Konuya cevap cer

PIRLANTA SERİSİ…

Niyet, bir kasd ve teveccüh, bir azim ve şuur demektir. Niyet sâyesinde insan, nereye yöneldiğini, ne istediğini bilir ve yine onun sayesinde bir bulma ve elde etme şuuruna ulaşır.

İnsanın, bütün fiillerinin esası niyet olduğu gibi, eğilimlerine göre, "benim" deyip sahip çıkacağı işlerin vesilesi de yine niyettir. Kezâ; irâdenin en sarsılmaz kâidesi ve insandaki inşâ gücünün en metin temeli de niyettir. Hatta, diyebiliriz ki; kâinat da ve insan nefsinde her şey, hem başlangıç itibariyle, hem de devam itiba-ı niyete bağlıdır. Ona dayandırmadan ne bir şeye varlık kazandırabilmek, ne de daha sonra onu devam ettirebilmek mümkün değildir.

Her şey, evvelâ zihinde bir tasarı olarak belirir. İkinci bir teveccühle plânlaşdırılır. Daha sonra da azim ve kararlılıkla tahakkuk ettirilir. Bu ilk tasarı ve plân olmadan, herhangi bir işe başlamak neticesiz olacağı gibi, irâde ve azim görmeyen her tasarı ve plân da akîm ve neticesiz kalacaktır.

Niyetteki bu güç ve müesseriyete delâlet edecek pek çok şey vardır. Ne var ki, çokları, yaşadıkları hayatın şuurunda olmadıkları için, bu güç ve müessiriyetden de haberleri yoktur.

Niyet, insanın iyiliklerine ve kötülüklerine bakan yönüyle de oldukça ehemmiyet arzetmektedir. Bu noktada o, ya bin - şifâ va'diyle gelen bir iksir veya bütün iş ve davranışların semere ve neticelerini alıp götüren bir tufan ve bir kasırgadır. Nice küçük işler vardır ki; niyet sâyesinde büyür; bir dane iken bin başak, bir damla iken derya olur. Ve nice dağ cesâmetinde himmet ve gayretler de vardır ki, kötü niyet yüzünden semeresiz ve güdük kalmışlardır.

Kulluk şuur ve idrâkiyle yatıp kalkmalar, yerlere kapanmalar; aç susuz durmalar ve meşru' bir kısım arzu ve isteklerden uzaklaşmalar, insanın başını en yüce âlemlere ulaştırır ve onu sultan kılar. Oysa ki, aynı hareketler ve daha binlercesi, bu idrâktan uzak yerine getirildiği zaman, ızdırap çekme ve yorulmadan başka bir şeye yaramaz. Demek ki, yaradanı hoşnud etmek yolunda insan, hem işlediği şeyler, hem de terk ettiği şeylerle yükseliyor ve "ahsen-i ı`akvîm "e n1 mazhar oluyor. O'nun hoşnudluğu dışında ise, bin amel ve gayret hiçbir işe yaramıyor...

Niyet, öyle bir mâyedir ki, "yok" onunla "var" olup bir cilve gösterir; var gibi görünen şeyler de yine ondaki bozukluktan ötürü ölür ve te'sirsiz kalır.

Gazâda, kanlı elbiseleri boynunda, ölüp gayyaya yuvarlananlar az olmadığı gibi, dupduru niyeti sayesinde, yumuşak döşeklerde ölüp cennetlere gidenler de az değildir. Şerirlerle yaka-paça boğuşup yarınları aydınlatmak isteyen merdlerin, sâf niyetlerinin yanıbaşında; bu kavgayı şahsî çıkarları ve hasis menfaatleri için verenler de küçümsenmeyecek bir yeküne sahibdirler. Birinciler, arşiyeler çizerek yukarılara doğru yükselirken; ikinciler de başaşağı yıkılıp “Tamu”ya gideceklerdir.

Niyet, bu mahdut ve muvakkat dünya hayatında, sınırsızlığa kapı ve pencere açan esrarlı bir anahtar ve belli bir ömürde ebedî saâdet veya şekâvet va'deden müthiş bir dildir. Bu âleti güzel kullanan vazifeşinaslar, hayatlarında ölü ve muzlim bir nokta bırakmayacak şekilde, dünyalarına nur serpip ebedî aydınlık ve huzura erebilirler. Zîrâ, günlük, haftalık, aylık vazîfeler, samimiyetle edâ edildikçe, o vazîfelere terettüb eden fazîlet ve sevâb, sadece vazifenin edâ edildiği zamana münhasır kalmayacak; bilakis, bütün bir hayatın sâniye ve dakikalarını içine alacak şekilde te'sir ve şümûl gösterecektir.

Cihâda hâzır bir asker, fiilen cihâdda bulunmadığı zamanlarda dahî, mücahidlerin hissesine düşen sevâbı alacak. Kışlada nöbet saatinin gelmesini bekleyen bir er de, nöbet bekliyor gibi, aylar ve aylar, kendini ibadete vermiş birinin ibâdetine terettüb eden hasenâtı elde edecekdir.

İşte bu sırdandır ki, inanan insan, muvakkat bir hayatta ebedi saadet ve ölümsüzlüğe erdiği gibi; inkâr eden de ebedî şekâvet ve talihsizliğe namzed olacakdır. Yoksa zâhiri adâletin iktizâsına göre, herkes kendi ibâdet ve fazîleti kadar veya rezâlet ve denâeti mikdarınca lütûf ve ihsâna; kahır ve azâba dûçâr olması uygun düşerdi ki; o da, iyilerin cennetlerde kalacakları sürenin, iyi insan olarak yaşadıkları süre kadar, kötülerin de cehennemde kalacakları süre kötülükleri kadar olabilecekti. Halbuki, ebediyet hem kötüler için, hem de iyiler için kazanılmış en son durumdur ve ötesinde hiçbir şey düşünmek de mümkün değildir.

İşte böyle, hem bitmeyen bir saâdet, hem de tükenip yok olmayan bir azâb ve şekâvet, sadece insanın niyetinde aranmalıdır. Ebedî iman ve istikâmet düşüncesi, ebedî saâdete vesile olacağı gibi, ebedî küfran ve inhiraf düşüncesi de, ebedî talihsizliği netice verecektir.

Son dakikalarında kalbi, kulluk şuûruyla dolu bir insan, binlerce yıl ömrü olsa, düşünce dünyası istikâmetinde sarfedeceği için, o niyet ve kararlılıkda bulunduğundan ötürü, niyeti aynen amel kabul edilerek, ona göre muâmeleye tâbî tutulur. "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır"(h) . Öyle de, son dakikalarını yaşayan bir inkârcı, o ilhad ve küfür düşünceleri içinde, geleceğin binlerce yüzbinlerce yılını karartma niyetinde olduğu için, niyetine göre cezaya çarptırılacaktır.

Demek oluyor ki, bu mevzûda esas olan şey, onların yaşadıkları mahdud ve sınırlı hayatın vesileliğinden daha ziyade -aslında o mahdut hayat da niyetin tezahüründen ibaretdir- onların niyetleridir. Ebedî saâdete iman ve onu kazanma -milyonlarca seneye vâbeste olsa dahi- mü'min ferde ebedi cenneti kazandırıyor; aksi de, kâfire cehennemi.

İnkârcı,isteyerek ve dileyerek içinde yaşattığı küfrün cezasını çekeceği gibi, bütün küfür ve taşkınlıklara sebebiyet veren şeytan dahî, bağrında barındırdığı devamlı inkâr düşüncesinin cezasını, hem de bitmeyen bir azab olarak çekecektir.

Aslında, yaratılışına terettüb eden şeyler itibariyle, şeytanın gördüğü bir hayli iş ve hizmetler de vardır. İnsanın bir kısım istidat ve kabiliyetlerini inkişaf ettirilmesinde, beşerin fıtratında bulunan pek çok müsbet ma'denin tasfiye görüp açığa çıkmasında; hatta, kalb ve ruhun uyanık ve tetkikde bulunmasında inkâr edilmeyecek kadar tesiri görülür şeytanın...

Evet o, fertlere ve cemaatlere musallat olur. Onların gönüllerine zehirli tohumlar saçarak, o gönülleri kötülüğün ve karanlığın yetiştirildiği tarlalar haline getirmeğe çalışır. Onun bu ifsad ve saptırma gayretlerine karşılık, bünyedeki ma'nevi duygular alârma geçer, tıpkı, antibiyotiğe karşı vücudun teyakkuza geçmesi gibi... Bu ise insan letâifinin gelişmesini, kuvvetlenmesini, hatta, bu en can alıcı hasım karşısında sık sık Yaradana sığınmasını netice verir ki, bu da insanın kalbî ve ruhî hayatı adına, pek az bir zarar ihtimâline karşılık, pekçok şey kazanması demekdir. Böyle mânevî bir te'sirle insanoğlunda mücâdele azminin kamçılanması ve onun dikkate ve teyakkuza sevkedilmesi, nice saf madenlerin som altın ve nice evliyâ ve asfiyânın, büyük mücâhidler ve kahraman gâziler olarak ortaya çıkmalarına vesîle olmuştur.

