NÜKTELER...
NASİHATLAR
Sana zenginlerle konuştuğun zaman vakarlı, fakirlerle konuştuğun zamansa mütevazi olmanı tavsiye ederim. Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin senin bütün hallerine vakıf olduğunu düşün; daima mütevazı ve samimi ol! Birtakım sebeplere dayanarak onlara Yaradanı ithama kalkışma. Bütün hallerde o Yaratıcıya güven. Ar anızdaki "samimiyete güvenerek kardeşinin hakkını yeme. Gönlü, gözü tok olan Allah yolunun yolcuları ile sohbete devam et.. Onlara karşı mütevazı ve terbiyeli ol.. Nefsin isteklerini keserek ıslah etmeye çalış.. Allah'a insanların en yakın olanı, güzel huylu ve ileri görüşlü olanıdır. Amellerin en iyisi Hak'la olmaktır...
Sana daima hak ve sabır tavsiye ederim. Hakka güven, sabırlı ol.
Dünyada sana iki şey yeter; fakir ile sohbet, Allah dostlarına hizmet.. Fakir yalnız Hak zenginliği ile var olandır...
Senden aşağılarla çekişme, küçük düşersin.
Senden üstün kimselerle uğraşma, gücünü boş yere sarf etmiş olursun...
Kendin gibilerle itişme; huysuz sayılırsın..
Fakr ve tasavvuf iki ciddi şeydir. Şakaya gelmezler; Allah bizi, sizi ve bütün Müslümanları bu yolun hakikî yolcuları arasına katsın, bu yolun hakikatine ermeye muvaffak buyursun. Amin!...
Ey veli! (Allah'ı seven) Allah'ı hiç unutma; bu hale devam et; çünkü hayır bundadır.
Ey veli! (Allah dostu) Allah'ın emirlerine iyi sarıl; çünkü bütün kötülükler bununla def olur..
Ey veli! (Allah sevgilisi) Hayatla sana gelecek bazı güçlükler olur; bunları hoş karşıla: (Belki hakkında hayırlıdır...)
Şunu iyi bil ki sen bütün halinden, sükûn ve hareketinden sorumlusun; bunun için en iyi iş hangisi ise onu yapmaya çalış...
Duygularını boş yere harcamaktan sakın; Allah (c.c.)'a ve Resûl'üne (s.a.v.) ve onların yolunda gidene bağlan; taat et. Üzerindeki haklarını öde; fazla bir şey isteme. Her halinde Hakka duacı ol!...
Müslümanlar hakkında iyi niyet besle ve güzel düşün. Aralarına hayır yapmak için gir.
Hiçbir gecen kalbinde bir Müslümana karşı şer, kuruntu, buğz olduğu halde geçmesin; sana zulmedene de İslahı için dua et ve sonunu Allah'a bırak...
Daima Helâl yemeye çalış, bilmediğin şeyi öğrenmek için de. bilgi sahiplerine müracaat et; sor...
Her halde Allah'tan utan...
Daima manen Hakkın düşüncesi ile ol; başka bir kimse ile konuşuyorsan yine onun için olsun.... Her sabah mümkün olduğu kadar fakirlere bir şey vermeye çalış..
Akşam namazından sonra iki rekat istihare namazı kıl. (Akşamla yatsı arasında nafile olarak kılınır. Allah'tan hayır istenir...)
Ölen Müslümanların cenazesinde bulun; namazlarını kıl.
Her sabah yedi defa "Allahümme ecirna minen-nar" "Yarabbi bizi ateşten koru" duasını oku.
Sûre-i Haşr'in son ayetlerini şöyle başlayarak oku, hatta ezber et:
- "Eûzübillahissemiilâlimi mineşşeytanirracim."
ALİ'NİN GÜVERCİNİ
Küçük Ali yakaladığı güvercini kesmek üzere yere yatırmıştı. Bıçağını çıkarırken güvercin düe gelip yalvardı:
— Benim etimden sana bir fayda gelmez. Ama edeceğim nasihattan çok fayda gelir. Beni bırak da sana çok değerli üç nasihat vereyim.
Ali buna razı oldu. Güvercini bıraktı. Güvercin sevinçle uçup karşısındaki bir ağaca kondu. Başladı nasihatlarını sıralamaya:
1— Elinden bir fırsat kaçırırsan ah vah edip durma. Geçiver.
2— Zahmeti çok az ama mükâfatı çok bol şey vadederlerse hemen inanma, düşünmeye başla. Güvercin bundan sonra şöyle dedi: — Ey aptal, beni neden bıraktın? Halbuki benim midemde iki kilo ağırlığında kocaman bir elmas vardı, eğer beni hemen şuracıkta kesip alsaydın, dünyanın en zengin adamı olurdun.
Ali bunu duyunca öyle bir pişman oldu ki, neredeyse düşüp bayılacaktı. Kendini güç belâ tutup güvercine sordu:
— Söyle bakalım üçüncü nasihatin nedir?
Güvercin kanatlarını çırparak şöyle 4^di:
— Sana söyleyecek bir şeyim kalmadı. Çünkü sen önce söylediklerimi tutmadın, daha ne söyleyeyim. Gurk gurk öttükten sora devam etti: — Ben sana bir fırsat kaçırırsan çok üzülme dedim. Ama üzüldün. Karnımda mücevher olduğunu söylediğimde az daha bayılacaktın. Tekrar öttü ve güldü:
— Az zahmetle çok şey vaad ederlerse ona da inanma, demiştim. Midemde iki kiloluk elmas olduğunu söyleyince hemen inandın, hiç düşünmedin. Halbuki benim ağırlığım ne ki midemde iki kilo mücevher bulunsun aptal!... — Güvercin pır diye uçtu. Ali de orada düşünceye daldı. Güvercin haklıydı. İnsan her söze kanmamalı, her şeyi inceden inceye ölçüp biçmeliydi.
MAHZENDEKİ KANLI ÇUVAL
Lokman Hekim vefatından önce oğlunu çağırıp bir nasihatta bulunmak istemiş. Genç ve tecrübesiz oğul, her ne kadar nasihata ihtiyacı olmadığını belirtmek istemişse de tecrübeli baba:
— Oğul, çok değil, sadece şu iki nasihatimi dinle., diyerek anlatmış:
— İşte ben gidiyorum, artık hayatını bensiz yaşayacaksın, karşılaştığın hâdiselere bensiz çare bulacaksın. Dikkatli ol, başını derde sokmamaya gayret et. Bunun için iki şeyi hiç unutma: Biri, insan kıymetini bilmeyenden borç alma, ikincisi de hiç kimseye sırrını açma.
Aradan zaman geçmiş, Lokman Hekim vefat etmiş. Oğul bu iki nasihati kıymet verilecek söz olarak görmemiş. Ama babasının Lokman Hekim olduğunu hatırlayarak bir tecrübe yapmayı faydalı görmüş. Gidip sonradan görmüşün birinden bir miktar borç para istemiş. Parayı hemen veren adam:
— Borcunu ödemek için acele etme, mühim değil! diyerek de teminatta bulunmuş.
Bunun arkasından da, bir koyun kesip çuvala koyarak eve getirmiş, gecenin karanlığında hanımına teslim etmiş:
— Aman hanım, kimselere söyleme. Aramızda sır olarak kalsın. Elimden bir kaza çıktı, kavgaya tutuştuğum birini öldürdüm, cesedini bir yere saklayıver!
Kadın hemen evin mahzenine kanlı torbayı indirmiş.
— Sen hiç üzülme, benden sır çıkmaz, cesedi burada çürütür, kimseye sezdirmeyiz, demiş.
O günün sabahında kadınla basit bir şeyden münakaşa etmişler. Kadın feryadı basmış:
— Komşular, yetişin bu katil adamdan beni kurtarın, evin mahzeninde öldürdüğü adamın cesedi beklerken benimle kavga ediyor.
Bir anda evin önü insan kalabalığıyla dolmuş. Bir de bakmış ki, borç aldığı adam da başucunda. Teklifi şu:
— Sen bir adam öldürmüşsün. Şimdi cesedi sakladığın yerden çıkaracak, seni de öldürecekler. Çabuk paramı ver. Ölmeden paramı almış olayım. Mirasçılarından alıp almayacağım şüpheli.
Yalvarmaya başlamış:
— Sevgili arkadaşım, ben canımla uğraşıyorum, bak öldürüleceğimi sen de söylüyorsun. Hayatımın bahis-mevzuu olduğu anda üç kuruşun sözü mü olur, hele bir bekle bakalım?
İnsan kıymetini bilmeyen sonradan görmüş adam ısrar etmiş:
— Bana ne senin ölümünden. Ben paramı isterim, paramı. Sen paramı ver de gerisine bakma. İster öl, ister hapsol bana ne?
Alacaklıdan dönüp hanımına yalvarmaya başlamış:
— Hanım gel, iddiandan vazgeç, saka yaptım de. Yoksa beni öldürecekler!
Kızgınlığı henüz geçmemiş olan hanım:
— Hele zalime bak. Bana yaptıkların yetmiyormuş gibi, şimdi bir de başkalarına yaptığım gizletmek istiyorsun değil mi? diye bağırmaya başlamış.
Böylece bir yanında alacaklı, bir yanında da polis beklediği sırada itiraf etmiş:
— Ceset şu mahzende, merdivenin altındaki çuvalın içindedir, çıkarın da rahmetli babamın nasihatinin ne kadar doğru olduğunu göstersin.
Mahzendeki kanlı çuvalı çıkaranlar bir de bakmışlar ki, içinde kesilmiş vaziyette bir koyun..
Herkes hayrette iken ellerini açıp dua etmeye başlayan oğul. şöyle yalvarmış:
— Ey benim hikmetli konuşan babacığım, sen daima doğru şeyler söylermişsin, ama ben idrak etmezmişim. Beni afveyle. İşte bugün fiilen söylediğinin haklılığını gördüm. İnsan kıymetini bilmeyenden borç istememeli, hiç kimseye de mühim sır vermemeliymişim.
İDAREYİ TALEP
Fazl İbn-i Rebî anlatıyor:
"Harun Reşid, Kabe'yi ziyaret etmek, hac yapmak üzere Mekke'ye gelmişti. Ben de beraberindeydim. Bir gece yanıma geldi:
- Bana bir adam bul, biraz nasihat etsin. Şu biçare, yıkık gönlüm tamir istiyor, dedi.
Birkaç kişiyi ziyaret ettikten sonra aklıma gelen zat Fudayl ibn-i lyaz oldu. Kapısına gittik, kapıyı vurduk, hiç cevap vermedi. Ben:
- Emirü'l-Mü'minin kapının önünde, sizinle görüşmek ! istiyor, dedim,
- Benim Emirü'l-Mü'minin'le ne işim var? Şu gece vakti Rabbime ibadetimden beni alıkoymayın, diye seslendi. Allah'a and verince geldi, kapıyı açtı, İçeriye girdik. Fakat mum yoklu, karanlıktı. Çekildi, bir tarafa oturdu. Sanki kendi dünyasından ayrılmak istemiyordu. Odada onu aramaya başladık. Benim elimden evvel Harun'un eli ona değdi. Halifenin yumuşak eli, nasırlı ayaklarına s temas edince;
- Bu ne güzel eller, eğer cehennemde yanmazsa... dedi. l Harun Reşid, bir şeyler anlatmasını İstedi.
- Harun, dedi, sen bir şey anlatılacak durumda değilsin. Sen halife olduğun zaman kime gidip fikir sordun? Kiminle istişare ettin? Senin seleflerinden Ömer bin Ab-dülaziz halife olduğu zaman arkadaşlarım-, Salim ibn-i Abdullah'ı (Hz. Ömer'in torunu), Muhammed İbn-i Kab ül Kurezi'yi, Reca ibn-İ Hayve'yİ (Tabiinin büyük imamları) çağırdı. Onlara şöyle dedi:
"Ben ağır bir yük altına girdim. Neden Allah beni bu imtihana tabi tuttu bilemiyorum. Beni halife seçtiler. Bu büyük vebalin altından nasıl kalkarını? Nasıl bunun hakkını veririm? Siz benim arkadaşlarınsınız. Allah açkına beni yalnız bırakmayın!"
Ve arkadaşları konuşmaya başladılar. Salim, dedesi gibi bir İnsandı. Ona diyordu ki:
"Ömer, öyle bir oruca niyet et ki, vefatın iftar olsun. Beşeri hislerine karşı tuttuğun oruçtan vefatında iftar edesin."
