Ölüme ve Esarete Taşıyan Gemiler

ebrar172

Well-known member


3.jpg

500-1870 yılları arasında yaklaşık 12 milyon Afrikalı köle, Amerika'ya getirilmiştir. Köle ticareti 1700'lü yıllarda en üst seviyeye çıkmıştır. En fazla köle satın alan ülke, dört milyon ile Brezilya'dır. Bu yıllarda, Florida ve Kaliforniyalı tacirler tarafından İspanya kolonilerinden Arjantin'e iki buçuk milyon köle satılmıştır. Değişik tacirler tarafından da, Fransız kolonilerinden bir milyon altı yüz bin, İngiliz kolonilerinden iki milyon ve Hollanda kolonilerinden beş yüz bin köle getirtilmiştir. Karaib Adalarındaki halkın % 90'ı da köleleştirilmiştir.

Köle ticareti yapan gemilerdeki kaptan ve tayfaların en korktukları şey, kölelerin isyan etmeleriydi. Bu sebepledir ki, köleler götürülecekleri yere, el ve ayaklarından birbirlerine bağlanarak sevk edilirdi.

Kaptanın maddî çıkarı gereği bu 'insan yükü'nün karaya sağlam çıkması çok önemliydi. Bu yüzden de köleleri zinde tutabilmek maksadıyla her gün onları düzenli olarak güverteye çıkarırlar ve sözde dans ettirirlerdi. Dans ettirme dedikleri de şuydu: Gemideki tayfalar kırbaçlarını kölelerin çıplak vücutlarına şaklatırlar ve onlar da can havliyle sağa sola kaçışırlardı.
Bu dönemde iki türlü kaptan vardı: Fazla köle yükleyenler ve az yükleyenler. Az yükleyenler, hastalık ve ölüm riskinin azalacağını düşünerek gemiye az köle alırlardı. Fazla yükleyenler ise, gemide ne kadar yer varsa, oraları kölelerle doldururlardı. Mantıkları ise şuydu: Nasıl olsa yolda birileri ölecek, öyleyse alabildiğimiz kadar çok köle alalım.

Atlas Okyanusu'nu geçerken yaklaşık iki milyon Afrikalı ölmüştür; ölüm sebeplerinin başında dizanteri ve çiçek hastalığı gelmektedir. Köle tacirleri, kölelerin birinde en ufak bir bulaşıcı hastalık belirtisi gördüklerinde, onu hemen denize atarlardı. Acılara dayanamayıp intihar edenlere de çok rastlanmaktaydı. Bunlar, ya denize atlayarak, ya kendini, yanındaki arkadaşına boğdurarak veya yemek yemeyerek canlarına kıyarlardı. Onların yemek yemediğini gören tayfalar, mallarının zâyi olmaması için 'speculum oris' denen bir usûlle, zorla kölenin ağzını açıp yemeği gırtlağından aşağıya tıkarlardı.

1810'dan itibaren birçok ülkede köle ticareti resmen yasaklandığı hâlde, Atlanta üzerinden devam etmiştir. Yasağa rağmen 1810'dan sonra Afrika'dan iki milyon köle daha getirilmiştir. Bunlardan iki yüz bini İngiliz denetim gemileri tarafından kurtarılıp tekrar Afrika'ya götürülmüştür.

1808'den itibaren Amerika ve Büyük Britanya köle ticaretini yasaklamış ve kanunu uygulayabilmek için, Batı Afrika sahillerinde denetim yapmaya başlamıştır. Denetimlerde köle gemileri durdurulup, köleler serbest bırakılmıştır.

Bu denetim gemilerinin birinde, Robert Walsh (1772-1856) isimli İrlandalı bir denetimci de vardı. Walsh, denetimler sırasında kölelerin içinde bulunduğu kötü şartlara şahit olmuş ve bundan sonra da kendini bu kölelik karşıtı organizasyona vakfetmiştir. Walsh, 'Notices of Brazil in 1828 and 1829' adlı eserinde gözlemlerini kaleme almıştır. Hâdisenin ürperticiliğini olduğu gibi gözler önüne serebilmek için, onun, 22 Mayıs 1829 tarihli notlarından bir kısmını aşağıda aynen naklediyoruz:

"Şüpheli gemiye çıktığımızda yük gemisinin kölelerle dolu olduğunu gördük. Geminin adı Feloz, kaptanının adı Jose Barbosa ve istikameti Brezilya idi. Yük gemisi, bir korsan gemisi olacak kadar geniş ve büyüktü.