Ne var ki, şeytanın, bu güzîde insanları, mücâhede ve mücâdeleye sevk edip, onlara pâyeler kazandırmasına mukâbil, kendisi için hiçbir mükâfat bahis mevzûu değildir. Çünkü o, yaptığı bu şeyleri, hak dostları yücelsin diye yapmıyor; bilâkis, onları günahlara sokmak ve yıkmak için yapıyor...

Demek oluyor ki, şeytanın hem niyeti bozuk, hem de ameli. O başkalarına kazandırdığı yüceliklerle değil; kendi pestliğine, niyet ve davranışlarının fena olmasına göre muâmeleye tâbi tutulacaktır.

Şeytanın, niyeti bozuk ve davranışları da fenâdır. Bir kere,.isyânı şuurluca ve saptırması bilerekdir. "Ben sana secde ile emretmişken, seni, secde etmekten alıkoyan neydi? O (İblis) dedi: - Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın. Allah (C.C) buyurdu: - İn oradan (cennetden) sana orada kibirlenmek gerekmez, çık. Çünkü sen, hor ve bayağı kimselerdensin. İblis: - Bana ba'solunacak güne kadar mühlet ver, dedi. Allah da: - Sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu."(Arâf, 12-16) Bu ilk isyan ve baş kaldırma, şuurluca bir cedel ve sonra da küfür yolunu seçmektir. İnsanlığı baştan çıkaracağına dâir olan yeminleri ise, beşerin bitip tükenme bilmeyen dramının esâsıdır.

Şeytanın, bu kararlılık ve niyetinden ötürüdür ki; onun düşmanlığı sâyesinde uyanan bir kısım duygular, sâhibi için faziletlere götürücü olsa bile, şeytan, o gayretinden ötürü asla mükâfat alamayacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, niyet mü'minin hayatında herşeydir. Ferdin ölü davranışlarına canlılık kazandıran o olduğu gibi, onun bütün bir ömrünü "binveren" bir tarla haline getiren de odur. Sınırlı bir dünya hayatında, ebedî saadete bakan bütün kapı ve pencereleri açan o olduğu gibi, ebedî talihsizliği ve ebedî hüsrânı hazırlayan da odur.

"Ameller niyetlere göredir. " Muâmele de amele göre cereyan edecektir.

 

SONSUZ NURDAN...

Ameller Niyetlere GöredirBuhâri, Müslim ve Ebu Davud, Hz. Ömer’den naklediyor:

“Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur. Kimin hicreti, Allah ve Rasulü (rızası ve hoşnutlukları) için ise, onun hicreti Allah ve Rasulü’ne müteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya veya nikahlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.” 

Bu sözlerin, Allah Rasulü’nden şerefsüdur olmasına, hicret sebep olduğu için, bu sözde ana tema hicrettir. Zira, rivayete göre İki Cihan Serveri bu sözü şu hâdiseye binaen ifade buyurmuşlardır:

Mekke’den Medine’ye herkes Allah için hicret ediyordu. Ancak ismini bilemediğimiz bir sahabi, sevdiği Ümmü Kays adındaki bir kadın için hicret etmişti. Şüphesiz bu zat bir mü’mindi ama, niyet ve düşüncesi davranışlarının önünde değildi...

O da bir muhacirdi ama, Ümmü Kays’ın muhaciriydi. Ancak Allah için katlanılabilecek bunca meşakkate o, bir kadın için katlanmıştı. İsim zikredilmeden, bu hâdise, Allah Rasû-lü’nün yukarıda zikrettiğimiz mübarek sözüne mevzu olmuştur. Sebebin husûsiyeti, hükmün umûmiyetine mâni değildir. Onun için bu hadîsin hükmü, umumidir, her işe ve herkese şâmildir.Niyet

Evet, sadece hicret değil, bütün ameller niyete göredir. İnsan hicret etmek istediğinde niyeti, sadece Allah ve Rasûlü olursa, bunun karşılığı olarak Allah ve Rasûlü’nü bulur. Bu namazda da, oruçta da, zekatta da hep böyledir. Yukarıda zikrettiğimiz bir hadîste de ifade edildiği gibi, Allah’ın hakkını gözeten insan, Rabbini hep karşısında bulur. Bu buluş, O’nun rahmet, inayet ve keremi şeklinde olur. İnsan, bunları bulduğunda coşar, kendinden geçer ve secdeye kapanarak Rabbine yakınlığını arttırmaya çalışır... Ve Rabbine yaklaştıkça da bütün amellerine bu duygu, düşünce hakim olur. Bu hakimiyetin gölgesinde, her şeyin değişip başkalaştığı âleme geçtiğinde, yani kabirde, berzahta, haşirde, sıratta da yine Rabbini hep karşısında bulur. Şayet amelleri, onu Livâü’l-Hamd’e ulaştırabilirse, orada da İki Cihan Serveri’ne mülâki olur ve tasavvurlar üstü bir maiyyete erer.

Halbuki, niyeti Allah olmayan bir insan, bütün sa’y ü gayretine rağmen, eğer hicretten maksadı bir kadınsa, bütün o meşakkatler cismaniyete ait zevkler için çekilmiş.. ve bir ma’nâda katlandığı her şey hebâ olup gitmiş sayılır.

Hep cismaniyetini yaşayan, hep bedenî hayatla oturup kalkan, hiçbir zaman vicdan ve ruhunun sesine kulak asmayan bir insan, boşa oturup kalkacak, şurada-burada ömrünü beyhude tüketecek ama, kat’iyen hayatını Cenâb-ı Hakk’ın rızasına göre ayarlayan insanların elde ettiği neticeyi elde edemeyecektir. Zaten başka bir hadîslerinde de Efendimiz: “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” buyurmaktadır. Zira insan, ne kadar gayret ederse etsin, niyetindeki ameli yakalayamaz. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetidir ki, yapılan amelden ziyade, içteki niyete göre muamele etmektedir. Dolayısıyla, insanın niyetinin, ona kazandırdığı elbette yaptıklarından daha fazla olacaktır. Evet işte bu yönüyle de mü’minin niyeti amelinden daha hayırlıdır.

Mevzuyla alâkalı olması yönünden şu hadîs’e de dikkatinizi rica edeceğim. Efendimiz bir hadîslerinde: 

“Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o salah bulursa bütün ceset salah bulur; eğer o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin o, kalptir” buyurmaktadır.

İhlasınız olursa zemini bulup serptiğiniz bütün tohumlar hayattar olur. Başlangıçta rüşeymler gibi zayıf ve çelimsizdirler ama, zamanla salınan selviler haline gelirler. Ve siz, ötede onların gölgesinde yaşarsınız. Evet, onlar, sizin niyetlerinizin sıhhati ölçüsünde serpilir gelişir ve cennet meyveleri halinde karşınızda arz-ı endâm ederler.

Niyetle insanın âdet ve alışkanlıkları, birer ibadet hükmüne geçer. Akşam yatarken gece ibadetine niyetli olan bir insanın, uykudaki solukları dahi zikir yerine geçer. Zaten böyle olmasaydı, bu kadar az zamanda, bu kadar az amelle cennet nasıl kazanılırdı ki?.. Evet, eğer mü’mine ebedî bir hayat verilecekse, bu onun ebedî kulluk niyetine bahşedilmiş bir lütuf olacak ve dolayısıyla da ona ebedî cenneti kazandıracaktır. Diğer kutupda kâfir için de durum aynı şekildedir. Yani o da ebedî cehenneme müstehak, demektir.

Evet biz, niyetimizdeki ebedî kulluk düşüncesiyle cennete hak kazanıyoruz. Kâfir de niyetindeki ebedî nankörlük azmiyle. Evet, amellerin en küçüğünden bila-istisnâ, en büyüğüne kadar bütününe değer ve kıymet kazandıran ve âdetâ onlara hayatiyet kazandıran ancak ve ancak niyettir.

Hatta, iyiliklerde sadece niyetin kazandırdığı çok şey vardır. Meselâ bir insan, bir haseneye niyet etse de onu yapamasa yine bir sevap alır. Eğer onu yaparsa, durumuna göre bazan on, bazan yüz, bazan da daha fazla sevap kazanır. Halbuki kötülükler, niyette kalsa günah yazılmaz, yapıldığı zaman da sadece bir günah yazılır. Elbette ki her kötülüğün günahı da kendi cinsinden bir cezayı gerektirir.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst