molla_zehra
Well-known member
Mubârek Hz. Fâtımâ (r.a.) vâlidemizin azîz hâtırâsına...
Bismillâhirrahmânirrahîm
Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
Ancak O’na kulluk eder, ancak O’ndan yardım dileriz.
İçerisinde âlemlere şifâ, hidâyet, rahmet ve öğüt bulunan
mubârek Kur’ân’ın kendisine indirildiği ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan
Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafâ efendimize,
pâk âline ve şerefli ashâbına salât ve selâm olsun…
Ey benim başımın tâcı, gözümün nûru anacığım
Nicedir hasretinizle yanmaktan kalblerimiz tutuştu, gömgök kor kesildi.
Size olan hasretimiz hiçbir zaman dinmedi ki!
Sizlere bir an evvel kavuşabilme ve inşaallah bütün Mü’min ve de Mü’mine kardeşlerimizle birlikte Livau’l-Hamd’ın şerefli gölgesinde toplanabilme azmi, gayreti ve ümidi içinde alıp-vermeye çalışıyoruz sayılı nefeslerimizi.
Âhir zaman fırtınası, malûm, pek bir yaman esiyor, kök söktürüyor şerefli Ümmet-i Muhammed’in biz melûl, mahzûn ve de mazlûm yetimlerine. Şekvâcıyız bizleri bu hallere düşürenlerden, yani senin anlayacağın anacığım, öz be öz kendimizden. Şekvâmıza utancımızı katık ediyoruz ve besbelli bu yüzden böyle boynu bükük duruyoruz. Ensemizde boza pişirenlere, bize beş para etmez paçavra muamelesi yapanlara kızacak hâlimiz kalmadı gayri. Zira ne hakketmişsek bunca yıllık aymazlığımızın neticesinde, ancak onu kazandığımızın idrâkindeyiz artık.
O güzeller güzeli şerefli ismini kızlarımıza verdik dûalar eşliğinde. Gel gör ki anacığım, ağır mes’uliyetini taşıyamadık bir türlü o şerefli ismini kızlarımıza vermenin. Onlar, elhak, hepsi olmasa bile çoğu, şuurlanma çağına erdiklerinde liyâkat kesbedebilmek için taşıdıkları şerefli ismine, azimlerini gayretlerine katık edip çok mücâdele ettiler -hâlâ ediyorlar, çok acılar çektiler -hâlâ çekiyorlar ama biz değil sana, anacağım, kızlarımıza bile liyâkat kesbedemedik. Durmadık, duramadık bir türlü, ne yanlarında ne de arkalarında. Aslî olanın ne olduğunu çoktan unuttuk zira. Âhir zaman firavunlarının mâhir sihirbazları öylesine boyadılar ki gözümüzü, öylesine çelip-karıştırıp allak-bullak ettiler ki önce aklımızı, sonra da gönlümüzü, biz kendimiz, babalar, ağabeyler, kocalar hatta küçük erkek kardeşler bile neredeyse birer firavun kesildik şerefli Ümmet-i Muhammed’in, şerefli Mü’minelerinin başlarına. Unuttuk onların, ister anamız, ister hanımımız, ister kızımız, isterse gelinimiz olsunlar “din kardeşlerimiz” olduklarını. Böyle yapmakla Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, celle celâluhu, mubârek Tevbe suresinin yetmişbirinci âyet-i kerimesinde verdiği apaçık tanımlamaya –hâşâ!- muhalefet etme gafletine düştüğümüzü bile farkedemez hale geldik:
Bismillâhirrahmânirrahîm
Mü’minler ve mü’minler/imana ermiş erkekler ve kadınlar,
birbirlerinin velîleridir/en yakın dostlarıdır
(9 Tevbe 71)
Çünkü, anacığım, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, ‘azze ve celle, biz mü’minleri mubârek Furkan suresinin otuzuncu âyet-i kerimesinde
Bismillâhirrahmânirrahîm
Rasûl der/diyecek ki:
“Ey Rabbim, gerçek şu ki kavmim bu Kur’ânı mehcûr tuttu/(hayatından) uzaklaştırdı, sürgüne gönderdi, onu gözden çıkarılacak bir şey olarak gördü!”