Gemide 366'sı erkek, 226'sı kadın toplam 592 köle vardı. Gemi, Afrika sahillerinden ayrılalı 17 gün olmuştu. Köleleri dar parmaklıklar arasına hapsetmişlerdi. Hücreleri o kadar dardı ki, köleler birbirlerinin bacakları arasına oturmuşlardı ve o kadar sıkışıklardı ki ne yatmalarına, ne de sağlarına sollarına dönme imkânları vardı. Bedenlerine hangi köle tüccarına ait olduklarını gösteren damgalar vurulmuştu. Bu damgaların kimisi göğüs altında, kimisi de kollarındaydı. O köle gemisinin kaptanı hiç utanmadan ve çekinmeden, bu damgaları kızgın demirlerle dağlayarak yaptıklarını anlatıyordu.

Kölelerin başlarında bulunan şahıs da, çok acımasız biriydi. Elinde deriden örülmüş bir kamçısı vardı ve aşağıdan en ufak bir ses duyduğunda inip kamçısını acımasızca kullanmaktan çekinmiyordu. Ayrıca o kamçıyı kullanmaktan haz alır bir hâli vardı. Kamçısını bu adamın elinden almak bana ayrı bir mutluluk verdi. Şimdi o kamçıyı o dehşet günlerini unutmamak için yanımdan hiç ayırmıyorum.

Onlara acıyarak baktıklarımızı gördüklerinde, bu zavallı kölelerin o siyah yüzlerinde bir aydınlık belirdi. Belli ki daha önceden bir merhamet kırıntısı görmemişlerdi. Onların dostu olduğumuzu anladıklarında, bağırmaya ve el çırpmaya başlamışlardı. İçlerinden Portekizce öğrenmiş olanlardan birkaçı 'Viva, viva!' (Yaşasın, yaşasın!) diye bağırıyordu. Özellikle de kadınlar çok ümitlenmişler, ellerini havaya kaldırmışlardı. Onlara selâm vermek için elimizi aşağıya uzattığımızda sevinçlerini gizleyemiyor, ellerimizi öpebilmek için dizlerinin üzerlerine doğrulmaya çalışıyorlardı. Onları kurtarmaya geldiğimizi anlamışlardı. Buna rağmen birçoğu kafalarını umutsuzca sallamaktaydı.

Bazıları bir deri bir kemik kalmıştı ve özellikle de çocuklar ölmek üzereydi. Bizi en şaşırtan şey, bu kadar insanın 90 cm yüksekliğindeki ışıksız ve havasız hücrelerde, üst üste ve sıkışık olmalarına rağmen hayatta kalabilmeleriydi. O esnada dışarıda termometre gölgede 30 dereceyi göstermekteydi.

Kölelerin kaldıkları yerler iki bölüme ayrılmıştı. Birinci bölüm: 4,9x5,5 m; ikinci bölüm 12,2x6,4 m ebatlarındaydı. Birinci bölümde kadınlar ve kız çocukları istiflenmişti, diğerlerinde ise erkekler ve oğlan çocukları vardı. Köleleri yukarı çıkardığımızda içerde el ve ayak zincirleri görmüştük; demek biz gelmeden onları çıkartmışlardı.

O korkunç yerde kavurucu sıcaklık o kadar şiddetliydi ki, buraya girilecek gibi değildi. Bu bölümlere ancak köleleri çıkardıktan belli bir müddet sonra girebildik. Onları boşalttıktan sonra da bölümlerin ebatlarını ölçebildik.

Yanımızdaki askerler; işkence görmüş bu zavallı kölelerin yukarıya çıkarılıp hava ve su ihtiyaçlarının giderilmesini istedi. Köle satıcılarının adamları buna itiraz ettiler. Askerler, bu itirazları dikkate almadan köleleri yukarıya, güverteye çıkardılar.

Her yaş ve cinsiyetteki bu insanların tamamı çıplaktı. Temiz hava ve su 'lüksünü' tadabilmek için koşturmuşlardı güverteye... Arı kovanında vızıldayan arılar gibi vızıltılar çıkararak üst kata çıktıklarında güverte çökecek gibi olmuştu. Bu kadar çok insanın böyle nereden çıktığına hayret etmiştik.

Onların çıktığı bölmelere girdiğimizde köşelerden birinde bazı çocuklar gördük; sanki kış uykusuna yatmış gibi kalakalmışlardı orda! Bu küçük 'yaratıklar' hayatı umursamaz bir hâle gelmişlerdi. Onları yukarı çıkardığımızda ayakta duracak hâlleri bile yoktu.

Temiz havanın tadını çıkardıktan sonra onlara su verdik, ancak o zaman acılarının büyüklüğünü anlayabildik; sulara delirmiş gibi saldırdılar. Bu paha biçilmez sıvıya sahip olabilmek için bizlerden gelen ne tehdit, ne de rica onları durdurabiliyordu. Zaten suyu görmek bile onları deliye çevirmeye yetmişti. Bu manzarayı gördükten sonra, bu yolculuklarda ölümlerin ve hastalıkların olması bize sürpriz gelmedi.

7 Mayıs'ta Afrika sahillerinden ayrılmışlar ve on yedi gündür yollardaydılar, bu süre içerisinde ölen elli beş köle denize atılmıştı. Bunlar genelde dizanteriden ölmüştü. Bu hastalığı bu gemide kapmışlardı, Afrika'yı terk ederlerken her biri sağlıklıydı.

Şu an yaşayanların birçoğu da, ölmek üzereydi ve güvertede boylu boyunca yatmaktaydı. Yüzlerine bakılamayacak kadar kirliydiler.

Bu insafsız köle satıcılarından da hastalık kapanlar olmuş, bunlardan sekiz veya dokuzu ölmüş, altısı da kendi kamaralarında ateşler içinde yatmaktaydı.

Ben bu işkenceleri şiddetle kınayıp, kızgınlığımı arkadaşlarıma anlattığımda onlar, daha buna benzer birçok köle taşıyan gemi gördüklerini ve bu geminin -bu hâliyle bile- içlerinde en iyisi sayılabileceğini ifade ettiler...

Bir keresinde onlar Bonny Nehri'nde bir köle gemisine rast gelmişler, geminin altından tuhaf sesler, iniltiler geliyormuş. Merak edip aşağı kata baktıklarında çok dar bir alanda, birbirine zincirlenmiş köleler görmüşler. Onları yukarı çıkardıklarında, kölelerin ikişerli, üçerli gruplar hâlinde zincirlenmiş olduklarını fark etmişler. Birçoğu boğulmak üzereymiş, ağızlarının çevresinde köpükler varmış ve korkunç sancılar içinde kıvranıyorlarmış.

Bazıları önceden ölmüş, diri kalanlar ise onlara bağlı duruyorlarmış. Üçerli hâldeki bu gruptakilerden mutlaka birisi ya ölüymüş veya ölmek üzere baygın vaziyetteymiş. Bu gemidekilerin on dokuzu önceden ölmüş. Biraz daha yer açabilmek ve hava alabilmek için birbirini öldürenler de olmuştu. Erkeklerden yanındakini boğanlar, kadınlardan tırnağını birbirinin kafasına geçirenler olmuş. Bazıları da daha az can çekişerek ölebilmek için, bulabildikleri ilk fırsatta da kendilerini suya atmışlar."

Burada Robert Walsh'ın sözleri bitiyor... Bütün bu anlatılanların yorumunu okuyucularımıza bırakıyoruz....





Ramazan Kerpeten....Sızıntı...
 
Üst