BİR KERE DAHA NAMAZ
Soru: İşlerin yoğunluğunu bahane ederek namaz kılmaya vakitlerinin olmadığını söyleyenler var. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Her meselenin başı ve esası iman olduğu gibi, bu meseleye de öncelikli olarak bu çerçeveden yaklaşmak gerekir. Şöyle ki, imanın şartları arasında sayılan esaslar, ferdin dünyaya bakış açısını şekillendirmektedir. Buna göre Allah'a iman, kalbî huzurun yegane esası ve teminatıdır. Allah'a imandan nasibi olmayan kalbler, bu boşluğu kat'iyen başka bir şeyle kapatamazlar. "Dikkat edin. Kalbler başka deği! ancak Allah'ı zikir ile tatmin olur."(Râd, 13/2 âyeti bu hakikatı hatırlatır.
Peygamberlere iman; maziyi karanlık, geleceği ise endişeler içinde görme bahtsızlığından kurtaran önemli bir faktördür. Biz, onlara ve hususiyle de Nebiler Sultanı'na iman sayesinde, dünya ve ukbanın en tehlikeli yerlerini berk-i hâtif gibi geçeceğimize inanır, O'nun şefaat-i uzması ile hayal ufuklarımızı aşan nimetlerle serfiraz olacağımıza iman ederiz.
Meleklerine iman; bize, en yalnız kaldığımız anlarda dahi onlarla beraber olduğumuz, onların kontrol ve gözetimi altında bulunduğumuz hissini verir. Bu mülâhaza ile davranışlarımızı kontrol altına alır ve hayatımızı duyarak hissederek yaşarız.
Kadere iman; musibet veya meserret televvünlü başa gelen her şeyin O'ndan olduğuna, aksine ihtimal vermeyecek kat'iyette inanma demektir.
Âhirete iman; iman esasları içinde yer alan ve davranışlarımızı murakabe altına almamızı sağlayan en büyük unsur olmanın yanında, hadd ü hesaba gelmeyen nice dünyevî faydalar da sağlamaktadır. Ayrıca her bir müminin gaye-i hâyâli olan, Allah Rasulü ile vicahî görüşmek, ancak ahirette olacaktır. Enbiyâ-yı izâm, selef-i salihin, evliya-yı kiram, asfiya-yı fihâm hazerâtının hemen hepsi ahirettedir. Dolayısıyla bunlarla kavuşma aşk u şevki içinde bulunan müminlerin, ahirete imanı ve o imanın kazandırdıkları bir başkadır.
Şimdi, bu esasların bütününe iman etmek, kişiyi, öncelikle akide konusunda, oturması gereken yere oturtacak ve onu gerçek huzura kavuşturacaktır. Bundan sonra da, bu huzuru ihlal eden unsurlar iradî olarak def edilecek ve yine huzurun devamını sağlayacak ibadetler yerine getirilecektir. Dolayısıyla, soruda bahsedilen husus, şayet vâki ise, bu problemin menşei ibadet öncesindeki icmalen arzettiğimiz iman esaslarında aranmalıdır. İmanı tam tekmil olanlar için böylesi problemler aslâ bahis mevzuu olamaz.
Burada soruya cevap ararken, namaz ile ilgili bazı mücmel değerlendirmeler de yapılabilir zannediyorum. Namaz, yukarıda kısaca üzerinde durduğumuz iman esaslarını teker teker hatırlatan bir ibadettir. Namazda her zaman, potansiyel bir hatırlatma ve derin bir zevk vardır. O, insana, Rabb karşısındaki acz ve fakrını hatırlatır. Üstesinden gelinmesi mümkün olmayan ya da öyle gözüken problemleri çözme yollarını gösterir ki, bunun aslı ve esası da her şeye gücü yeten bir Kadîr-i Mutlak'a imandır. Bu son hususu, Fatiha ayetleri üzerinde durarak biraz daha açabiliriz:
Elhamdü'lillahi rabbi'1 alemin: Hamd, zerrelerden sistemlere kadar her şeyi terbiye eden, yetiştiren. olgunlaştıran Allah'a mahsustur. Binbir hadise karşısında elimizden tutan ve bizi boğulmaktan kurtaran böyle bir Rabbe inandıktan sonra ben ne için ümitsiz olacağım ki?
