Mütevekkil ve kanaatkâr bir eş seçin

Nûrolog

Well-known member
Aradığınız hayat arkadaşınız, Kâinatın Sahibine tevekkül ediyor, güveniyor mu? O’na teslim olabilmiş mi? “Ne demek, her Müslüman elbette Allah’a güvenir!” denebilir. Gerçek tevekkül başka, sadece “Tevekkül ettim!” diyerek ona zıt hareket başkadır. Bir hastalık, musîbet veya başka herhangi bir olumsuz olayda duygularına mağlûp olup, taşkınlık yapacak tıynette mi? Olumsuz olayların, sıkıntı ve musîbetlerin sorumlusu olarak eşini, çevresini mi görüyor?

Tevekkül; kâinatın Hâlıkına, Malikine, Rabbine güvenmektir. Tevekkül, sonsuz isim ve sıfatlar Sahibi Kadir-i Mutlak’a güvenmektir. Tevekkül ve tembellik arasındaki ince bir perde var, birbiriyle karıştırmamalı. Dünya hayatının her safhasında sebeplere müracaat edip gerekli şartları yerine getirdikten sonra neticeyi Müsebbibü’l-Esbâb olan Sâni-i Hakim’den beklemeye tevekkül denir. Bunun aksi tembelliktir.

Bediüzzaman’ın orijinal ifadesiyle, “Tertib-i mukaddematta tevfîz tembelliktir; terettüb-ü neticede tevekküldür” şeklinde vecizeleşmiştir. Yani, çalışma yapmadan, İlâhî kanunlara, sünnetullaha, sebeplere müracaat etmeden işi Allah’a havale etmek tevekkül değil, hâzâ tembelliktir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın tabiata, fıtrata koyduğu kanunlara, sebeplere müracaat ettikten; gerekli şartları yerine getirdikten sonra sonucu Allah’tan beklemek tevekküldür. Kâinattaki düzen, kanunlar ve hikmet, sebeplere uymayı gerektirir.

Şu halde tevekkül, Allah’a imân derecesine göre kuvvet kazanır. Kadere imân, tevekkül neticesidir. Kur’ân’da “Sen, ezelî ve ebedî hayat sahibi olan ve kendisine ölüm asla ârız olmayan Allah’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et” meâlinde pek çok kere tekrar edilir.

Tevekkül, çalışmayı yaptıktan, yüce Yaratıcının tabiata koyduğu kanunlara, yani, Sünnetullah denilen tekvinî işleyişe uyduktan, sebeplere müracaat ettikten sonra sonucu Allah’tan beklemektir.

Sebepler uymak için konmuş, yoksa inkâr veya gerçek tesiri onlara vermek için değildir. Şunu bilmemiz gerekir:

Sebepler icraat sahibi olamazlar. Onlar yalnız bir perdedir. Gerçekten iş yapan Âlemlerin Rabbidir. Bu meseleyi şu örnekle anlayabiliriz:

Meselâ, basit bir masanın meydana gelebilmesi için tahta, çivi, keser, testere vs, vs. lâzımdır ve bunlar birer sebeptirler. Bir telefonun, telsizin konuşulanları nakledebilmesi için plâstik, kablo, bakır, tel vs., vs. gibi sebepler lâzımdır. Elbette, masa ve telefonu sebepler yapamaz. Onların arkasında bir ilim, irade, güç, kuvvet, görme, bilme gibi fiiller sahibi olmalıdır.

İşte tevekkül deyince, böyle bir anlayışı kast ediyoruz. Kanaat ise, yetinmek değil, çalışmanın sonucuna razı, memnun olmak ve çalışmaya devam etmektir.

Tevhid, Allah’ın varlığı ve birliğine imanı gerektirir. Bu da tevekkülü ve kanaati. Tevekkül ise, çalışmayı yaptıktan, sebeplere müracaat ettikten sonra sonucu O’ndan beklemeyi gerektirir...

Kanaat ise, çalıştıktan sonra kısmetine, kazandığına memnun ve razı olmaktır. Ve çalışmaya devam etmektir.

Tevekkül ve kanaat; hayatın her katmanında her safhasında, her söz, fiil ve davranışta tezahür eden ve maddî manevî her noktada yükselten bir sır olur.

***

Efsane Wimbledon’un ilk zenci şampiyonu Arthur Ashe, kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğindeydi. Dünyanın her köşesindeki hayranlarından mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesi şöyle soruyordu:

“Allah böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?”

Arthur Ashe cevap verdi:

“Bütün dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar. 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir. 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50’si Wimbledon’a kadar gelir, 4’ü yarı finale, 2’si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Allah’a ‘Neden ben?’ diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Allah’a nasıl ‘Niye ben’ derim?”

Daima mütevekkil olun ve “Neden ben?” diye sormayın, ne olacaksa olur ve her şeyin hayırlısı olur. Mütevekkil ve kanaatkâr bir eş seçen, tükenmez bir hazinedar bulmaz mı?

Ali Fersadoglu
 
Üst