Muhammed ibn-i Kab-ül Kurezi şöyle diyordu: : "Mü'minlerin küçüklerini evladın, emsalini kardeşin, büyüklerini baban bil. Babana hürmet et. Kardeşine karşı mürüvvet içinde bulun. Evladına karşı şefkatli ol."
Reca ibn-İ Hayve'ye geiince o:
"Ya Ömer!Halifesin.'Nefsin için arzu ettiğini mü'minler için de arzu etmezsen mü'min olamazsın. Mü'minleri nefsin kadar sevecek, onları nefsine tercih edeceksin" diyordu.
Harun! Ömer bunlardan nasihat aldı. Allah aşkına sen kimden nasihat aldın. Sen hilafete koştun gittin. Halbuki senin deden Hz. Abbbas (r.a.), Resul-i Ekrem (a.s.v.)'a geldi:
"Ya Resulaüah, bana da emirlik ver" dedi. Allah Resulü:
"Bu ağır bir yüktür. Ben bunu isteyene vermem. Bu vazife onundur ki, o vazifeden kaçar" buyurdu.
Harun, sen ise dolu dizgin gözlerini kapadın, hilafete koştun. Koşarken hiç mi Allah'tan korkmadın?
O böyle dedikçe Harun Reşit yıkılıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ben, Fudayl ibn-i İyaz'a:
- Emirü'l-Mü'minin'i öldüreceksin. Adamın kalbi çatlayacak, dedim,
- Esas siz onu öldürüyorsunuz. Poh poh'luyor, Allah'ı göstermiyorsunuz. Dünyayı işaret edip mahvediyorsunuz, diye cevap verdi.
Yanından ayrılırken Harun Reşid:
- Fudayl, bir şeye ihtiyacın var mı? diye sordu.
- Çok ihtiyacım, çok borcum var. Rabbime medyunum. O'na olan borcum, bana başkalarına olan borcumu unutturdu, dedi.
- Sana bir kese altın vereyim.
- Fesubhanallah! Ben seni ahirete çağırıyorum, sen beni dünyaya çağırıyorsun. Bu ne utanmazlık? diye cevap verdi.
Harun Reşid, kapının önüne çıkınca içerden bîr kadın sesi duyuldu. Fudayl'a:
- Ne olurdu Allah aşkına, bir lokma bir şey alsaydın. Bir iki günden beri aç, susuzuz, diyordu. Fudayl:
- Aç, susuz olduğunuzu biliyorum. Bunlara nasihat ettiğim devrede beni boğazlanan bir sığır haline getirmek, nasihatlerimin tesirini yok edip beni öldürmek mi ; istiyorsunuz? deyince: Harun Reşid:
- Adamın beni doyurdu, dedi.
Allah'a hesap vermek düşüncesinin ağırlığı, mesuliyetini idrak etmiş idarecilerin belini bükmüştür.
Sadece kendi hesabını değil, milletin tamamının hesabını vermek...
Sahipsiz bırakmamak... Evet... Ama, verilince almak...istememek... Peşinden koşmamak... Üstünlük ve ehliyet iddia etmemek... Koltuğa sevdalanmamak...
AĞLAMAKTAN GÖZLERİ KÖR OLAN AKILLI KIZ
Bir gün bir zât, Hasan Basri Hazretlerine gelerek yalvarır. Elini ayağını öpeyim diyerek Hazreti İmamdan yardım istirham eder:
— Aman efendim! Ne olur? Allah için bize bir yardımda bulununuz der. Hz. İmam:
- Nedir derdin? Ne hususta yardım edelim? Önce derdini ve ihtiyacını, isteğini şöyle ki sana yardım edebilelim der. Adam:
—Efendim! Benim çok akıllı bir kızım vardı. Onu çok severdim. Şimdi ise, bu akıllı kızıma bir şeyler oldu. Gece gündüz durmadan ağlıyor. Kur'an-ı okuyor ağlıyor. Namaz kılıyor, ağlıyor, Hadis-i Şerif okuyor, ağlıyor. Ve bugünlerde gözleri görmez oldu. Korkuyorum ki, gözleri kör olacak.
