Meryem Orucu

muvafýk

Member
MERYEM SÛRESİNİ her dinleyişimde, bir hayret ve hayranlık okyanusu beni karşılar. Sûrenin âyet âyet örülmüş eşsiz belagatı, bir mest oluş duygusu yaşatır iç dünyamda.

Sûrenin adı Meryem’dir gerçi, ama “Rabbinin kulu Zekeriya üzerindeki rahmeti”ni anmakla başlar. Bu, başlıbaşına bir hayret konusudur; ve insan, Meryem ismindeki sûrede neden Zekeriya’nın anıldığını düşünürken, yeni yeni âyetler iner dünyasına.

Zekeriya bir peygamberdir. Hem de çok yaşlı bir peygamberdir. Hanımı da kısırdır. Çocukları yoktur. Zekeriya (as) gizli gizli Rabbine nida eder. Ondan hayırlı bir evlat ister.

Ve bir gün Cebrail gelir, Zekeriya’yı bir çocukla müjdeler. Hayırlı bir çocukla. Çocuğun adı bile konulmuştur; bu çocuk Yahya adını alacaktır. Bu adla, Hayy-ı Kayyûm olan Zâtın hayat vericiliğinin, hayat vermek için sebeplere mahkum olmadığının, isterse yaşlı bir baba ve kısır bir anneyi de çocuk sahibi kılabileceğinin ap açık bir delili olacaktır.

Zekeriya (as) sevinir ve şaşırır. “Hanımım kısır” der. “Ben ise, ihtiyarlığın son haddine varmış bulunuyorum.” Cebrail “Dediğin gibidir” der. Ardından, melekût diliyle, ekler: “Rabbin buyurdu ki, bu işi yapmak Bana kolaydır.”

Yahya doğar. İtaat ve merhamet örneği güzel bir kul olur. Peygamber olur.

Meryem sûresi, işte Zekeriya’nın bu gizli duası ve de Yahya’nın hayat serüveni ile başlar. Bunun, “Meryem” kıssası ile ilgisini bulmak, ilk anda gerçekten zordur. Oysa, Rabbimiz, bu ilk kıssayla, bizi asıl kıssaya hazırlar. Zekeriya kıssası, Meryem okuluna bir hazırlık dersidir sanki. Bu ilk dersle, Hâlik-ı Kerîmin hep belli bir yaştaki, belli özellikleri taşıyan anne-babalardan çocuk yarattığını gören; o yüzden, küçük bir dikkatsizlikle Onu yaratışı için bu yaşa, bu özelliklere mecbur ve mahkum zannetmesi muhtemel olan bizlere, bir uyarı yapılır. Hikmeti gereği, insanı belli bir düzen içinde, belli bazı sebepler dairesinde yaratan Rabbimiz, o düzenin, o sebeplerin mahkumu değildir. İsterse, bize imkânsız geleni de mümkün kılar. İsterse, hikmeti de iktiza ederse, çok yaşlı bir baba ile kısır hanımını da çocuk sahibi kılabilir. Bu iş Ona kolaydır; çünkü o Kadîr-i Mutlak’tır; kudreti de, iradesi de mutlaktır.

Zekeriya kıssası ile zihinlerimiz işte bu gerçeğe uyanır. Bu esnada, Meryem kıssası geliverir. Kısır bir anne ile çok yaşlı bir babadan çocuk yaratan Hayy-ı Kayyum, bu kez, kulu Meryem’i “babasız bir oğul”la müjdeler. Kısır ablası ile yaşlı eniştesi Zekeriya’nın bir evlat sahibi kılınışını görmüştür Meryem. Ama, “babasız bir oğul” denilince, “Nasıl olur?” diye sorar: “Bana bir insan dokunmadı ve ben iffetli bir kimseyim.” Cebrail, melekût dilinin berraklığıyla, Meryem’e, eniştesi Zekeriya’ya dediğini tekrarlar. “Dediğin gibidir” der. İlave eder: “Rabbin buyurdu ki, bu işi yapmak Bana kolaydır.”

İsa da doğar.

Ancak, dünyası “sebepler dairesi”nden ibaret olanlar, bunu anlayamazlar. Bir atımlık sudan bir kudret harikası yaratılışından ders almamışlardır. Dahası, aynı kudret harikasının, çok yaşlı bir baba ile kısır anneden de yaratıldığını görmüş; yine ders almamışlardır. Hâlâ insanı yaratanın Hâlik-ı Zülcelâl olduğunu; ve Onun mutlak kudret sahibi olduğunu anlamış değillerdir.

Ortada, sebeplerin âcizliğini belgeleyen bir mucize vardır. Oysa onlar, kendi akıllarınca, bilakis ortada kötü bir fiil olduğuna inanırlar. Meyveyi ağaçtan, çocuğu babadan bildikleri için; sebeplerin ardındaki Müsebbibi ve de Onun sebeplere mahkum olmayan bir Kadîr-i Mutlak olduğunu bilmedikleri için, iffet timsali Meryem’i kötü bir fiil işlemekle suçlarlar.