Er-IZahmani'r-Kahim: O dünya ve ukbada, kafirlere de müminlere de merhametlidir. Rahmeti, gadabını ve öfkesini aşkındır. Öyleyse ne diye ümitşiken olacağım ki?
Mâliki yevmi'd-din: O, ceza gününün tek sahibidir. Her kulun burada yapmış olduğu en küçük amelleri dahi, kendisine arzedecek ve hesabını soracaktır. Ama rahmeti gadabını geçmiş olan Allah'ım bana orada da yardım elini uzatacaktır.
İyyake na'büdü ve iyyake nestain: Kulluğumuzu sadece Sana hasrettik.. ve sadece Senden yardım diliyoruz. Senin Rububiyetin, Uluhiyetin karşısında boynumuzda tasma ve kulağımızdaki küpe ile kapına geldik. Bu halimizle sana köle olduğumuzu ilan ve itiraf ediyoruz. Fakat bu ne şerefli bir kölelik; Sultanımız, Sultanlar Sultanı olan Sensin Allah'ım. Ayrıca bizler, hiçbir mahlûka boyun eğmeyecek kadar aziz ve şerefliyiz. Senin hoşnutluğunun olmadığı her şeye başkaldırmaya hazırız.. ve biz sadece Seni dileriz. Yunus'un ifadeleri içinde
"Cennet cennet dedikleri Birkaç köşkle birkaç huri İsteyene ver onları
Bana Seni gerek Seni" diyoruz.
Şimdi, her tarafında tevhid akidesi nümayan ve şuurla yapılan bu kulluğun arzedilmesi ve yardım dileme aslında Allah'ın lütuf ve ihsanları karşısında yapılması gerekli olan şükrün, ibadetin tam yapılamadığının bir itirafıdır. Hâlık-Mahlûk münasebetini kavramış olmanın esprisi içinde âciz ve fakir olunduğunun beyanıdır. Öyle ise, bu anlayış ve bu düşünce içinde bulunan bir insan nasıl ümitsiz olur ki?
Fatihâ’nın devam eden cümleleri de aynı minval üzere değerlendirilebilir. Ancak ifade edilmek istenen mânâ anlaşıldığı zannıyla kısa kesiyorum. Evet, bu duygu ve düşüncelerle namaz kılmaya muvaffak olabilen bir insanın, dünyevî işlerini bahane ederek namaz kılmaması düşünülemez. Öyleyse imanın yanı sıra, namaz hakikatinin de bu insanlara anlatılması ve mümkünse, bunları duymasına yardımcı olunması şarttır.
İnsan, namaz ibadeti ile, tıpkı günebakan çiçeklerinin güneşe bakarak gelişimlerini tamamlamaları gibi gelişmesini tamamlayabilir. Günde 5 defa Rabbisine teveccüh ederek, pörsüyen duygularını, solan şuurunu yeniden canlandırabilir.. ve tekrar zindelik kazanabilir.. kazanabilir ve böylece Rabbisine olan ahd ü peymanını yeniler. Bu yönüyle namaz, Allah'ın bizlere en büyük bir lütfudur. Bunun yokluğu, güneşin yokluğu gibidir. Nasıl güneş olmadığında -sebepler plânında- günebakan çiçekleri de yoktur; öyle de ibadet olmadığında, bir anlamda insan da yoktur. Öyleyse ibadete gerçek anlamda muhtaç olan bizleriz.
Namaz kılan ve Rabbisinin huzurunda şarj olan bir insan, atılacağı ticarî hayatında haramlardan, mekruhlardan olabildiğine kaçınır. Özellikle gün ortasında kıldığı öğle, ikindi namazları, insanın murakabe ve muhasebe hislerini çoşturur. O mekanizmayı harekete geçirir ve insanı yanlışlar içine düşmekten kurtarır. Akşam, yatsı, teheccüd ve sabah namazları ise
"Nâçar kaldığı yerde nâgah açar ol perde
derman olur her derde" dizeleriyle anlatılmak istenen esrarın tecelli merkezleridir.
Ve namaz Müslümanın günlük hayatını düzen ve nizam altına alan cebrî bir faktördür. Günde 5 defa Rabbin huzuruna çıkan insan, ister-istemez, hayatını bir düzen içine sokar. Sabah namazından sonra işine başlar. 6-7 saatlik bir yoğun mesai ile yeniden yorulunca, öğle namazı ile yeniden zindelik kazanır. Döner ikindiye kadar tekrar çalışır. İkindi namazı ile yeniden zihnî ve bedenî dinlenme faslı yaşar. Zaten böyle bir mesaî tanzimi olmasa, o iş yerinden netice almak, adeta imkansız denecek ölçüde azalır. Namazdaki bu esasları bilemeyen, sezemeyen insanlar huzursuzluk girdabına kapılır ve bunalımdan bunalıma sürüklenir giderler.
Hasılı, işlerinin çokluğundan namaza vakit bulamayanlar, İlâhî gerçeklere gözleri kapalı olanlardır. Buna göre imandaki zafiyet, iman esaslarına inanılması gerektiği ölçüde inanmama ve bir-iki noktasına temas ettiğimiz namaz hakikatini kavrayamama, maalesef insanımızı bu türlü düşünceler içine sokabilmektedir. Bunlardan kurtuluş yolu ise, yukarıda kısmen izah etmeye çalıştığımız gibi, yakîn derecesinde bir iman ve onun hayata yansıtılmasıdır.
RİSALE...
Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: "Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor."
O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra nefsimi dinledim, işittim ki, aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki, tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım, o zât, o sözü bütün nüfûs-u emmârenin nâmına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman, ben dahi dedim: "Mâdem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım."
Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil "Beş İkaz"ı benden işit.
* Birinci İkaz
Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?
Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyf için ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır, hem fâidesiz gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medâr olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek, usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur. İkinci İkaz
Ey şikemperver nefsim! Acaba, her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu?
Mâdem vermiyor; çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil, belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise, hâne-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdâsı, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbâniyemin hava-i nesîmini cezb ve celb eden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.
Evet, nihayetsiz teessürât ve elemlere mâruz ve mübtelâ ve nihayetsiz telezzüzâta ve emellere meftun ve pürsevdâ bir kalbin kùt ve kuvveti, herşeye kàdir bir Rahîm-i Kerîmin kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.
Evet, şu fânî dünyada kemâl-i sür'atle vâveylâ-i firâkı koparan giden ekser mevcudâtla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise, herşeye bedel bir Ma'bud-u Bâkînin, bir Mahbub-u Sermedînin çeşme-i rahmetine, namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.
Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir Zâtın aynası olan ve nihayetsiz derecede nâzik ve letâfetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latîfe-i Rabbâniye, şu kasâvetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümâtlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pekçok muhtaçtır. Ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.
* Üçüncü İkaz
Ey sabırsız nefsim! Acaba, geçmiş günlerdeki ibâdet külfetini ve namazın meşakkatini ve musîbet zahmetini bugün düşünüp muztarip olmak, hem gelecek günlerdeki ibâdet vazifesini ve namaz hizmetini ve musîbet elemini bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır?
Şu sabırsızlıkta misâlin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde, o tutar, mühim bir kuvvetini sağ cenâha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem, sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden büyük bir kuvvet gönderir. "Ateş et!" emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder, târ ü mâr eder.
Evet, buna benzersin. Çünkü, geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş. Elemi gitmiş, lezzeti kalmış; külfeti, kerâmete iltihak ve meşakkati, sevâba inkılâb etmiş. Öyle ise, ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzım gelir. Gelecek günler ise, mâdem gelmemişler, şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek, aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp, bağırıp çağırmak gibi bir divâneliktir.
Mâdem hakikat böyledir, âkıl isen, ibâdet cihetinde yalnız bugünü düşün. Ve, "Onun bir saatini ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarf ediyorum" de. O vakit senin acı bir fütûrun, tatlı bir gayrete inkılâb eder.
İşte ey sabırsız nefsim! Sen, üç sabır ile mükellefsin: Birisi tâat üstünde sabırdır, birisi mâsiyetten sabırdır, diğeri musîbete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu Üçüncü İkazdaki temsilde görünen hakikati rehber tut. Merdâne, "Yâ Sabûr" de, üç sabrı omuzuna al. Cenâb-ı Hakkın sana verdiği sabır kuvvetini, eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musîbete kâfi gelebilir. Ve o kuvvetle dayan.
* Dördüncü İkaz
Ey sersem nefsim! Acaba, şu vazife-i ubûdiyet neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki, bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır. Ve fütursuz çalışırsın. Acaba, bu misafirhâne-i dünyada âciz ve fakir kalbine kùt ve gınâ ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıdâ ve ziyâ ve herhalde mahkemen olan Mahşerde senet ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsünde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir? Veyahut ücreti az mıdır?