Sizden rica ediyorum. Gelseniz de bir baksanız. Ona (kızıma) bir nasihat etseniz, biraz öğüd verseniz diye rica eder.
Hasan Basri Hazretleri kabul eder. Adamın evine kadar giderler. Eve vardıklarında Hasan Basri Hazretleri:
—Yavrum, neden ağlıyorsun? Gözlerin ağlamaktan kör olabilir. Onun için, neden ağlıyorsun sebebini bize söylersen sana yardımcı olabiliriz, benden rica etsem sebebini söyler misin? dedi. Kız şu cevabı verir:
—Efendim, benim hiç bir hastalığım yoktur. Sıhhatim gayet yerindedir. Gözlerimin ağlayarak kör olmasının iki sebebi vardır.
Bu gözlerimiz, Âhiret âleminde Allâhü Teâlâ'yı görecek veya görmeyecektir.
Eğer, Cenâb-ı Hakkı görme nimetine ererse, böyle binlerce göz, onu görmek için feda olsun. Eğer görmezse, o zaman Allâhü Teâlâ kendi zâtını görmeğe layık kılmadığı gözleri kör etsin. Allah'ı görmeyecek gözü, gözüm var deyü neylersin der.
Hasan Basri Hazretleri bu cevabdan çok duygulanır. Gözlerinden yaşlar gelir. Ve şöyle der:
—Nasihat etmeye geldik. Kendimiz nasihat aldık. Hekim olmaya geldik, hekimimizi bulduk demiştir.
TERBİYE TESİRLİ NASİHAT
Ortaokul seviyesindeki talebelerin yetişmesi mevzuunda, yurttan kaçanlara ne yapılması gerektiğini görüşürken Haydar Bey başından geçen bir olayı anlattı:
Üç kafadar devamlı kaçıyorlardı. Bir seferinde kendilerine nasihat ettim. Bir daha kaçtılar, parktan yakalanıp getirildiler yine karşıma alıp saatlerce bu işin tehlikelerini, ileride çok pişman olacaklarını fakat iş işten geçeceğini anlattım. Buna rağmen üçüncü defa kaçtılar. Uzun arama ve taramaların neticesinde tren istasyonundan yakalanıp getirildiler. Artık bu sefer dövecektim. Fakat müdürümüz Şahin Bey'e bir sorayım da ondan sonra döveyim diye durumu kendisine anlattım. Şahin Bey de: "Ben şimdi bir görüşme yapacağım, sen onları buraya al, gel" dedi. Üçünü de toplantı salonuna getirdim. Şahin Bey bana dedi ki: Git bana, üç tane demir sopa getir, bunların dizlerinden aşağı kısımlarını kırayım da bir daha bu ayaklarla kaçamasınlar.
Ben sopalan getirmeye giderken, kendi kendime, bir tane demir sopa yetmiyor mu acaba diye düşünüyor hem de münasip demir çubukları araştırıyordum. Sonunda uygunundan üç tane değnek buldum. Geldiğimde gördüm ki bizim kafadarların betleri benizleri atmış, onbeş-yirmi dakikalık bu dayak bekleme korkusu işlerini bitirmişti. Şahin Bey, görüşmesini bitirdikten sonra, bana ve onlara:
Gelin bakalım, diyerek bir odaya aldı, içeri girdikten sonra kapıyı kilitledi. Sopalan onların ellerine verdikten sonra bana üst tarafını soyun bakalım dedi. Kendisi de gömleğini ve atletini çıkardı. Talebelere:
-Şimdi vurun bakalım gerçek suçlulara dedi. Onlar:
-Nasıl olur? dediler.
-Nasıl olmaz, eğer biz, bize emanet edilmiş olan sizleri gereği gibi yetiştirseydik, biz gerçek mürebbiler olsaydık, siz bu tehlikeli yola başvurmayacaktınız. Öyleyse gerçek suçlular biziz ve bu yüzden cezayı bizim çekmemiz lazım. Haydi vurun bakalım! deyince, onlar, ayaklan titreyerek yerlere kapandılar ve ağlamaya başladılar. Sarsıla sarsıla, katıla katıla ağlıyorlardı. Biz de kendimizi tutamadık ve ağlamaya başladık...
