Konuya cevap cer

PIRLANTA SERİSİ…

CİHADA DENK TUTULAN NASİHAT

Soru: “Zayıflara, hastalara, (Allah yolunda) harcayacak birşey bulamayanlara, Allah ve elçisi için nasihat ettikleri takdirde cihada çıkmamalarından ötürü bir günah yoktur”(Tevbe, 9/91) buyuruluyor. Burada cihada denk tutulan nasihatın keyfiyeti ve sınırları nelerdir?

Cevap: Cihad; Efendimiz (s.a.s)’in de beyan ettikleri gibi dinimizde kendisine denk ikinci bir amel bulunmayan ve hususî önem arzeden bir ibadettir. Buna göre, “Allah ve elçisi için nasihat”i “cihad”a denk tutma meselesini, zannediyorum şu şekilde anlamak daha doğru olur. Nasıl ki, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) geceyi ihya edemeyip, teheccüde kalkmadığında onu ikiye katlayarak, gündüz eda eder ve bunun, o gecenin ihyasına bedel olmasını beklerdi. Öyle de, herhangi bir mazeretinden dolayı cihada katılma imkânını bulamayanlar, yine Cenâb-ı Hakk’ın o engin rahmetine itimad edip nasihat ederek, bu nasihatın cihada bedel sayılmasını ümit edebilirler. Değilse, cihad kendisine farz ve buna hiçbir mani yokken onu terkedip Allah ve Resulü için insanlara nasihat etmekle o boşluk kapatılamaz!

Ancak, değişik devirlere göre cihadın şekli de farklı farklıdır. Bazen sırf bir nasihat, bazen birisine rehberlik yapmak, bazen de küfre karşı tavır belirlemek bir cihad olduğu gibi, çok defa hüsn-ü misal olma da bir cihad sayılabilir. Meselâ Asr-ı Saâdet’te belli bir süre hicret, aynen cihad telâkki edilmiştir. Öyle ki, Sahabe-i Kiram efendilerimizin çoğuna, İslâm’a ilk girişlerinde hicret de şart koşulmuş, hatta içlerinde hicret etme fırsatını bulamayanlar, hicret yapamamaktan hasıl olan boşluğu acaba nasıl doldurabiliriz?” endişesiyle fevkalade üzülmüşlerdir. Ebu Cehil’in anne bir kardeşi olan Ayyâş bu mahzun insanlardan biridir. Evet o, Mekke fethine kadar 20 yıllık hayatını zincirler içinde geçiren ve Kur’ân-ı Kerim’in “mustad’afîn” tabiriyle anlattığı insanlardan biridir. Zaten bunun gibi mazereti olmayanlara Kur’ân: “Arz geniş değil miydi? Niçin hicret etmediniz?” (Nisa, 4/97) diyerek itapta bulunur. Demek ki o devrede hicret cihadın önemli bir buudu veya ta kendisi sayılıyor.

Başka misaller de var Asr-ı Saadette: Hastalık veya sakatlığından dolayı, ya da bakıma muhtaç anne-babası olduğu için cihada gidemeyenler bunlardan bazıları. Cihada iştirak etmek için kaçıp gelen bir gence Efendimiz (s.a.s) “(Bakıma muhtaç) annen-baban var mı?” der ve ondan “Evet” cevabını alınca “Dön, sahipsiz annen-baban için cihad et” yani onların bakımını-görümünü yap, buyurarak, onun cihadının ana-babasına bakmak olduğuna işaret buyurur. İşte, bahsi geçen âyet-i kerime bu veya benzeri sebeplerle, her nasılsa cihada gidememiş olanlara, başkaları cephede cihad ederken veya emr-i bil-maruf nehy-i anil-münker yaparken etrafındakilere nasihat ederek o boşluğu kapatabileceklerine bir işaret sayılabilir.

Sorunun sonunda da “cihada denk tutulan nasihatın keyfiyet ve sınırları”soruluyor ki, bu hususta da şunlar söylenebilir: Nasihatın Türkçemizdeki mânâsını, Farsça’dan bize geçen bir kelime ile ifade edecek olursak “hayırhahlık” demek uygun olur zannediyorum. Birisi hakkında hayır düşünme, hayır isteme, onu sırat-ı müstakime, tevhide ulaştırma, gönlünü ibadet ü taat şuuruyla donatma, hizmet etme şuuru istikametine yöneltme, evet bunların hemen hepsi derecesine göre birer hayırhahlıktır. 

Bir hadis-i şerifte belirtildiği üzere “din nasihattır” sözü çok şümullü bir kavramdır. Yani meseleye Allah’ın anlatılması şeklinde yaklaşırsak, O’nun Zât-ı Uluhiyyetine yaraşır, yakışır şekilde anlatılması demektir. Ayrıca, O’nun anlatılıp sevdirilmesi, bu da kendi buudları içinde ayrı bir nasihattır. Resulullah (s.a.s)’ın anlatılıp sevdirilmesi nasihatın ayrı bir yanıdır.

Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, bütün insanların hidayetini, rüşdünü, cennete veya sırat-ı müstakime yönlendirilmesini hedef alarak hayırhahlık yapmak ise, büyük çapta bir nasihattır. Bundan başka, çok küçük bir bid’atı izale ederek bunun yerine bir sünneti ikame etme, dinin farzlarını vaciplerini, hayata hâkim kılma.. hepsi birer nasihattır. İşte bütün bu nasihatların elzemliği ölçüsünde, Allah katındaki kıymeti ve derinliği de artar...

Günümüzde, tevhid anlayışının sarsıldığı bir dönemde, Risale-i Nur mesleği olan ve onun hedefi sayılan “Allah’a iman” hakikatını tesbit etme, onu insanların ruhuna perçinleme ve herkese kabul ettirme gibi bir nasihatı da bu kategoride bilhassa vurgulamak icabeder. Hatta böyle bir nasihat nasihatların zirveleşmiş şekli ve doruk noktasıdır. 

Bunlardan alınacak sevaba gelince; bir sünneti ihya etmenin Allah katındaki önemi ne ise, bir sünnetin ihyasında o kadar sevap alınır. Bir farzı ihya edip hayata geçirmenin Allah katındaki kıymeti ne kadarsa, o farz ihya edildiğinde de o kadar sevap elde edilir. Ancak, Allah’ı tanıttırma, kalpleri ve ruhları O’nun marifet ve muhabbetiyle tezyin edip itminana erdirme, gönüllerin zevk-i ruhaniye açılmasını sağlama.. bunlar öyle farzlar üstü farzdır ki, bunlara vesile olunduğu takdirde kazanılacak sevabın çapı ve rıza-yı ilâhîye uygunluğu da o ölçüde olacaktır. Risale-i Nur talebelerinin hizmeti, üstadları gibi farzlar üstü farzlarla gelen varidâttır ve onlar da işte o ölçüde, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına, inayetlerine, takdirlerine ve tebcillerine mazhar olurlar. Arkadan gelenler de durumlarını bu ölçülere göre ayarlamalıdırlar. 

AHİRZAMAN CEMAATİNİN VASIFLARI

Ahirzaman’da İslâm’a hizmet edecek topluluğun en önemli vasıflarından biri de vaizliktir. Bunlar, cami kürsülerinde veya başka yerlerde vaaz ve nasihatlarla dinin ruhunu aksettireceklerdir.

Bu cemaatin ikinci önemli vasfı ise, alışılmış sistemleri ve tabuları parçalamaktır. Evet, dünyada çığır açan kimseler, hep alışılagelen şeylerin dışında neş’et etmişlerdir. Ve şunun-bunun prensiplerine de uymamışlardır uyamazlar da, çünkü prensipleri kendileri vaz’ederler.

MESİHİYET’İN BİR YANI

Hz. Mesih’in değişik husûsiyetleri vardır. Efendimiz, gerçi “âlemler için rahmettir”; fakat, O'nda hikmet de hâkimdir ve her şey dengelidir. Hz. Mesih’te ise, ilk bakışta dengesiz gibi görünen, fakat esâsen Benî İsrail maddeciliğini ve dolayısıyla da Yahudi merhametsizliğini dengeleyen bir rahmet ve şefkat vardır. Öyleyse, âhir zamanda Muhammedî rûhu temsille ihyâ vazifesini görecek olanlar, aynı zamanda Hz. Mesih gibi şefkat ve merhamet insanı da olmalıdırlar. Çok defa karşılaştığımız gibi bugün, temelde rahmet ve şefkatle alâkaları olmadıkları halde, birtakım masonik gruplar hümanizmden bahsediyor, hatta öldürürken bile “şefkat” diyor ve “merhamet”ten dem vuruyorlar. Herhalde bu husus âhir zamanda daha bir önem arzedecek.. öyle ise, insanlığa gerçek şefkat, mürüvvet ve merhameti gösterme bakımından da bizim bir kısım sorumluluklarımızın olduğu kanaatindeyim. Zira Muhammedî dengeleme içinde, Mehdiyet-imâmet-teşrî’-icrâ Muhammedî rûha âit olsa da, şefkat ve merhamette âdetâ Mesîhiyet rûhunun temsil edilmesi gibi bir durum söz konusudur ki, günümüzdeki modern maddecilik böyle engin bir Mesihî şefkat ve merhametle dengelenebilsin...

Mesîhiyet’in bir diğer yanı da nasihattır. Aslında, Hz. Mesih’in bir adı da “Nâsih”tir. Bu itibarla da denebilir ki, bir zaman gelecek, bu hususta da Hz. Mesih'i temsil eden büyük nâsihler yetişecek.. ve bunlar, camilerde yeni bir va’z u nasihat sistemiyle, çağın idrak ve şuuruna göre, Kur’ânî ve kevnî ilimleri, cami kürsülerine taşıyacak, ma’bedleri kendi husûsiyetlerinin yanında, birer mektep, birer medrese haline getirerek Hz. Bediüzzaman’ın nüvelerini attığı o büyük terkibi, Kur’ân-ı Kerîm’in “sehl-i mümtenî” üslubuyla her seviyedeki insana anlatacaklardır.

DİN NASİHATTIR

Soru: “Din nasihattır” hadis-i şerifini, bilhassa günümüz insanına verdiği mesajlar yönüyle izah eder misiniz?

Cevap: Bu bir bakıma “Hac, Arafat’ta vakfedir” hadis-i şerifi gibidir. Yani, nasıl vakfesiz hac olmuyorsa, nasihatsız da din olmaz demektir.

İslâm’da müeyyidat denilen “cihad”, “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker”, İslâm’ın koruyucu zırhı ve surları hükmündedir. Bunlar yapılmadığı zaman, İslâm binasının er veya geç yıkılması mukadderdir. İşte, nasihat, her yönüyle bu surların tamamını ifade etmektedir denebilir.

Nasıl, ihlası kazanmak ve korumak için Üstad, en az on beş günde bir ıhlas Risaleleri’nin okunmasını tavsiye ediyor; öyle de ferdî ve içtimaî plânda dinin yaşanıp, yaşatılması için de nasihata ihtiyaç olduğu bir gerçektir. İnsan için en kestirme ve ma’nâlı tarif “insan aldanan bir varlıktır” tarifidir zannediyorum. İnsan, sürekli kaymalar “sath-ı maili”nde” yaşar. Öyle ki dün, İslâm adına en mükemmeli yakalayarak yaşananın, bugüne biraz olsa da, yine de çok faydası yoktur. Evet, dün marifet adına bir ufku yakalamış olabilirsiniz; “bir adım daha atsaydım, O’na ulaşacaktım” diyecek ölçüde O’na yaklaşmış sayılabilirsiniz. Fakat, bu ufkun, bugüne âit pek fazla faydası olmasa gerek. Öyleyse her gün O’nun yolunda yeni bir gayret, yeni bir cehd gereklidir ki, kendimizi koruyabilelim. Evet, eğer insan, meselâ bir mecliste yapılan ikazları üzerine almıyor, söylenenleri kendine söyleniyor gibi algılayıp da, “benim hiç marifetullah ve muhabbetullaha kabiliyetim yok mu” diye kendini yerden yere vurma heyecanını duymuyor.. ve meselâ, konuşanın ağzından “o münadî” çıkacağı sırada, daha “müna” kelimesi çıkar-çıkmaz bu yine (münafık) diyerek “benden bahsedecek” diye ürpermiyorsa, o insanın kalbi ölü sayılır.. dolayısıyla da bu tür kalplerin ölmemesi için devamlı nasihata ihtiyaç vardır.

Ayrıca insan, sürekli murakabe halinde olmalıdır. Kasemle sizi te’min ederim ki, ne zaman bir velinin önüne otursam, içimi görecek diye hep korkmuşumdur. O anda sohbette köpekten bahsedilse, “acaba âlem-i misalde benim hâlimi köpek gibi mi gördü de, ondan söz ediyor” diye titremişimdir. İmam-ı Rabbânî, bedenî yapısı itibariyle kendisini “merkeb” seviyesinde bile görmediğini ifade eder. Üstad, sürekli kendisini yerden yere vurur; “Sen, dine hizmet ediyorum diyorsun, bil ki, Allah, bir racül-ü facirle de bu dini teyid eder. Sen kendini işte o racül-ü facir bilmelisin” der. Gerçi tahdis-i nimet gereği, Sözler’in güzel olduğunu söyler ama, ardından da Sözler’deki güzelliğin tamamen Allah’a âit olduğunu ilan eder. “Asma çubuğu üzümleri sahiplenemeyeceği gibi, sen de, sende olan ni’met-i İlâhiyeyi sahiplenemezsin” der. İşte, şirkten kurtulmak ve kazanma noktasında kaybetme çukuruna düşmemek için bu hususların insanlara hem de sürekli olarak hatırlatılması lazım...

Hadisin devamında, nasihatın Allah ve Rasûlü için olduğu buyurulur. Nasihatı yapan, Allah için yapmalıdır. Nasihatı dinlemeğe gelen de Allah için gelmelidir. Hatta kendisini sıfır ve hiç görmelidir. Eğer kendinde bir varlık hissederse, onun nasihattan gerektiği ölçüde yararlanması söz konusu olamaz. Evet, başka şeylerle dolu kaplar başka şey kabul edemez.. kaya üzerinde tohum filizlenemez. Kalpler verimli topraklar gibi, zihinler de bomboş telakki edilmeli ve tam bir tahliye ile arıtılmalıdır ki, nasihatten istifade edilsin. Böyle bir tahliyeyi yapamayan ve kendisini herkesten aşağı görmeyen, hatta nefsini yerden yere vurmayan birine Hz. İsa da, Hz. Cebrail de ve Hz. Muhammed (sav) de nasihat etse, faydalanması oldukça zordur. Mümkün değildir demiyorum. İbn Abbas, Hz. Ömer’in hutbe okuyacağını duyduğu zaman, Mekke’de ise 500 km’lik yolu kateder ve birgün öncesinden gelir minberin önüne otururdu. Evet insanda nasihata karşı bu iştiyak olmalıdır ki, nasihattan istifade edebilsin.

Nasihat, Allah içindir; Allah için yapıldığı için de, nasihatta herşeyden evvel Allah anlatılmalıdır. Zira, eğer Allah tarafından sevilmek istiyorsanız, Allah’ı insanlara sevdirmelisiniz. Sonra, Rasûlullah anlatılmalıdır. Evet O’nu tanıtmak ve sevdirmek bir mü’minin ikinci derecede işi olmalıdır. Nasihat, ayrıca “mü’minler içindir” deniyor ki, onların aydınlatılmaları hedeflenerek yapılmalıdır

Evet, önem sırasına göre nasihat böyle ele alınmalıdır. Çok işitmişsinizdir. Bir yerde çocuklardan bahsedildiği zaman, bazıları fırsat kollar ve hemen kendi çocuğundan bahsetmek ister. Bunun gibi, her konuşmada, her sohbette, söz imale edilerek, Allah’a yönlendirilmeli ve o anlatılmalı. Konuşmalarda, ma’nâsız gülmelere, boş lakırdılara ve mâlâyaniyâta yer verilmemeli.. mü’minin sükûtu tefekkür, konuşması hikmettir. Evet, ahiret adına teminâtımız var mı ki, gülüp oynuyoruz.

Kısaca, ayakta kalabilmek, kendimizi koruyabilmek ve üzerimizdeki emanetin hakkını verebilmek için sürekli nasihatla yenilenmeye ihtiyacımız var.

NASÎHAT

Nasîhat, dînî hayatın ortadireğidir.

Nasîhat yararsız olsaydı, Allah peygamber mi gönderirdi?

Nasîhat hayırlara ulaştıran önemli bir vesîledir.. hayrın vesîlesi hayır, sevâbın ki de sevabdır.

Nasîhat eden, herkesten evvel, anlattıklarını yaşamalıdır ki, inandırıcı olsun. Dünkü müessiriyetin bugünkü te’sirsizliğin sebebleri bence bunda aranmalıdır.

Körlerin rehberliğine kalanlar, yol yürüyeceklerine oldukları yerde kalsalar hedefe daha yakın olurlar.

Gönüllerin anahtarı, yumuşak huy ve yumuşak kelimelerdir.

Her zaman davranışlarla anlatma, sözlerle anlatmadan daha inandırıcı olmuştur.

Yumuşak konuş ki, kalblerin kapıları açılsın; sıcak kalbli ol ki, vicdanlar düşüncelerine “buyur!” etsin; ihlâslı davran ki, te’sirin sürekli olsun..!

Bütün sözlerin havada kaldığı zaman, muhataplarına iyilikle itab etmeyi denemek de yararlı olabilir...

Hayırdan daha büyük hayır, şerden daha büyük şer vardır.. hangisinin ne zaman ihtiyar edileceğini akıllı ve ilhama mazhar olanlar bilirler.

RİSALE…

NASİHATLARIN TESİRSİZ KALMASININ NEDENİ

Görüyorum ki: Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki: Dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz'an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet dünyaya ait işler, kırılmağa mahkûm şişeler hükmündedir; bâkî umûr-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâkî elmas fiatlarını vermek demektir. Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş, söyleyeceğim. Şöyle ki:

Aşk, şiddetli bir muhabbettir; fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sahibini daimî bir azab ve elemde bırakır veyahut o mecazî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiatına değmediği için bâkî bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılab eder.

İşte insanda binlerle hissiyat var. Her birisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecazî, biri hakikî. Meselâ: Endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde sened yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir.. bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mal-i sâlihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âlî bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılab eder.

Hem meselâ: Şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşey'e, bir sene inad ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şey'e inad namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münafîdir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip, âlî ve bâkî olan hakaik-i îmaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, -yani hakta şiddetli sebata- inkılab eder.

İşte şu üç misal gibi; insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe', hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.

İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: "Hased etme! Hırs gösterme! Adâvet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!" Yani, fıtratını değiştir gibi zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz." Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst