topraktoprak
Well-known member
Tevâzû; alçakgönüllü davranmak, nazik, nazenin olmak, hiç kimseye eziyet etmemektir. Büyüklüğün alâmetlerinden birisidir tevâzû. Büyüklük taslamak ise, küçüklüktür. Enaniyetin, egonun, benliğin tevâzû havuzunda eritilmesi gerekir. İnsana, tevâzû yakışır. Mahiyeti gereği buna mükelleftir zaten. Her şeyden önce, o da diğer insanlar gibi, âciz ve zayıf bir varlıktır. Bunun için asla kibirlenemez. Zira, kibirlendiği şey, yani, bedeni, hasletleri, mal, mülkü kendi malı değil; Allah vergisidir.
Tevazû, sevgi, merhamet gibi duyguların mıknatısı; kin, öfke, haset gibi olumsuz duyguların paratoneridir. Çevresine dikkat eden, en çok sevilenler listesinin başında mütevâzî kimselerin geldiğini görür.
“...Onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, inkârcılara karşı izzet sahibirler...” 1 âyetini yaşayan Resûl-ü Ekrem (asm) bunu sadece sözlü ders olarak vermemiş, bizzat bir tevâzû âbidesi olarak yükselen nurlu hayatıyla da göstermiştir.
Vahiy kâtiplerinden Hz. Câbir (ra), “Biz Resulullahın yanında dilediğimizi konuşurduk. O da bize iştirak eder, ayrılmazdı. Biz dünyadan söz ederdik, o da dünyadan söz ederdi. Biz âhiretten bahsedince, o da âhiretten bahsederdi. Biz yemekten söz ederdik, ona da iştirak eder, bizimle yemekten söz ederdi...” tesbitleriyle, onun tevâzû ile halkın seviyesine indiğini gösteriyor. Şüphesiz ki, bu tevâzû ile de, onların konuşmalarının mecralarını iyiye ve güzele yönlendiriyordu.
Kişi, şahsı adına tevâzû gösterebilir, ama cemaati, milleti adına asla. “Yok canım, bu topluluk, bu millet ne ki, bir hiç” diyemez. Onlar adına vakarlı olmak, hizmet ve büyüklüklerini takdir etmekle mükelleftir.
Tevâzû ile zillet arasında ince bir perde vardır. Makamları karıştırılmamalı. Bir idâreci, makamında “mütevâzî,” evinde “ciddî” olursa makamları karıştırmış olur. Makamdaki ciddiyet de, başkalarına baskı, zulüm ve kibirli davranmayı gerektirmez.
Tevâzû, bazan tezellül olabilir. Ehl-i küfre karşı veya dâvâya ve millete saldıran insanlara karşı tevâzû zillettir. Zayıfın kuvvetliye karşı tevâzû göstermesi hem tezellül, hem riyakârlıktır.
Tevâzû, yanlış yerde kullanıldığında küfrân-ı ni’mete de götürebilir. Birer ihsan-ı İlâhî olan maddî ve mânevî nimetleri hiçe sayarcasına davranmak küfran-ı nimettir. Bunları nefsinden değil Allah’tan bilmek ise tevazûdandır. Şu halde mü’minin şe’ni mütevâzî olmaktır.
Mütevâzî olan sevilir. Sevilen ise kazanır. Mütevâzî fertlerden oluşan bir âile ve bir toplum için bundan daha büyük kâr ve haslet ne olabilir?
***
Bediüzzaman Said Nursî, gururdan kurtulmak ve tevazuya alıştırmak için nefsiyle yaptığı bir tartışmayı şöyle anlatır:
“Mehasiniyle mağrur olan nefsime dedim ki:
“‘Sen bir şeye malik değilsin, nedir bu gururun?’
“Dedi ki:
“‘Madem malik değilim. Ben de hizmetini görmem.’
“Dedim ki:
“‘Yahu bu sineğe bak! Gayet küçücük, zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler, süpürür. Her işini görür. Sen de en azından onun kadar vücuduna hizmet etmelisin’ diye ikna ettim. Takdis ederiz o Zatı ki, bu sineğe nezafeti, temizliği ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim.”
Anlatılır ki, dede ile torun kırlara çıkmışlar. Buğday tarlalarının yanından geçerken, torun dedesine sormuş:
“Dedeciğim, bazı başaklar dimdik, bazıları ise başlarını eğmişler, acaba neden?” Dede şu cevabı vermiş:
“Yavrum, o dimdik olanlar içi boş başaklar. Başını eğenler ise, dolgun başaklar!”
Meyve ağacı, meyvesi çok olduğunda dalları yere eğilir. Meyvesiz olduğunda ise, dalları diktir.
Meyvesiz insanlar, kavak gibi sivrilmeyi severler. Olgun insanlar ise, tevazu ile hizmet ederler.
İnsan, benzeri bir şekilde, sadakat dersini keneden, hedefini takip etme dersini kediden, verimlilik dersini arıdan, coşku dersini şelâleden, derinlik dersini denizden alabilir.
Dipnot: 1- Kur’ân, Maide, 54.
Ali Ferşadoğlu
Tevazû, sevgi, merhamet gibi duyguların mıknatısı; kin, öfke, haset gibi olumsuz duyguların paratoneridir. Çevresine dikkat eden, en çok sevilenler listesinin başında mütevâzî kimselerin geldiğini görür.
“...Onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, inkârcılara karşı izzet sahibirler...” 1 âyetini yaşayan Resûl-ü Ekrem (asm) bunu sadece sözlü ders olarak vermemiş, bizzat bir tevâzû âbidesi olarak yükselen nurlu hayatıyla da göstermiştir.
Vahiy kâtiplerinden Hz. Câbir (ra), “Biz Resulullahın yanında dilediğimizi konuşurduk. O da bize iştirak eder, ayrılmazdı. Biz dünyadan söz ederdik, o da dünyadan söz ederdi. Biz âhiretten bahsedince, o da âhiretten bahsederdi. Biz yemekten söz ederdik, ona da iştirak eder, bizimle yemekten söz ederdi...” tesbitleriyle, onun tevâzû ile halkın seviyesine indiğini gösteriyor. Şüphesiz ki, bu tevâzû ile de, onların konuşmalarının mecralarını iyiye ve güzele yönlendiriyordu.
Kişi, şahsı adına tevâzû gösterebilir, ama cemaati, milleti adına asla. “Yok canım, bu topluluk, bu millet ne ki, bir hiç” diyemez. Onlar adına vakarlı olmak, hizmet ve büyüklüklerini takdir etmekle mükelleftir.
Tevâzû ile zillet arasında ince bir perde vardır. Makamları karıştırılmamalı. Bir idâreci, makamında “mütevâzî,” evinde “ciddî” olursa makamları karıştırmış olur. Makamdaki ciddiyet de, başkalarına baskı, zulüm ve kibirli davranmayı gerektirmez.
Tevâzû, bazan tezellül olabilir. Ehl-i küfre karşı veya dâvâya ve millete saldıran insanlara karşı tevâzû zillettir. Zayıfın kuvvetliye karşı tevâzû göstermesi hem tezellül, hem riyakârlıktır.
Tevâzû, yanlış yerde kullanıldığında küfrân-ı ni’mete de götürebilir. Birer ihsan-ı İlâhî olan maddî ve mânevî nimetleri hiçe sayarcasına davranmak küfran-ı nimettir. Bunları nefsinden değil Allah’tan bilmek ise tevazûdandır. Şu halde mü’minin şe’ni mütevâzî olmaktır.
Mütevâzî olan sevilir. Sevilen ise kazanır. Mütevâzî fertlerden oluşan bir âile ve bir toplum için bundan daha büyük kâr ve haslet ne olabilir?
***
Bediüzzaman Said Nursî, gururdan kurtulmak ve tevazuya alıştırmak için nefsiyle yaptığı bir tartışmayı şöyle anlatır:
“Mehasiniyle mağrur olan nefsime dedim ki:
“‘Sen bir şeye malik değilsin, nedir bu gururun?’
“Dedi ki:
“‘Madem malik değilim. Ben de hizmetini görmem.’
“Dedim ki:
“‘Yahu bu sineğe bak! Gayet küçücük, zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler, süpürür. Her işini görür. Sen de en azından onun kadar vücuduna hizmet etmelisin’ diye ikna ettim. Takdis ederiz o Zatı ki, bu sineğe nezafeti, temizliği ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim.”
Anlatılır ki, dede ile torun kırlara çıkmışlar. Buğday tarlalarının yanından geçerken, torun dedesine sormuş:
“Dedeciğim, bazı başaklar dimdik, bazıları ise başlarını eğmişler, acaba neden?” Dede şu cevabı vermiş:
“Yavrum, o dimdik olanlar içi boş başaklar. Başını eğenler ise, dolgun başaklar!”
Meyve ağacı, meyvesi çok olduğunda dalları yere eğilir. Meyvesiz olduğunda ise, dalları diktir.
Meyvesiz insanlar, kavak gibi sivrilmeyi severler. Olgun insanlar ise, tevazu ile hizmet ederler.
İnsan, benzeri bir şekilde, sadakat dersini keneden, hedefini takip etme dersini kediden, verimlilik dersini arıdan, coşku dersini şelâleden, derinlik dersini denizden alabilir.
Dipnot: 1- Kur’ân, Maide, 54.
Ali Ferşadoğlu