Bir adam sana yüz liralık bir hediye vaad etse, yüz gün seni çalıştırır. Hulfü'l-vaad edebilir. O adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulfü'l-vaad, hakkında muhâl olan bir Zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana vaad etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle Onu vaadinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir te'dibe ve dehşetli bir tâzibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada, hapsin korkusundan, en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde, Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve latîf bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?
* Beşinci İkaz
Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibâdetteki fütûrun ve namazdaki kusurun, meşâgil-i dünyeviyenin kesretinden midir? Veyahut derd-i maîşetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarf ediyorsun?
Sen istidad cihetiyle bütün hayvanâtın fevkınde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedârikte, iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı dâime için sa'y etmektir.
Bununla beraber, meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana âit olmayan ve fuzûlî bir sûrette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyânî meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güyâ binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz mâlûmât ile vakit geçiriyorsun. Meselâ, "Zühalin etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?" ve "Amerika tavukları ne kadardır?" gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güyâ, kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun!
Eğer desen: "Beni namazdan ve ibâdetten alıkoyan ve fütur veren, öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maîşetin zarûrî işleridir." Öyle ise, ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan, sonra biri gelse, dese ki, "Gel on dakika kadar şurayı kaz. Yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın." Sen ona, "Yok, gelmem. Çünkü on kuruş gündeliğimden kesilecek. Nafakam azalacak" desen, ne kadar divânece bir bahane olduğunu elbette bilirsin.
Aynen onun gibi, sen, şu bağında nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen, bütün sa'yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer, sen, istirahat ve teneffüs vaktini ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medâr olan namaza sarf etsen, o vakit bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan iki mâden-i mânevî bulursun:
• Birinci mâden: Bütün bağındakiName=Hâşiye; HotwordStyle=BookDefault; yetiştirdiğin, çiçekli olsun, meyveli olsun, her nebâtın, her ağacın tesbihâtından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun.
• İkinci mâden: Hem, bu bağdan çıkan mahsülâttan kim yese-hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun-sana bir sadaka hükmüne geçer; fakat o şart ile ki, sen, Rezzâk-ı Hakiki nâmına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını Onun mahlûkatına veren bir tevzîât memuru nazarıyla kendine baksan.
İşte, bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasâret eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder! Ve sa'ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i mânevî temin eden o iki neticeden ve o iki mâdenden mahrum kalır, iflas eder. Hattâ, ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. "Neme lâzım," der. "Ben zâten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim?" diyecek, kendini tenbelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: "Daha ziyâde ibâdetle beraber, sa'y-i helâle çalışacağım. Tâ, kabrime daha ziyâde ışık göndereceğim. Âhiretime daha ziyâde zahîre tedârik edeceğim."
Elhâsıl: Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı; yarın ise, senin elinde senet yok ki, ona mâliksin. Öyle ise, hakiki ömrünü bulunduğun gün bil. Lâakal, günün bir saatini ihtiyat akçesi gibi, hakiki istikbâl için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccâdeye at.
Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümâtlı ve perişan bir halde gider. Senin aleyhinde âlem-i misâlde şehâdet eder. Zîrâ herkesin, her günde, şu âlemden, bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasıl ki aynanda görünen muhteşem bir saray, aynanın rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür; kırmızı ise, kırmızı görünür. Hem, onun keyfiyetine bakar; o ayna şişesi düzgün ise sarayı güzel gösterir, düzgün değil ise çirkin gösterir. En nâzik şeyleri kaba gösterdiği misillü, sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle kendi âleminin şeklini değiştirirsin; ya aleyhinde, ya lehinde şehâdet ettirebilirsin. Eğer namazı kılsan, o namazın ile, o âlemin Sâni-i Zülcelâline müteveccih olsan, birden sana bakan âlemin tenevvür eder. Âdetâ, namazın, bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi o âlemin zulümâtını dağıtır. Ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karma karışık perişâniyet içindeki tebeddülât ve harekât, hikmetli bir intizam ve mânidar bir kitâbet-i kudret olduğunu gösterir, Name=296; HotwordStyle=BookDefault; âyet-i pürenvârından bir nuru senin kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in'ikâsıyla ışıklandırır. Senin lehinde nurâniyetle şehâdet ettirir.
Sakın deme, "Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede!" Zîrâ bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmâl ve tafsil ile olduğu gibi, senin ve benim gibi bir âmînin -velev hissetmezse-namazı, büyük bir velînin namazı gibi, şu nurdan bir hissesi var, şu hakikatten bir sırrı vardır-velev şuurun taallûk etmezse. Fakat, derecâta göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar merâtib bulunur; öyle de, namazın derecâtında da, daha fazla merâtib bulunabilir. Fakat bütün o merâtibde, o hakikat-i nurâniyenin esâsı bulunur.
Name=297; HotwordStyle=BookDefNÜKTELER...
SECDESİZ BAŞ
Şeytan, namaz kılmayan bir adamla arkadaş olmuş. Adamın Rahman'a secde etmediğini görünce şöyle derniş:
- Ben Hazreti Adem'e bir kerecik secde etmediğim için dergâh-ı Rabb-ı izzetten kovuldum. Sen ise her gün beş vakit namazın bu kadar secdesini terk ediyorsun. Acaba sen ne olacaksın?
İnsanlar, namaz kılmadıklarında kimin huzuruna çıkmadıklarını, nasıl bir davete iştirak etmediklerini, bugün gitmedikleri huzura bir gün eli kolu bağlı götürüleceklerini düşünüp ürpermelidirler.
İnsanda "namazsız olmaz" anlayışı hakim olmalıdır ki, elhak doğrudur. Zira her şeysiz olur, ama ebedî hayatın havası ve suyu olan namazsız olmaz, yaşanmaz.
İnsanların beynamaz olduğunu görenler, birlikte ateşe atlar gibi bunu çok normal zannetmektedir.
Anneler, aileler, evlatlarına namazsız da yaşanılabilir izlenimi vererek zulmetmekte, onları korkunç bir akıbetin ve çirkinliğin içine atmaktadır. Merhametli bir annenin evladını böyle bir ateşe atması düşünülemez.
"Kulun Allah'a en yakın olduğu an secde anıdır" ki, sonlunun Sonsuz'la randevusu, buluşup konuşma şerefidir.
ÖMER VE NAMAZ
Ateşgede, İranlı bir köle, Hz. Ömer Efendimizi namaz kılarken sırtından hançerlemişti. Namazını tamamlamak için belini doğrultmaya çalışıyordu. Yanındakiler, "Sen namaz kılamazsın." dedikçe, o "namaz" diyor, Rabb'ine "namaz" diyerek yürüyordu. Kendini kaybetmeye başlamıştı. Adeta komaya girmişti. Uyandırmaya çalışıyorlar, bir türlü muvaffak olamıyorlardı.
Bir ara içeriye ashabın gençlerinden Misver Ibn-i Mehrame girdi. "Emir-ül Mü'minin'i uyandıramıyoruz!" dediler. Yaşı gençti ama, Ömer'i çok iyi anlamıştı:
-Emir-ül Mü'minini namaza çağırın, dedi. Birisi, ağzını kulağına doğru yaklaştırdı:
-Es salâh Ya Emir-ül Mü'minin, dedi. "Namaza ey mü'minlerin emiri!" diyordu.
Bıçak keser, ateş yakar, su ıslatır, Ömer namaza çağrılınca kalkardı. Uyuyan ve birkaç defa çağrıldıktan sonra "Geliyorum!" diyen bir insanın telaşıyla:
- Ha Allahi izen. "Tamam şimdi kalktım!" diyerek doğrulmaya çalıştı.
Fethullah Gülen Hocaefendi, bu hâdiseyi anlatıyor ve şöyle yorumluyordu. "Eğer sizde, Ömer vefat ettikten sonra sesinizi ona duyurabilecek ses olsaydı ve siz ona "Es salâh Ya Emir-ül Mü'minin" diye seslenseydiniz, toprağın altından, "Ha Allahi izen" diyerek doğrulduğunu görecektiniz."
Hz. Ömer'deki namaz aşkı bu idi.
KELEPÇELERİN ÇÖZÜLMESİ
Bediüzzaman Hazretleri, Mardin'de iken Molla Said diye anılır. Molla Said 'in Mardin hayatı hâdiseli geçtiğinden, şehirdeki dalgalanmayı durdurmak maksadı ile Mardin Mutasarrıfı, Molla Said 'i Savurlu Mehmet Fatih ve İbrahim isimli iki jandarmanın nezaretinde Mardin'den çıkarır.
Savur ilçesinin Ahmedi köyü yakınından geçerken, namaz vakti gelir. Molla Said kelepçelerinin açılmasını ister. Jandarmalar kabul etmezler. Bunun üzerine kolundaki demir kelepçeler çözülür. Yere bırakır. Jandarmaların şaşkın bakışları altında abdestini alıp, namazını kılar. Namazdan sonra:
"Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra sizin hizmetkârınızız." diyen jandarmalardan, kendi vazifelerini yapmalarını ister.
Bu hâdise o günden sonra her sorulduğunda: "Olsa olsa namazın kerametidir." diye cevap verir.
Allah'a o kadar bağlı, O'nunla o kadar dolu, şirkin en küçük ve en gizlisine bile o kadar karşıdır ki, bir sefer ol sun nefsine tek pay biçmemiştir. O öyle olduğu için Bediüzzaman'dır.
NAMAZINI KAÇIRMAMIŞ
Zenbilli Ali Efendi, Bayezid-i Veli camisinin açılışında namaz için toplanmış olan cemaate mihraba yakın bir yerden şöyle diyordu:
- Cemaat-i Müslimin! İçimizde ilk namazda imamlık yapmaya lâyık bir çok zevat vardır. Hangisini ötekisine tercih edeceğimizi bilemez hâle geldik. Bu durumda sizlere şöyle bir teklif sunuyorum. Baliğ olduğu günden şu ana kadar hiçbir namazını terk etmemiş kim varsa namazı o kıldırsın. Şimdi lütfen böyle olan zat mihraba geçsin, bekliyoruz.
Cemaat bir anda sükut kesilmişti. Kimse yerinden kalkmıyor, mihraba geçmiyordu. Bir kişi Zenbilli'ye doğru yürüdü, kulağına eğildi ve:
-Rabb'ime şükürler olsun, şehzadeliğimde ve sultanlığımda, hazarda da, seferde de bir vakit namazımı terk etmedim, dedi.
Bu sözlerden sonra mihraba geçti. Yüreklerde coşku ve ürperti hasıl eden bir sesle ellerini kaldırdı ve:
-Allahu Ekber! dedi.
İmam, Sultan İkinci Bayezid Han'dan başkası değildi.
Bir millet nasılsa, öyle idare edilir. Bir şeyin içinde ne varsa üzerindeki onun kaymağıdır, o şeyin özelliklerine daha çok havidir. Bu hâdisede olduğu gibi, ihtimal Osmanlı süzülse idi, Sultan olarak karşımıza yine aynı şahıslar çıkardı.
KASAP TAHİRİN TESBİHİ
"O'nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O'nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır." (Bediüzzaman)
Kunduracılar esnafından iri yan, cesur bir adam. Afyon ve civarını haraca bağladığı için "Belâlı Tahir" diye tanınırken, karısına sarkıntılık eden bir alçağı kösele bıçağıyla doğrayınca, "Kasap Tahir" diye anılmaya başlamış.
Hem ellerinden hem ayaklarından prangaya vurulan idam mahkûmu Tahir, hücresinden hava almak için hapishane bahçesine çıkarıldığı zamanlarda bile bu zincirlerle dolaşırken, bir gün bahçede Üstad Bediüzzaman'la karşılaşır.
Üstad'ın "sûreti"nden "siyref'ini okuyan Kasap Tahir, derdini ummana atmanın kıvranışı içinde:
-Ne olur bana dua buyurun! Kurtarın beni bu halden Hocam!., diye yalvarıp yakarınca, Üstad:
-Bu sana takılan şeyler, senin idam mahkûmiyetinin zincirleri değildir! Senin tesbihindir bunlar!.. Sen namazına başla, teşbihini çek, ben de dua edeceğim, inşaallah kurtulursun!., diye nasihatte bulunur.
O andan itibaren Allah dostunun gönül frekanslarıyla ihtizaza gelen Tahir, madden ve manen temizlenip tahir hale gelir ve namaza başlar. Namaz sonunda kendisini bağlayan zincirlerin halkalarını bir bir sayar. Bir de ne görsün; tamı tamına otuz üç halkadır zincir. O andan itibaren o zinciri de teşbih edinir temiz Tahir...
Ve günler, haftalar, aylar derken, bir süre sonra Üstadının kerameti gerçekleşir ve daha önce ruhu hürriyetine kavuşan Tahir, 1950 affıyla da cismi hürriyetine kavuşur.
HZ. ÖMER’İN TEKRARLATTIĞI NAMAZ
Bedevinin biri mescidde acele ile öyle bir namaz kılar ki, durumu seyreden halife Hazret-i Ömer ikaz etmek zorunda kalır.
— Ey Allah'ın kulu, bu nasıl namaz böyle? Tavuğun yem yediği gibi. İyisi mi, sen şu namazını yeniden kıl!
Adam tutar yeniden kılar. Ama nasıl lalar? Acelesiz, tadil-i erkana riayet ederek.
Durumu seyreden Halife, namazdan sonra sorar:
— Sen söyle şimdi, hangi namazın daha güzel oldu?
Adam cevap verir:
— İlk namazım daha güzeldi?
— Niçin?
— Çünkü, der, onu sadece Allah rızası için kılmıştım, bu ikincisini senin nezaretinde, senin rızan için kılmış oldum da ondan!
Bu sözün gerçekten payı vardır. İnsan sadece Allah nzasını esas maksad yapmalı, çevresinde şunun bunun görmesini, beğenmesini asla hatırına bile getirmemeli. Farzına, vacibine, sünnetine dikkat etmelidir.
Bununla beraber, farzlarda riya olmaz hükmü kesindir. Nerede olursa olsun namazınızı kılın, riya korkusunu hatırınıza bile getirmeyin. İnsanların oldukça derin gaflete daldıkları şu devirde hemen her yerde çekinmeden ibadetler eda edilmeli, görenlerin vicdan muhasebesine de vesile olmalıdır. Bu halinizle siz Rabbınızın rızasını düşünürsünüz, onlar da vicdanlarının sesini dinlerler.
HZ. ALİ (R.A.) EFENDİMİZ NASIL NAMAZ KILARDI?
Hz. Ali (R.A.) Efendimiz öyle bir huzur-u kalb ile (kalb huzuru) ile namaz kılardı ki, bütün dünya alt üst olsa dünya yıkılsa hiç haberi olmaz {duymaz)dı.
Hz. Ali {R.A.) Efendimizin menkıbelerinde denilir ki: "Bir harpte Hz. Ali Efendimizin mübarek ayağına bir ok gelmiş, okun demir kısmı kemiğe işlemiş saplanmıştır. Bu yüzden okun demirini çekip çıkaramadılar. Bir cerrah bulup getirdiler. Cerrah demiri görünce Hz. Ali (R.A.) Efendimize:
—Size aklı gideren, bayıltıcı bir ilâç vermeli ki, ancak o zaman bu demiri çekip almak mümkün olur. Yoksa bunun ağrısına tahammül edilemez dedi. Emirül-Mü'minin (Müminlerin emin-Halifesi) Hz. Ali Efendimiz:
—Bayıltıcı ilâca lüzum yok. Biraz sabredin. Namaz vakti gelsin. Namaza durunca çıkarırsınız buyurdu.
Namaz vakti geldi. Hz. Ali (R.A.) namaza başladı. Cerrah da Emirül-Mü'minin Hazretlerinin mübarek ayağını yarıp demiri çıkardı. Yarayı sardı. Hz. Ali (R.A.) namazı bitirince cerraha:
— Demiri çıkardın mı? buyurdu. Cerrah:
— Evet, çıkardım efendim dedi. Hz. Ali (R.A.):
— Hiç farkına varmadım. Ayağımdaki demiri çıkardığınızı duymadım buyurdu.
GARİP BİR SUAL
Bir kişi gizlice müftüye sordu dedi ki:
"Bir kimse namazda iken feryat ederek ağlasa, acaba namazı bozulur mu, namazda ağlamak caiz midir?" Müftü:
"Adamın neden ağladığına bakmak lâzımdır. Acaba adam ne gördü de namazda huzuru ilâhide iken ağladı. Eğer ağlayan kişi öbür âlemi görerek, onun heybetiyle ağladıysa namazı daha makbul hâle gelir. Yok eğer bedeninde hasıl olan bir ağrıdan dolayı ağladıysa o zaman ip de kırıldı iğne de; ne namazı kaldı ne niyaz." dedi.