2 kasım 1967’de Risale-i Nurları tanıdım. Edebiyat Fakültesinde okuyordum. Selâhattin isminde bir arkadaş, elimde dinî bir gazete görünce yaklaştı ve gayet sessiz bir ifadeyle, “Sen Risale-i Nur okudun mu?” dedi. Ben de “İsmini duydum, ama okumadım.” dedim. O zaman:
“Risale-i Nur bütün iman hakikatlerini ispat ediyor.” dedi. Ben de o zaman:
“Madem siz ispatla meşgulsünüz, benim defterime yazdığım birkaç cümle var, size okuyayım.” dedim.
Okuduğum dinî dergi ve gazetelerden ilgimi çeken cümleleri defterime yazmıştım. Kur’an’ın küçük çocuklar tarafından dahi kolayca ezberlenmesi, hafızalara yerleşmesi ve tekrarının usandırmaması hususunda yazdığım cümleleri okudum. Meğer bunlar da Risale-i Nur’danmış…
Kendisiyle derse gitmek üzere anlaştık ve bir gün Süleymaniye dershanesine gittik. Mustafa ve Eyüp Ekmekçi’ler, Selâhattin ve bir de ben vardım. Hz. Eyyûb’un (a.s.) kıssasından birinci nükteyi okudular. Ders bittikten sonra:
“Acaba bilmediğimiz kelimeler parantez içinde yazılmış olsaydı daha iyi olmaz mıydı?” dedim.
Eyüp Ağabey:
“Bediüzzaman Hazretleri bir manaya kaç kelime gelir, bu manada bir lügat yazmak istemişti. Fakat bunu eserinde gerçekleştirdiğinden, anlamadığınız bir kelime ya o cümlenin içerisinde veya paragrafın içerisinde veya konu içerisinde geçmektedir. Eğer geçmiyorsa, konunun mantıkî üslûbundan o kelimenin manasını çıkarmak mümkündür.” dedi. Aslında bu da Zübeyir Ağabeyden bir nakildi… Ben o zaman, “Oh,” dedim, “lügat derdi de yokmuş...”
Dershaneden çıktığımızda Selâhattin:
“Nasıl buldun?” dedi.
“Dinî konuda nasıl sorulmaz, elbette güzeldir, güzel buldum...” dedim.
Şimşek çaktı
İkinci gün tekrar gittik. Bu gidişimde şimşek çaktı. Nurettin Tokdemir, yine bizim gibi iki-üç tane yeni arkadaş vardı. “Dünyanın öküz ve balık üzerinde oluşu”yla ilgili bahsi okudu, açıkladı. Çok etkisinde kaldım. Dışarı çıktım. Kirazlımescit Camii’ne varmadan yolda şunları düşündüm:
Akıl ve mantık dışı sanılan bir cümleyi, aklen ve mantıken açıklayan, fennen izah ve ispat eden ve dolayısıyla bu sözün mucize olduğunu beyan eden bu düzeydeki bir ilim sahibinin ilmi, biz Müslümanların bu zamanda ne ihtiyacı varsa hepsini cevaplamıştır. Eğer yazılmayan varsa, yazılanlardan kıyaslayarak çıkarmak mümkündür. Öyleyse ben hiçbir şey anlamasam da hangi konuları ispat etmiştir diye bir defa okuyayım. “İleride nefsimden, şeytanımdan ve hariçten bir soru geldiği zaman ‘Risale-i Nur’da ispat edilmiştir.’ diyerek imanımı korurum.” diye bir an evvel okumaya karar verdim.
Zübeyir Ağabeyi ilk defa Eyüp Ağabeyle birlikte Süleymaniye’nin dışında gördüm.
“Kardeşim, nerede oturuyorsun?” dedi.
“Fındıkzade.” deyince,
“İnşaALLAH Cenab-ı Hak orda bir dershane-i Nuriye ihsan eder.” dedi.
Sonra ilk ziyaretim Süleymaniye’deki odasında oldu. Kapıda gördüğümde:
“Kardeşim,” dedi, “ben böyle gördüğün gibi perişan bir insanım. Ben evliya mevliya değilim. Bu tarzda geleceksen gel.” dedi. Ben de içimden “Oh, tam aradığım kafada bir adam!” dedim. Ondan sonra ne zaman istersem kapısını vurdum girdim. Hatta Nurettin Tokdemir gibi çok kardeşler, rahat girip çıktığım için, “Duyduklarını yaz.” diyorlardı.
İlk anlattıklarını bir nur olarak gördüm. Sorularımı içimden geçirirdim, cevabını verirdi. Ama bunu ben Zübeyir Ağabeyde ilim olarak gördüm. O ilimden istifade etmeye çalıştım. Gördüğüm harikalar varsa, onların Üstadın ruhaniyetinden geldiğini, arkalarında Üstadın olduğunu düşündüm.
Ondan sonra Risale-i Nur derslerine devam etmeye başladım. Üstadın “Bir sene bu eserleri anlayarak okuyan…” cümlesini baz aldım. Bir yılda Risale-i Nurları üç kez okudum.
Yetmiş hikmet
Zübeyir Ağabey, Üstaddan gelen bir cümleyi veya paragrafı pek çok hikmet çıkarmak için tekrar tekrar okurdu ve derdi ki:
“Biliyorsunuz kardeşim, evliyaullah 70 hikmetten serd-i kelâm eyler. Onun için lâhika mektuplarını da iki defa okuyun.”
1968’in sonlarında Haseki’deki dershanede kalmaya başladım. 1969’un başından itibaren Zübeyir Ağabey de geldi. Eyüp Ağabey, Rüştü Ağabey ve Ömer kardeş de oradaydı. Ahmet Tanyel askerden gelmişti. Biz orada ekip olarak kalmaya başladık. Tahiri Ağabey de gelip gidiyordu. Tashih hizmeti başlamıştı.
Bir dersten sonra rüyamda Efendimizi (a.s.m.) gördüm. İlmi nur olarak üç tarzda izah etti. Daha sonra Zübeyir Ağabeyden şunu duydum:
“Üstadımız Risale-i Nur’u üç temel esas üzerine bina etmiştir:
1. İmanî bahisler.
2. Müdafaalar.
3. Lâhikalar.
“İmanî bahisleri okuyanlar, ehl-i takva ve ehl-i salâhat olur. Müdafaaları okuyanlar, davasının müdafaasıyla mücehhez olur. Lâhikaları okuyanlar, hadiseler karşısında nasıl hatt-ı harekette bulunacaklarını lâhikalardan öğrenirler.” Demişti.
Bir gece Zübeyir Ağabey, Sadık Bahtiyar’la tashih yapıyorlardı. Ben de uykuya dalmıştım. Zübeyir Ağabeyden duyduğum bir cümleyle uyandım: “Kardeşim, biz münekkit ve musahhih değiliz, biz hizmetkârız.”
Tashih ederken tenkit halet-i ruhiyesiyle, “Bunlar yanlış yazmışlar, biz de düzeltiyoruz,” değil, “hizmetkârız...”
Zübeyir Ağabeyden ilk yazdığım cümle bu oldu.
“Dinlerlerse anlat”
Derslerden sonra bazen birine ayakta şevkle iki saat anlattığım olurdu. O da dinlerdi. Fakat bu durumun uygun olup olmadığını Zübeyir Ağabeye sordum. Şöyle dedi:
“Kardeşim, anlattığında dinliyorlarsa anlat, okuduğunda dinliyorsa oku, devam et.”
Bundan sonra Tevruz Apartmanına taşındık. Çünkü Tahiri Ağabey geldiğinde yerimiz müsait olmadığından rahat kalamıyordu. Böylece 2,5 sene Zübeyir Ağabeyle olan beraberliğimiz başlamış oldu.
O sırada Kayseri’de MTTB’nin seçimi vardı. Biz de gittik. Aslında saf bir kardeşimiz vardı. Onun zihni karışmasın diye gitmiş, Sadık Bahtiyar’la parkta ona hakikatleri anlatmıştık. Seçime katılamadan döndük. Dönüşte Zübeyir Ağabeyin bana söylediği cümle şuydu:
“Kardeşim Ahmet Emin. Pedagojide vardır ki, günlük, gelip geçici içtimaî ve siyasî hadiselerle fikren meşgul olmak ve karışmak, bir dava adamının davasındaki inkişafına engeldir, kabiliyetlerini dumura uğratır.”
O zamana kadar benim siyasî ve sosyal meselelere karşı ilgim vardı. Bu cümleden sonra bütün benliğimle Risale-i Nur’a yöneldim.
Zübeyir Ağabeyle bulunduğum iki buçuk sene zarfında emir sigasıyla bir hitabını duymadım.
“Risale-i Nur bütün iman hakikatlerini ispat ediyor.” dedi. Ben de o zaman:
“Madem siz ispatla meşgulsünüz, benim defterime yazdığım birkaç cümle var, size okuyayım.” dedim.
Okuduğum dinî dergi ve gazetelerden ilgimi çeken cümleleri defterime yazmıştım. Kur’an’ın küçük çocuklar tarafından dahi kolayca ezberlenmesi, hafızalara yerleşmesi ve tekrarının usandırmaması hususunda yazdığım cümleleri okudum. Meğer bunlar da Risale-i Nur’danmış…
Kendisiyle derse gitmek üzere anlaştık ve bir gün Süleymaniye dershanesine gittik. Mustafa ve Eyüp Ekmekçi’ler, Selâhattin ve bir de ben vardım. Hz. Eyyûb’un (a.s.) kıssasından birinci nükteyi okudular. Ders bittikten sonra:
“Acaba bilmediğimiz kelimeler parantez içinde yazılmış olsaydı daha iyi olmaz mıydı?” dedim.
Eyüp Ağabey:
“Bediüzzaman Hazretleri bir manaya kaç kelime gelir, bu manada bir lügat yazmak istemişti. Fakat bunu eserinde gerçekleştirdiğinden, anlamadığınız bir kelime ya o cümlenin içerisinde veya paragrafın içerisinde veya konu içerisinde geçmektedir. Eğer geçmiyorsa, konunun mantıkî üslûbundan o kelimenin manasını çıkarmak mümkündür.” dedi. Aslında bu da Zübeyir Ağabeyden bir nakildi… Ben o zaman, “Oh,” dedim, “lügat derdi de yokmuş...”
Dershaneden çıktığımızda Selâhattin:
“Nasıl buldun?” dedi.
“Dinî konuda nasıl sorulmaz, elbette güzeldir, güzel buldum...” dedim.
Şimşek çaktı
İkinci gün tekrar gittik. Bu gidişimde şimşek çaktı. Nurettin Tokdemir, yine bizim gibi iki-üç tane yeni arkadaş vardı. “Dünyanın öküz ve balık üzerinde oluşu”yla ilgili bahsi okudu, açıkladı. Çok etkisinde kaldım. Dışarı çıktım. Kirazlımescit Camii’ne varmadan yolda şunları düşündüm:
Akıl ve mantık dışı sanılan bir cümleyi, aklen ve mantıken açıklayan, fennen izah ve ispat eden ve dolayısıyla bu sözün mucize olduğunu beyan eden bu düzeydeki bir ilim sahibinin ilmi, biz Müslümanların bu zamanda ne ihtiyacı varsa hepsini cevaplamıştır. Eğer yazılmayan varsa, yazılanlardan kıyaslayarak çıkarmak mümkündür. Öyleyse ben hiçbir şey anlamasam da hangi konuları ispat etmiştir diye bir defa okuyayım. “İleride nefsimden, şeytanımdan ve hariçten bir soru geldiği zaman ‘Risale-i Nur’da ispat edilmiştir.’ diyerek imanımı korurum.” diye bir an evvel okumaya karar verdim.
Zübeyir Ağabeyi ilk defa Eyüp Ağabeyle birlikte Süleymaniye’nin dışında gördüm.
“Kardeşim, nerede oturuyorsun?” dedi.
“Fındıkzade.” deyince,
“İnşaALLAH Cenab-ı Hak orda bir dershane-i Nuriye ihsan eder.” dedi.
Sonra ilk ziyaretim Süleymaniye’deki odasında oldu. Kapıda gördüğümde:
“Kardeşim,” dedi, “ben böyle gördüğün gibi perişan bir insanım. Ben evliya mevliya değilim. Bu tarzda geleceksen gel.” dedi. Ben de içimden “Oh, tam aradığım kafada bir adam!” dedim. Ondan sonra ne zaman istersem kapısını vurdum girdim. Hatta Nurettin Tokdemir gibi çok kardeşler, rahat girip çıktığım için, “Duyduklarını yaz.” diyorlardı.
İlk anlattıklarını bir nur olarak gördüm. Sorularımı içimden geçirirdim, cevabını verirdi. Ama bunu ben Zübeyir Ağabeyde ilim olarak gördüm. O ilimden istifade etmeye çalıştım. Gördüğüm harikalar varsa, onların Üstadın ruhaniyetinden geldiğini, arkalarında Üstadın olduğunu düşündüm.
Ondan sonra Risale-i Nur derslerine devam etmeye başladım. Üstadın “Bir sene bu eserleri anlayarak okuyan…” cümlesini baz aldım. Bir yılda Risale-i Nurları üç kez okudum.
Yetmiş hikmet
Zübeyir Ağabey, Üstaddan gelen bir cümleyi veya paragrafı pek çok hikmet çıkarmak için tekrar tekrar okurdu ve derdi ki:
“Biliyorsunuz kardeşim, evliyaullah 70 hikmetten serd-i kelâm eyler. Onun için lâhika mektuplarını da iki defa okuyun.”
1968’in sonlarında Haseki’deki dershanede kalmaya başladım. 1969’un başından itibaren Zübeyir Ağabey de geldi. Eyüp Ağabey, Rüştü Ağabey ve Ömer kardeş de oradaydı. Ahmet Tanyel askerden gelmişti. Biz orada ekip olarak kalmaya başladık. Tahiri Ağabey de gelip gidiyordu. Tashih hizmeti başlamıştı.
Bir dersten sonra rüyamda Efendimizi (a.s.m.) gördüm. İlmi nur olarak üç tarzda izah etti. Daha sonra Zübeyir Ağabeyden şunu duydum:
“Üstadımız Risale-i Nur’u üç temel esas üzerine bina etmiştir:
1. İmanî bahisler.
2. Müdafaalar.
3. Lâhikalar.
“İmanî bahisleri okuyanlar, ehl-i takva ve ehl-i salâhat olur. Müdafaaları okuyanlar, davasının müdafaasıyla mücehhez olur. Lâhikaları okuyanlar, hadiseler karşısında nasıl hatt-ı harekette bulunacaklarını lâhikalardan öğrenirler.” Demişti.
Bir gece Zübeyir Ağabey, Sadık Bahtiyar’la tashih yapıyorlardı. Ben de uykuya dalmıştım. Zübeyir Ağabeyden duyduğum bir cümleyle uyandım: “Kardeşim, biz münekkit ve musahhih değiliz, biz hizmetkârız.”
Tashih ederken tenkit halet-i ruhiyesiyle, “Bunlar yanlış yazmışlar, biz de düzeltiyoruz,” değil, “hizmetkârız...”
Zübeyir Ağabeyden ilk yazdığım cümle bu oldu.
“Dinlerlerse anlat”
Derslerden sonra bazen birine ayakta şevkle iki saat anlattığım olurdu. O da dinlerdi. Fakat bu durumun uygun olup olmadığını Zübeyir Ağabeye sordum. Şöyle dedi:
“Kardeşim, anlattığında dinliyorlarsa anlat, okuduğunda dinliyorsa oku, devam et.”
Bundan sonra Tevruz Apartmanına taşındık. Çünkü Tahiri Ağabey geldiğinde yerimiz müsait olmadığından rahat kalamıyordu. Böylece 2,5 sene Zübeyir Ağabeyle olan beraberliğimiz başlamış oldu.
O sırada Kayseri’de MTTB’nin seçimi vardı. Biz de gittik. Aslında saf bir kardeşimiz vardı. Onun zihni karışmasın diye gitmiş, Sadık Bahtiyar’la parkta ona hakikatleri anlatmıştık. Seçime katılamadan döndük. Dönüşte Zübeyir Ağabeyin bana söylediği cümle şuydu:
“Kardeşim Ahmet Emin. Pedagojide vardır ki, günlük, gelip geçici içtimaî ve siyasî hadiselerle fikren meşgul olmak ve karışmak, bir dava adamının davasındaki inkişafına engeldir, kabiliyetlerini dumura uğratır.”
O zamana kadar benim siyasî ve sosyal meselelere karşı ilgim vardı. Bu cümleden sonra bütün benliğimle Risale-i Nur’a yöneldim.
Zübeyir Ağabeyle bulunduğum iki buçuk sene zarfında emir sigasıyla bir hitabını duymadım.