Aslında, asıl suçlanan Meryem’den başkasıdır. Meryem yalnızca iffetsizlikle suçlanmıştır. Oysa Rabbimiz, bir çocuk yaratmak için sebeplere muhtaç olmakla, bir “baba”ya muhtaç olmakla, mutlak kudreti ve mutlak iradesi olmamakla suçlanmaktadır.

Rableri bir atımlık sudan insanın yaratılışındaki dersi alamayanlara bir mucize daha, sonra daha büyük bir mucize daha göstermiştir. Ama bu bağnaz esbabperestlerin kılı bile kıpırdamamıştır.

Aksine, Meryem’e yine aynı kafayla giderler. Ona, temiz bir ailenin evladı iken nasıl böyle bir kötü fiili işlediğini sorma küstahlığını sergilerler. Küstahtırlar; çünkü, Meryem’i dinlemeden mahkum etmişlerdir. Yanılanın kendileri olabileceğini ise asla akıllarından geçirmiş değillerdir.

Meryem, tek kelime dahi söylemez. Cevap vermez. Bu, Rabbinin emridir. Cebrail, kavminin bu sorularına karşı, Rabbinin “savm” emrini bildirmiştir. Savm, yani oruç. Açıkçası, Rabbimiz bu olayı sebepler dairesi içinde izaha kalkışarak kendisine soru yöneltecek olanlar karşısında, onun susmasını istemiştir. Zaten, en açık bir mucizenin bile taassuplarını bozamadığı bağnaz münkirlere ne denilir ki?

Bu susmanın, Kur’an’da “savm” diye, “oruç” diye ifade edilişi, orucun yeme-içmeyle sınırlı olmadığı mesajını da taşır. Rabbi adına, belli bir vakitte birşey yememek oruç olduğu gibi; belli bir zaman ve yerde, Rabbimiz adına konuşulmayan bir zaman ve yerde susmak da oruçtur. Mülkün ardında melekûtu, sebeplerin ardında Müsebbibi görmeyen; şu dünyayı Baki olan Rabbimizi bildiren ve tanıtan bir ayna kılamayan insanların esbabperest mantığına müdahil olmamak da bir oruçtur.

Meryem’in orucu budur.

Hz. Meryem, bu orucu tam anlamıyla tuttu. Rabbini tanımayan, Onun kudret ve iradesini mutlak görmeyen, sonucu “sebepler”e veren insanlara karşı konuşmadı. Konuşamazdı da. Çünkü, onu anlamaya yetecek ne niyetleri, ne de anlayışları vardı. Dünyaları, imanî bir sorgulamaya razı olamayacak kadar dardı.

Annesi yerine, beşikteki bebek konuştu. Babasız bir çocuk düşünemedikleri için annesini iffetsizlikle suçlayanlara, Rabbinin sebeplere mahkum olmadığını o halde konuşarak bilfiil gösterdi. Çocuğu anne-babayla yaratan, bebeği belli bir yaşa geldiğinde konuşturan Rabbin ne çocuk için babaya, ne o çocuğun konuşması için zamana muhtaç olmadığını bilfiil belgeledi. “Muhakkak ki,” dedi, “ben Allah’ın kuluyum.”

Bu sûrenin hadsiz denizindeki nurları kendi akıl kepçemize doldurmaya takatimiz yok. Fakat, bu kıssanın verdiği, nurlanmış her aklın, akleden her kalbin göreceği ap açık bir gerçek var: Dünyamızı dünyevîliklerden, sebeplere takılıp kalan konuşmalardan temizleyebilsek, tertemiz bir ruhla yaşayabilsek, herşey gerçek yüzümüzle karşımıza çıkacak. Konuşmaz sanılanlar konuşacak. Vukua gelen her bir olay, yaratılan her bir mahluk bize kudreti sonsuz bir Hayy-ı Kayyumu fısıldayacak. Bize kulluğunu, ve de kulluğumuzu hatırlatacak.

Yeter ki “Meryem’in orucu”nu biz de tastamam tutalım. Yeter ki, bid’aların hâkim olduğu; gündelik konuşmaların, eş–dost ziyaretlerinin, gazete haberlerinin kulluğumuzu hatırlamaya değil, bilâkis unutmaya vesile olan konuşmalarla dolduğu bir vasatta, “susma”nın da bir “oruç” olduğunu bilelim. Midemizi Rabbimizin emrine göre “oruç”a tâbi tuttuğumuz gibi, dilimize de “Ya hak söyle, ya sus” orucunu tutturalım.

Biz gaflet sözlerinden dilimizi ne denli kurtarırsak, etrafımızdaki mahlukat bize o denli konuşacak. Biz gaflet sözlerinden ne denli uzaklaşırsak, konuşmaz zannedilenler bile, bize Rabbimizi fısıldayacak.

Tıpkı, “Meryem’in orucu”na karşı, bebek İsa’nın dile gelişi gibi…


© 2007 karakalem.net, ALİ MERMER, METİN KARABAŞOĞLU
 
Üst