(25 Furkan 30)
diye âhir zamanda düşeceğimiz şu acınası hâller konusunda, kesin ve de keskin bir ifadeyle uyardığının bile farkına varmadık, varamadık.
Çünkü, anacağım, bu bağlam içinde kendimizi Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kavmi olarak görmek hiç mi hiç işimize gelmedi. Kureyş’in müşriklerine tahsîs ediverdik mubârek âyet-i kerimeyi ve sıyrıldık zavallı aklımız sıra mes’uliyetten.
Biz ki mubârek Kur’ân’ı her ânımızın en sahih, en şerefli rehberi bilmek ve ondan her ân o mânâda alabildiğine istifade etmek yerine, onu, üstelik de ona en büyük hürmeti göstermek adına, evimizin en yüksek yerine çaktığımız bir çiviye, iyice sarıp-sarmalayıp asmak suretiyle sürgüne gönderen ve mubârek Kur’ân’ı gücümüz yettiğince anlayıp, önce zihnimize sonra da kalbimize nakşedip, hayata aktarma cihâdına sıvanmak yerine, onu yalnızca yüzünden, yani hikmetlerini idrak etmeye çalışmadan sözümona okumakla iktifa eden zavallı şaşkınlarız, Muazzez Peygamberimizin (s.a.v.) Sünnet-i Seniyyelerine uymayı yalnızca sağ elimize gümüş yüzük takmak, bıyıklarımızı kırpıp kısaltmak, ağız ve diş bakımı yapıyoruz diye, diş fırçası ve diş macunu kullanmak yerine, şifâ veren özünü çoktan yitirmiş misvâklarla diş minelerimizi çizmeyi göze almaktan ve ilâ âhir ibâret sanmışız çok mu?
Hangimiz kızımıza o’nun (s.a.v.) sana karşı sergilediği o büyük şefkati, o hassas rikkati göstermeyi başarabildik? Hangimiz, meselâ, kızımız dünyaya, sıradan gündelik hayata dair bir meselenin halli için bize başvurduğunda, “Sana benden istediğinden daha hayırlı bir şey öğreteyim mi?” diyerek onun dikkatini “aslolan”a yönlendirme çabasını sarfettik? Kızımızın çeyizini düzerken, düğününü yaparken, senin çeyizini, senin düğününü anacığım rehber ve kıstas alma edebini hangimiz gösterdik, gösterebildik? Ortalığın “Tüketim, ille de tüketim!” zikriyle gümbür gümbür inletildiği, alacalı-bulacalı, ille de markalı gösterişin ayyûka çıktığı ve ne hazindir ki Mü’min Müslümanın bile cüzdanı ve ensesi iyice kalın olmakla itibâr kazanacağına artık iyice inandığımız/inandırıldığımız âhir zaman hengâmesinde, hangimiz bu tuzaklara düşmeye meyleden kızımızı “İster misin ki halk ‘Falanca Mü’min Müslümanın kızı boynunda cehennemden bir zincir taşıyor!’, desin” diyerek uyarma firâsetini ortaya koyduk? Hangimiz kızımız yanımıza geldiğinde hemen ayağa kalkıp, onun elinden tutup, kendi oturduğumuz yere oturturtma, en tatlı, en güzel sözlerle hâlini–hatırını sorma, onu en büyük şefkatle sevip, okşama, sonra, zamanı geldiğinde, onu yine aynı iltifatlarla uğurlama nezâket ve asâletini segiledik?
Ve biz, ahh benim gözümün nûru-başımın tâcı anacığım, bütün bu aymazlıklarımıza, hamhalatlığımıza rağmen, yine de kızlarımızdan, özellikle de senin o şerefli ismini taşıyanlardan, hep senin gibi olmalarını bekledik durduk hiç utanmadan, sıkılmadan! Üstelik ne seni, ne de o başlı başına bir izzet ve iffet abidesi olan hayatını doğru dürüst, lâyıkıyla, özüyle, içimize iyice sindirircesine tanıma zahmetine bile katlanmadan!
Ama şerefli Ümmet-i Muhammed’in şerefli Mü’mine Müslüman kızları, ister senin ismini taşısınlar, ister taşımasınlar, bizleri, elhamdulillâh, fersah fersah aştılar. Sana liyâkat kesbetme cihâdında birbirleriyle yarıştılar, yarışıyorlar ve hiç kuşku yok ki hep yarışacaklar. Çünkü biz onları, kendimizi alabildiğine kaptırdığımız aymazlık girdâbından bir türlü kurtarmayı başaramadığımız için, âhir zaman müstebitlerinin zulmüne, kahredici acılara, sıkıntılara, daha henüz çocuk denecek yaşta muhatap ettik, muhatap olmak zorunda bıraktık. Onlar ise, Hikmet-i Hudâ, bu acılarla, sıkıntılarla piştiler, olgunlaştılar. Üstelik de seni, anacığım, hep örnek aldıkları içindir ki besbelli, kabahatimizi yüzümüze vurmadılar.
Şimdi, seni yâd ederken gözü yaşlı, boynu bükük, şerefli Ümmet-i Muhammed’in, ismi konmuş ya da konmamış bütün o şerefli, Fâtımâlarından af ve eğer mümkünse hak helâlliği diliyorum. Ve en azından senin yüzüsuyu hürmetine beni af ve haklarını helâl edeceklerini çok iyi biliyorum.
Gömgök kor gibi yanıyor içimde anacığım, sizlere kavuşma hasreti.
Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, celle celâluhu, sonsuz rahmetinden ve mağfiretinden payıma düşecek olana sığınıyorum.
Huzur-u İlâhî’de, ne olur, sen de, bundan böyle hak etmeye azmettiğimiz güzellikle ve iyilikle an bizi.
M.ENGİN NOYAN
Bismillâhirrahmânirrahîm
Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
Ancak O’na kulluk eder, ancak O’ndan yardım dileriz.
İçerisinde âlemlere şifâ, hidâyet, rahmet ve öğüt bulunan
mubârek Kur’ân’ın kendisine indirildiği ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan
Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafâ efendimize,
pâk âline ve şerefli ashâbına salât ve selâm olsun…
Ey benim başımın tâcı, gözümün nûru anacığım
Nicedir hasretinizle yanmaktan kalblerimiz tutuştu, gömgök kor kesildi.
Size olan hasretimiz hiçbir zaman dinmedi ki!
Sizlere bir an evvel kavuşabilme ve inşaallah bütün Mü’min ve de Mü’mine kardeşlerimizle birlikte Livau’l-Hamd’ın şerefli gölgesinde toplanabilme azmi, gayreti ve ümidi içinde alıp-vermeye çalışıyoruz sayılı nefeslerimizi.
Âhir zaman fırtınası, malûm, pek bir yaman esiyor, kök söktürüyor şerefli Ümmet-i Muhammed’in biz melûl, mahzûn ve de mazlûm yetimlerine. Şekvâcıyız bizleri bu hallere düşürenlerden, yani senin anlayacağın anacığım, öz be öz kendimizden. Şekvâmıza utancımızı katık ediyoruz ve besbelli bu yüzden böyle boynu bükük duruyoruz. Ensemizde boza pişirenlere, bize beş para etmez paçavra muamelesi yapanlara kızacak hâlimiz kalmadı gayri. Zira ne hakketmişsek bunca yıllık aymazlığımızın neticesinde, ancak onu kazandığımızın idrâkindeyiz artık.
O güzeller güzeli şerefli ismini kızlarımıza verdik dûalar eşliğinde. Gel gör ki anacığım, ağır mes’uliyetini taşıyamadık bir türlü o şerefli ismini kızlarımıza vermenin. Onlar, elhak, hepsi olmasa bile çoğu, şuurlanma çağına erdiklerinde liyâkat kesbedebilmek için taşıdıkları şerefli ismine, azimlerini gayretlerine katık edip çok mücâdele ettiler -hâlâ ediyorlar, çok acılar çektiler -hâlâ çekiyorlar ama biz değil sana, anacağım, kızlarımıza bile liyâkat kesbedemedik. Durmadık, duramadık bir türlü, ne yanlarında ne de arkalarında. Aslî olanın ne olduğunu çoktan unuttuk zira. Âhir zaman firavunlarının mâhir sihirbazları öylesine boyadılar ki gözümüzü, öylesine çelip-karıştırıp allak-bullak ettiler ki önce aklımızı, sonra da gönlümüzü, biz kendimiz, babalar, ağabeyler, kocalar hatta küçük erkek kardeşler bile neredeyse birer firavun kesildik şerefli Ümmet-i Muhammed’in, şerefli Mü’minelerinin başlarına. Unuttuk onların, ister anamız, ister hanımımız, ister kızımız, isterse gelinimiz olsunlar “din kardeşlerimiz” olduklarını. Böyle yapmakla Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, celle celâluhu, mubârek Tevbe suresinin yetmişbirinci âyet-i kerimesinde verdiği apaçık tanımlamaya –hâşâ!- muhalefet etme gafletine düştüğümüzü bile farkedemez hale geldik:
Bismillâhirrahmânirrahîm
Mü’minler ve mü’minler/imana ermiş erkekler ve kadınlar,
birbirlerinin velîleridir/en yakın dostlarıdır
(9 Tevbe 71)
Çünkü, anacığım, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, ‘azze ve celle, biz mü’minleri mubârek Furkan suresinin otuzuncu âyet-i kerimesinde
Bismillâhirrahmânirrahîm
Rasûl der/diyecek ki:
“Ey Rabbim, gerçek şu ki kavmim bu Kur’ânı mehcûr tuttu/(hayatından) uzaklaştırdı, sürgüne gönderdi, onu gözden çıkarılacak bir şey olarak gördü!”
(25 Furkan 30)
diye âhir zamanda düşeceğimiz şu acınası hâller konusunda, kesin ve de keskin bir ifadeyle uyardığının bile farkına varmadık, varamadık.
Çünkü, anacağım, bu bağlam içinde kendimizi Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kavmi olarak görmek hiç mi hiç işimize gelmedi. Kureyş’in müşriklerine tahsîs ediverdik mubârek âyet-i kerimeyi ve sıyrıldık zavallı aklımız sıra mes’uliyetten.
Biz ki mubârek Kur’ân’ı her ânımızın en sahih, en şerefli rehberi bilmek ve ondan her ân o mânâda alabildiğine istifade etmek yerine, onu, üstelik de ona en büyük hürmeti göstermek adına, evimizin en yüksek yerine çaktığımız bir çiviye, iyice sarıp-sarmalayıp asmak suretiyle sürgüne gönderen ve mubârek Kur’ân’ı gücümüz yettiğince anlayıp, önce zihnimize sonra da kalbimize nakşedip, hayata aktarma cihâdına sıvanmak yerine, onu yalnızca yüzünden, yani hikmetlerini idrak etmeye çalışmadan sözümona okumakla iktifa eden zavallı şaşkınlarız, Muazzez Peygamberimizin (s.a.v.) Sünnet-i Seniyyelerine uymayı yalnızca sağ elimize gümüş yüzük takmak, bıyıklarımızı kırpıp kısaltmak, ağız ve diş bakımı yapıyoruz diye, diş fırçası ve diş macunu kullanmak yerine, şifâ veren özünü çoktan yitirmiş misvâklarla diş minelerimizi çizmeyi göze almaktan ve ilâ âhir ibâret sanmışız çok mu?
Hangimiz kızımıza o’nun (s.a.v.) sana karşı sergilediği o büyük şefkati, o hassas rikkati göstermeyi başarabildik? Hangimiz, meselâ, kızımız dünyaya, sıradan gündelik hayata dair bir meselenin halli için bize başvurduğunda, “Sana benden istediğinden daha hayırlı bir şey öğreteyim mi?” diyerek onun dikkatini “aslolan”a yönlendirme çabasını sarfettik? Kızımızın çeyizini düzerken, düğününü yaparken, senin çeyizini, senin düğününü anacığım rehber ve kıstas alma edebini hangimiz gösterdik, gösterebildik? Ortalığın “Tüketim, ille de tüketim!” zikriyle gümbür gümbür inletildiği, alacalı-bulacalı, ille de markalı gösterişin ayyûka çıktığı ve ne hazindir ki Mü’min Müslümanın bile cüzdanı ve ensesi iyice kalın olmakla itibâr kazanacağına artık iyice inandığımız/inandırıldığımız âhir zaman hengâmesinde, hangimiz bu tuzaklara düşmeye meyleden kızımızı “İster misin ki halk ‘Falanca Mü’min Müslümanın kızı boynunda cehennemden bir zincir taşıyor!’, desin” diyerek uyarma firâsetini ortaya koyduk? Hangimiz kızımız yanımıza geldiğinde hemen ayağa kalkıp, onun elinden tutup, kendi oturduğumuz yere oturturtma, en tatlı, en güzel sözlerle hâlini–hatırını sorma, onu en büyük şefkatle sevip, okşama, sonra, zamanı geldiğinde, onu yine aynı iltifatlarla uğurlama nezâket ve asâletini segiledik?
Ve biz, ahh benim gözümün nûru-başımın tâcı anacığım, bütün bu aymazlıklarımıza, hamhalatlığımıza rağmen, yine de kızlarımızdan, özellikle de senin o şerefli ismini taşıyanlardan, hep senin gibi olmalarını bekledik durduk hiç utanmadan, sıkılmadan! Üstelik ne seni, ne de o başlı başına bir izzet ve iffet abidesi olan hayatını doğru dürüst, lâyıkıyla, özüyle, içimize iyice sindirircesine tanıma zahmetine bile katlanmadan!
Ama şerefli Ümmet-i Muhammed’in şerefli Mü’mine Müslüman kızları, ister senin ismini taşısınlar, ister taşımasınlar, bizleri, elhamdulillâh, fersah fersah aştılar. Sana liyâkat kesbetme cihâdında birbirleriyle yarıştılar, yarışıyorlar ve hiç kuşku yok ki hep yarışacaklar. Çünkü biz onları, kendimizi alabildiğine kaptırdığımız aymazlık girdâbından bir türlü kurtarmayı başaramadığımız için, âhir zaman müstebitlerinin zulmüne, kahredici acılara, sıkıntılara, daha henüz çocuk denecek yaşta muhatap ettik, muhatap olmak zorunda bıraktık. Onlar ise, Hikmet-i Hudâ, bu acılarla, sıkıntılarla piştiler, olgunlaştılar. Üstelik de seni, anacığım, hep örnek aldıkları içindir ki besbelli, kabahatimizi yüzümüze vurmadılar.
Şimdi, seni yâd ederken gözü yaşlı, boynu bükük, şerefli Ümmet-i Muhammed’in, ismi konmuş ya da konmamış bütün o şerefli, Fâtımâlarından af ve eğer mümkünse hak helâlliği diliyorum. Ve en azından senin yüzüsuyu hürmetine beni af ve haklarını helâl edeceklerini çok iyi biliyorum.
Gömgök kor gibi yanıyor içimde anacığım, sizlere kavuşma hasreti.
Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, celle celâluhu, sonsuz rahmetinden ve mağfiretinden payıma düşecek olana sığınıyorum.
Huzur-u İlâhî’de, ne olur, sen de, bundan böyle hak etmeye azmettiğimiz güzellikle ve iyilikle an bizi.
M.ENGİN NOYAN