Daha sonra da bunların bir daha kaçtığını görmedik.
BAŞ, TAŞ VE HOŞ KAFALAR
Vaizin biri yine bir cuma nasihat ediyor ve şöyle diyordu: Beyazid-İ Bistami halkın arasında dolaşırken bakmış ki bazı insanlara bir türlü söz anlatamıyor. Çok şaşırmış. "Nasıl olur bu kadar açık hakikatleri bu insanlar anlamazlar?" diye kendi kendine düşünürken aklına, "Geçmiş devirlerde durum nasıl idi acaba?" şeklinde bir fikir gelmiş. Hemen çok eski bir kabristana gitmiş. Bakmış bazılarından, bakımsızlık yüzünden iskeletler dışarı çıkmış. Birkaç kafa kemiği dışarıda bulunuyormuş. Değneğini birisinin kulağına doğrultmuş bakmış hiç engelsiz değnek kafanın öbür tarafından çıkmış. "Ha demek ki, bu boş kafa imiş. Lâf bir yerden giriyor, öbür taraftan çıkıyormuş. Bunların kafalarında hiç nasihat yer etmez." demiş. Sonra İkinci kafaya dokunmuş ama değnek içeri nüfuz edecek bir delik bulamamış. "Bu da taş kafa imiş. Bu tiplere hiç vaaz ve öğüt tesir etmez. Çünkü içlerine hiçbir şey girmez, demiş. Değneğini üçüncü kuru kafaya dokundurmuş. Bakmış kulaklarından giriyor ama öbür taraflarından çıkmıyor-muş. Bu ise hoş kafa imiş. İçeri giren kalıyor ve kendisine fayda veriyor demiş. Ey cemaat siz de bu kafalardan birisini beğenin ve öyle olmaya çalışın...
Bu güzel sözlere ne denir ama bu kadar sakarlıktan sonra ben her hâlde hoş kafalar sınıfına dahil olamam. En iyisi yeniden bir durum değerlendirmesi yapıp, taş ve boş olmayı bir tarafa bırakıp, hoş olmaya bakmalıyım. Fakat adımız çıkmış dokuza, inmez sekize... Her ne ise yine de ben istenilen güzel birisi olmaya çalışacağım. Gayret benden, nasihat hocalarımızdan... İnşallah lütuf da Allah'tan olacak...
BEN HANGİ LİSTEDEYİM ACABA?
Babam, çok hoşuna gitmiş olacak ki, Murat Ak amcamın sohbette anlattıklarını tekrarlıyor ve şöyle diyordu:
Halife Harun Reşit, zamanın mürşit ve âlimi Süfyan-ı Sevri'ye bir mektup yazarak kendisine iltifatta bulunuyor ve nasihatler vermesini, irşad ve ikazlarda bulunmasını istiyordu. Mektubu cübbesinin ucuyla tutan Süfyan-ı Sevri halifeye ağır bir mektup yazdı, hem de gönderilen mektubun arkasına. İfadeleri sertti ve Harun Reşid'e gözyaşı döktürecek derecede irşad edici tesirdeydi... Halife her namazdan sonra mektubu çıkarıp okuyor ve muhasebesini yapıyordu. Birgün bir dostu ziyaretine geldi ve "Dehşetli bir rüya gördüm... Sırat kurulmuştu... Tanıdığım kişilerden bazıları onun üstünden geçerken yalpalayıp ateşe düşüyorlardı. Birden seni gördüm..." dedi. Harun Reşid bayılma raddesindeydi... "Ama, bir mektup, bir kâğıt parçası uçup geldi ve seni düşüp mahvolmaktan kurtardı. Ey Halife nedir onun sır ve hikmeti?" dedi. Mesele anlaşılmıştı.
Babam devamla: "Murat kardeşimiz; en tehlikeli durumda elimizden tutacak bir kâğıt parçasında bizim de ismimiz bulunmalı... Bunun için gayret göstermeliyiz diyor ki, çok doğru." dedi.
Ben de kendi kendime düşündüm. Bu kadar yaramazlık ve sakarlıktan sonra benim ismimi acaba hangi listeye kaydederler? Ama, Allah'tan ümit kesilmez...