Mogolistan da Nurlu Muminler

Sergerdan

Well-known member
Size Moğolistan’dan bahsedeceğim. Hayalî değil; yaşanmış ve halen yaşanmaya devam eden bir şeyleri hikâye etmeye çalışacağım. Burada, bir zamanlar medenî dünyayı kana bulayan Cengiz’in torunları yaşıyor. Burası ayni zamanda eski çağların en bilgelerinden sayılan Bilge Kaan ve Tonyukut’un da ülkesi. Orhun Abideleri burada dikilmiş; hâlâ, asırlardır unutulmayan, değerini kaybetmeyen nasihatlerini, dünyaya anlatmaya devam ediyorlar.



Yakın zamana kadar buralarda komünizm hakimdi. İnsanlar hür değildi. Din afyon gibi telakki edildiğinden, insanlar inanma ihtiyaçlarını doğru yollardan gerçekleştirme imkanlarına sahip değildi. Fetret hakimdi. İnşâllah bu sebeple sadece O’nu bulmak kafi idi. Yaratıcının varlığını bilmek bile o beldenin temiz ruhlarının kurtulması için inşâllah yeterli idi.


1994 yılında 83 yaşında vefat eden Kazak, Tilek Dede, Moğolistan’ın Doğu Türkistan yakınlarındaki bir şehrinde, küçük bir köyde yaşamış. Beslemeye çalıştığı bir kaç koyunuyla, Altay dağlarının şiddetli ayazlarına katlanarak geçinmeye, ayakta durmaya çalışan Tilek Dede, şükretmesini fıtrî olarak bilen, mesut bir insanmış.



Bilge Kaan ve Tonyukut’un ülkesinde, Orhun Abideleri’nin zemininde bulunması, yaşaması sebebiyle olsa gerek yıllardır içini kemiren, onun saadetini mahveden hisler vardı ve ondan bir türlü kurtulamıyordu. Dedelerinden duyduğu yaratıcı, Allah var mıydı ? Varsa nasıldı ? Dedesinin dediği gibi her şeyi yaratan O ‘muydu. Ama neden torunu okulda başka şeyler öğrenip geliyordu. Yoksa O’nu öğretmek istemiyorlar mıydı. Eskiden, onun dedesi zamanında inanan bir çok insanı neden öldürmüşlerdi. Ölüm tehlikesine rağmen inanmakta direnmenin ne anlamı vardı. Dedesinin ve babasının yaşadıkları, anlattıkları uzun kış gecelerinde, koyunlarıyla saatlerce gezindiği otlaklarda, bozkırlarda onu hiç bırakmıyordu. Zihninde onu kemiren düşünceler olarak hep canlı olarak kalıyordu. Hem karların arasında çıkan şu güzelim çiçekler kokuyu, rengi nereden almışlardı; kar da, toprak da bu güzellikleri asla kendileri veremezdi. Hem bu koyunlardan sağılan, kanla fışkı arasından gelen süt memeler musluğundan nasıl akıyor, nasıl ortaya çıkıyordu. Bu bembeyaz, lezzetli süt, otlardan, yemlerden olamazdı. Hem havadaki milyonlarca yıldızlar, ateş parçaları nasıl oralarda duruyordu. Hem hayvanların karınlarından, taylar, kuzular bütün yavrular bu kadar mükemmel olarak nasıl çıkıyordu. Hem, ölenler nereye gidiyordu...Bütün bunlar nasıl oluyordu... Bitmek, tükenmek bilmeyen sorular, sorular, sorular...Onu kahreden, huzurunu kaçıran, uykularını yok eden cevapsız sorular...Yıllar böyle geçti gitti…


Bir gün, bir Moğol talebe, ismini hatırlayamadığı bir memleketten gelen bir kaç turisti, Altay dağlarına, yılkıları (at sürülerini), oradaki yaşama şartlarını ve şeklini göstermek üzere gezmeye getirmişti. Abraham ismindeki mavi gözlü turistin efendiliği, sakinliği ve bazı halleri dikkat çekecek kadar farklıydı. Abraham, sabahleyin küçük bir kitabı özel çantasından çıkarmış, bir şeyler okuyup, yine çantasına koymuştu. Bu Tilek Dedenin daha da çok dikkatini çekmişti. Abraham, o kitaba çok hürmetli davranmış, onu öperek başına götürmüş; sonra kalbinin üstünde tutarak Dedenin bilmediği bazı sözlerle, gök yüzüne bakarak, sanki uzaklardan onu duyan birisine bir şeyler mırıldanmıştı.


Tilek Dedenin içi ürpermişti. O kitap, dedesinin bahsettiği Kutsal Kitap olabilirdi. Geç vakte kadar onun yanından ayrılmadı. Artık onu daha dikkatli izledi. Abraham, yemeklerden önce de ellerini birbirine kavuşturup, yine gök yüzüne bakarak bir şeyler söylüyor ve amen diyerek sözlerini bitiriyordu. Tilek Dede, gece olup da yalnız kalınca hemen bu amen sözünü ve küçük kitabı ona sormak istedi. Fakat onun dediklerini anlamıyordu. Abraham küçük kitabı hürmetle çıkarıp ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama Tilek Dede bir şey anlamıyordu. Rehberlik yapan Moğol talebeyi uyandırdılar. Hıristiyanlık dininin kitabı olan İncil’i o zaman tanıdı. Tilek Dedenin isteğine dayanamayan Abraham, sırt çantasından çıkardığı biraz eski olan başka bir Kutsal Kitabı ona hediye etti. Tilek Dede kitaptaki Yaratıcının adını göstermesini isteyince, Abraham kitaptan yaratıcının ismi olan kelimelerin çoğunu altını, renkli bir kalemle işaretledi. Sorularını ona sormaya çalıştı. Tam cevaplar alamasa da her şeyin arkasında Allah’ın olduğuna kalbi hemen kanaat getirivermişti. Biraz olsun içindeki sızılar dinmiş, kalbi rahatlamıştı.


Dede artık o eski kitapla yatıyor, onunla geziyordu. O da Abraham gibi içinden geldiğince semaya ellerini kaldırarak isteklerini söylüyordu. Artık içindeki eski sıkıntıları azalmıştı. İnşâllah onun diliyle, Moğolca yazılmış veya okuya bildiği bir kutsal kitap eline geçerdi. Yıllar, yılları kovaladı. İnançların geliştirecek başka fırsatlar, imkanlar bir daha eline geçmedi. Yaratıcıdan, Moğolların, Kazakların, hiç olmazsa evlatlarının inançlı olmasını, onların Yaratıcıyı tanımasını yıllarca istedi durdu. Hem de Abraham gibi ellerini kavuşturarak, göğe bakarak...Parmaklarını küçük kitaptaki işaretli kelimeler üzerinde gezdirip, içinden geçenleri sıralıyor, mırıldanıyor, çoğu kez ağlayarak yalvarıyordu. Geceleri yastığının altına koyduğu kitabı, gündüzleri de fanilasının altında, boynuna taktığı torbada saklıyor; zaman zaman çıkarıp işaretli kelimeler üzerinden Yaratıcısı olan Allah’ın isimlerini okşuyor, O’na dualar ediyor, isteklerini sıralıyor, O’na sığınıyordu.


Yıllar bir birini kovaladı. Üniversite çağına gelen evlatları tahsil için, ateist olarak gittikleri Türkiye’de, Türkçe ile birlikte Allah’ı da tanıdılar. İlk defa tanıştıkları grup, ateist olmaları yüzünden, oğlu Hayreddin ve arkadaşlarını birkaç ay sonra kapı önüne koyarken, bir başka diyalogcu grup aylarca bunlara katlanıp, sabırla tahammül edip kalplerinin yumuşamasına, imanla tanışmalarına sebep olmuştu. Tilek Dede’nin parmaklarıyla ismini okşadığı Allah, onun evladına en son, en mütekâmil din olan İslamiyet’i tanıtmıştı.



Evladı Hayreddin Tilek, Türkiye’de Müslüman oldu. Bu da yetmedi. O Allah, Manisa’da Kur’an’ın 20. Asırdaki Nurlu Talebelerini, onun karşısına çıkardı. Nurlu Müminler ona Kainat Kitabından da okumasını öğrendiler. Yılların birikimi olan kir ve paslarını Marifetullah ile sildiler. Bir sene bile geçmeden Moğolistan’a geri dönen evladı Hayreddin ve arkadaşları, ona Kur’an’ı getirdi; ”Bismillâhirrahmânirrahîm...Elhamdülillahi Rabbil alemin.....” diyerek, Allah’ın, hakiki, doğru, sıhhatli haliyle bulunun en son kitabından okudular. Sabahlara kadar beraber ağlayarak Allah’a şükrettiler. Tilek Dede çok yaşlı ve hasta idi. Artık son dini tanımış, Allah’ına, O’nun Kitabına kavuşmuştu. Günler geceler boyu durmadan oğlu Hayreddin’e, O’nu soruyordu. Rahman ve Rahim oluşundan başlayarak beş altı gün Hayreddin, bütün öğrendiklerini bazen anlatıyor bazen getirdiği Nurlu Kur’an Tefsirlerinden okuyarak izah ediyordu. Dede, adeta durmadan, bütün sorularını sıralıyor, soruyordu. Sanki zamanı kalmadığını anlamışçasına, durmadan, arka arkasına soruyordu. Oğlu Hayreddin, hemen hepsine cevaplar vermeye çalışıyor; bazen de gidip telefonla Türkiye’deki arkadaşlarına soruyor, babasına öğle anlatıyordu.


Bir sabah, Hayreddin’in gelmesinden bu tarafa, daha bir hafta olmadan, Dede çok ağırlaştı. Daha namaz kılmayı bile öğrenmemiş, sureleri ezberleyememişti. Fakat torunuyla beraber, onun arkasında, onun gibi Yüce Allah’ın huzurunda hürmetle durararak, ellerini önünde bağlı tutarak, içinden geçenleri söylemiş, ”Allah Allah “diyerek tekrarlar yapmış, namaz kılmaya çalışmıştı.


Acıdan kıvranırken, devamlı ”La ilahe.... illallah,.... Muhammeden.... Resulullah” demeye gayret ediyordu. Fakat telaffuzları çok düzgün olmadığından, olamadığından, torunu hece hece söyletmeye çalışıyordu. ”La i-la-he... il-lal-lah,....Mu-ham-me-der ....Re-su-lul-lah”.



Eski küçük kitabıyla Kur’an’ı yan yana koyarak onlara sarılmış ağlıyor; torununun söylediklerini tekrar etmeye çalışıyordu ki ”.........Al-lah, Muhammed...,Muhammed....Mu-ham-me-den .....Re-sul .....Al-lah”
diye hafifçe mırıldanırken bir anda nefesi kesildi, başı yana düşüverdi. Tebessüm eder bir tarzda hareketsiz kaldı.

Ondan geriye, Allah manasına gelen kelimelerinin altı çizili bir eski İncil kaldı. Bu eski küçük Kitap, yirmi küsûr yıl onun imanını muhafaza etmiş; içindeki sızıyı bir nebzecik olsun dindirmişti. Hayatının son beş altı gününde onu İslamiyet’le buluşturuncaya kadar onu muhafaza etmişti. Onunla, çizili kelimeler üstünde parmaklarını sürerek, sığındığı Rabbi, şimdi Nurlu bir Kur’an Talebesi olan evladına, naşının başında Yasin okutturarak, onu ebediyet alemlerine, huzuruna aldırıyordu. Fetret zemininde yaşamış bu garip, fakat yiğit kulunu, inşâllah altından nehirler akan, hurilerle tezyin edilmiş bir alemde ebediyen mes’ut edecektir. Oğlu Hayreddin Tilek vasıtasıyla kapanmayan amel defterine de yıllarca nurlar akacaktır inşâllah...


İsterseniz, bu günlerde yeni gelen son mektuptan diğer gelişmeleri de anlatalım.


İş, Tilek Dedenin, ömrünün son haftasında Müslüman oluşu ile bitmemiş. Dedenin beraber koyun güttüğü, belki eski küçük kitapta, isimlerini, onun parmaklarıyla okşamasına da müsaade ettiği arkadaşı Salih Dede de artık Müslüman olmuş. O onlara kırk kilometre kadar uzaklarda bir köyde oturuyormuş. Ona Tilek dedenin oğlu Hayreddin, Nurlu Kur’an Tefsirlerini götürmüş. Salih dede şimdilerde namaz kılıyormuş. Ayrıca her hafta bir gece, yaşlı atıyla Hayreddin’lere geliyor, Nurlu Kur’an sohbetlerine katılıyormuş. Altay dağlarında İslamiyet sanki yeniden neşv-ü nema buluyor gibi imiş. Gece sohbetten sonra orada kalıyor; ertesi sabah atla köyüne dönüyormuş. Bu günlerde o da hasta imiş. Sohbetlere gelememiş. Hayreddin, dokuz arkadaşıyla minibüs kiralayıp köye gitmiş. Paraları minibüse yetmemiş. Bu hafta biriken süt parasıyla eksik kalan miktarı tamamlayacaklarmış. Salih Dede’yle Hastalar Risalesi adındaki eserden okumuşlar. Hem de hep beraber, Kazakça el yazması tercümesinden ve göz yaşlarıyla.


Salih Dede “Bu Kur’an tefsiri olan kitapların buraların diline, Kazakça veya Moğolca’ya tercümesini, çevirisini tamamlayın, matbaada bastırın. Benim altı koyunum var. Feda olsunlar. Artık benim ömrüm bitti. Ahir ömrümde Kur’an tefsiri bastırmanın şerefini yaşayayım.
Allah’ımın huzuruna bu sevapla gideyim .” demiş. Bu günlerde tercümeyi bitiren Hayreddin ve arkadaşları, Haykactap Phcajıeci’nin (Hastalar Risalesi’nin) Kazakça baskının son düzeltmelerini de tamamlamışlar. Önümüzdeki günlerde bizlere de örnek göndereceklermiş.

Eski bir İncil ile, imanları muhafaza eden; on beş bin kilometre uzakta, Türkiye’de bu insanların evlatlarını iman ve İslamiyet’le müşerref eden, Kur’an’ın Nurlarıyla tanıştıran; hayatının son haftasında onların imanlarını daha da geliştirip, İslamiyet’le şereflendiren Cenab-ı Hak’ka hamd olsun.
Ayrıca bizlerin bu ebedi saadet yoluna kavuşmasına vesile olan, Hazreti İsa AS. ve Hazreti Muhammed ASM. efendilerimize de binlerce selam ve sâlât olsun.


Hâzâ min fazlı Rabbi..


Halil Köprücüoglu
 


Bu alana bir cevap yazın...
Üst