” durumundayız. Yani: Önümüzde ölüm, arkamızda ecel, sağ ve solumuzdan bizi kuşatan acizliğimiz ve fakirliğimiz. Bununla beraber ruhlar aleminden tâ ebediyete uzanan bir yolculuk. Bu hakikatın idrakinde olan her insan, “Ben kimim, nereden gelip nereye gidiyorum, bu dünyada işim ne?” sorularını kendine sorup cevabını bulmadan duramaz. Hiç bir şey yokmuş gibi, yan gelip yatamaz. Bu soruların gerçek cevaplarını bulup, gerçek huzuru yakaladıktan sonra, başkalarının da aynı huzura kavuşmasını ister. Mutluluğu ve zevki; Allah’ı tanımamada, ahireti ve akibeti düşünmemede arayanlara acıyarak, onların da gerçeği görmelerine çalışır. Deve kuşu gibi başını kuma sokup, avcıyı görmemekle avcıdan kurtulacaklarını zannedenlere yardımcı olur. Onları gerçek huzura davet ederken, haliyle onların sahte huzurlarını da kaçırmış olur. Halbuki o, Yedinci Söz’ün temsilindeki “Hızır gibi hayırhah”tır. Bu da yediden yetmişe herkese nasip olabilir. İlla da ilahiyatçı, hoca, din adamı olması da gerekmez. Çocuk olur, genç olur, ihtiyar olur. Kadın olur, erkek olur. Ve işte Eskişehir’deki bir İngilizce öğretmeni olur.
Ama işin içinde, Allah korusun, Yedinci Söz temsilindeki yaralı askerin sol tarafından peydahlanan şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı bir adam olmak da vardır. Bu da toplumun her kesiminden olabilir. Fert olur, grup olur, kurum olur. Veya medya grubundan bir site olur, sol taraftan şöyle seslenir:
“Hey arkadaş! Gel, gel. Beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim. (...) Hazır keyfimizi bozmayalım. (...) Alkış zamanıdır. (..) Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lazım.”
Bir başka Risale sitesi, veya bir yazar ya da böyle bir gazete de, soldaki o siteye sağ taraftan şöyle seslenir:
“Eğer ölümü öldürüp, kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle, dinleyelim. Yoksa sus!”
Mikail YAPRAK
25.06.2009
Yeniasya
25.06.2009
Yeniasya