Hamiyetkar
Well-known member
ORDU ve DİN
1952’de Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumak için Ankara’ya gittim. 1956’da yüksek tahsilimi bitirdim, bir sene Erzurum’da Yedek Subaylık yaptım, iki sene kadar Diyanet İşleri Başkanlığı’nda mütercim kadrosuyla çalıştım. 1960’ta gazetecilik yapmak maksadıyla İstanbul’a gittim. O yılları çok iyi hatırlıyorum.
50’li yıllarda sokaklarda çok sayıda üniformalı subay görülüyordu. Asker sivil iç içeydi. Hacı Bayram Camii’nde vakit namazlarında cemaat içinde üniformalı subaylar bulunurdu. Başlarına namaz takkelerini geçirirler, saf içinde sivillerle birlikte ibadet ederlerdi. Hatta 50’li yılların sonunda adı geçen camide, rütbesini şu anda tam hatırlamıyorum, ya yarbay ya albay, uzun boylu bir subay zaman zaman Yunus Emre’den ilahiler okurdu.
Öğrencilik yıllarımda Yüzbaşı Dr. Dursun Bey ile tanışmıştım. Mevki Hastahanesi’nde intaniye ihtisası yapıyordu. Tarikat mensubu, son derece dindar, takvalı, faziletli bir Müslümandı. Ankara’nın korkunç sıcaklarında haftada iki gün nafile oruç tutar, akşam Namık Kemal Mahallesi’ndeki evine dönerken yolda bir misafir bulur, birlikte iftar açardı.
O tarihlerde Ankara İlahiyat Fakültesi’nde üniformalı öğrenciler okuyorlardı. Mezun olduktan sonra moral subayı olarak birliklerde vazife görüyorlar, namaz kıldırıyorlar, vaaz ediyorlardı.
Askerî birliklerde camiler, mescitler vardı, namaz kılınırdı.
Diyanet İşleri Başkanlığı o tarihlerde Ulus’a yakın bir yerdeydi. Saman Pazarı’na çıkan yolun karşı tarafında Hava Kuvvetleri Genel Kumandanlığı bulunuyordu. Cuma günleri garnizonun kapıları herkese açık olur, isteyenler içeride kılınan Cuma namazına iştirak ederlerdi. (Cuma namazının şartlarından biri de, kılındığı yerin kapısının herkese açık olmasıdır...)
Bu memlekette halkın yüzde 15’i beş vakit namaz kılıyorsa, subay ve astsubayların içindeki namaz kılanların da bu oranda olması tabiî değil midir?
Aradan uzun yıllar geçti, sokaklarda, camilerde üniformalı subay görünmez oldu.
Eskiden dindar subayların hanımları örtülü idi, kimse buna karışmazdı. Duyduğuma göre şimdi böyle bir şey mümkün değilmiş.
50 sene önce tarikat mensubu subaylar vardı; onların dindarlıkları, sufîlikleri, kimseye göstermeden tenhada çektikleri zikirler, yaptıkları tesbihat kimseyi rahatsız etmezdi.
Kurum olarak Ordumuzu tenzih ederek ve çok dikkatli şekilde yazıyorum. Maalesef birileri, bir zihniyet en tabii, en normal, en haklı dinî hizmetleri ve faaliyetleri bir tehdit ve tehlike olarak algıladılar. Dindarlara karşı, demokrasiye ve insan haklarına aykırı baskılar, korkutmalar, sindirmeler yaptılar.
Dine ve dindarlara karşı yapılan bu olumsuz işlerde maalesef bazı dinî cemaatlerin ve hiziplerin yanlış tutumları büyük rol oynamıştır.
Dinî bir cemaat, orduya sızmaya ve onu ele geçirmeye çalışıyor... Bu yanlış bir metod, siyaset ve stratejidir.
Ordu ülkenin ordusudur, halkın ordusudur, devletin ordusudur. Ülke ve halk ne kadar Müslüman ise, o kadar Müslüman olacaktır. Dinî bir cemaatin orduyu ele geçirmek teşebbüsü dengeleri bozar ve neticede bugünkü duruma yol açar.
30-40 yıl önce Ankara Hava Harp Okulu’nda, isteyen öğrencilerin ve personelin gittiği, serbestçe namaz kıldığı bir mescit varmış. Okulu birtakım cemaatler, hizipler, şucular, bucular ele geçirmeye çalışıyormuş. Bunların mensubu öğrenciler okul mescidinde birbirleriyle kaynaşmıyormuş, ayrı ayrı oturuyorlarmış... Hizip ve cemaat asabiyeti... Çok yanlış, çok yanlış...
Medenî ülkelerin ordularında dindarlık da, dinsizlik de serbesttir. Fransız istihbaratının bir raporunda okudum, en fazla mühtedi Müslüman olmuş Fransız ordu mensupları içindeymiş.
Bir Hıristiyan ülkenin ordusundaki Müslüman erlere, subaylara domuz eti yedirilmez.
Talihsiz Türkiye’mizde din ile devlet, din ile resmî ideoloji, din ile rejim arasında maalesef müzmin, bitmez tükenmez, had safhada bir çekişme mevcuttur. Bunun giderilmesi lazımdır. Fransa gibi laik bir ülkede din ile devlet barışıktır.
Din ile ordu da barışık olmalıdır.
Bir subay, öyle arzu ediyorsa, kimseden korkmadan, çekinmeden namaz kılabilmelidir.
Dindar bir subay, hanımının başını örtebilmelidir.
Siyasete karışmamak, din sömürüsü yapmamak şartıyla tasavvufî bir gruba dâhil olabilmelidir.
Türk toplumu ne kadar dindarsa, ordu içindeki dindarlık da o nispette olmalıdır.
Bir Müslüman olarak, herhangi dinî bir cemaatin orduyu ele geçirme, orduya sızma teşebbüs ve faaliyetlerine karşı çıkarım. Çünkü böyle bir şeyin zararı büyük olur. Nitekim görülüyor.
Yine bir Müslüman olarak, ordunun dindar bir ordu olmasını temenni ederim. Bendenizde Osmanlılar zamanında basılmış tarikat, tasavvuf, dinî ahlâk kitapları var. Bunların büyük kısmı Bahriye Matbaasında (Deniz Kuvvetleri Basımevi’nde) basılmış. Demek ki, Osmanlılar zamanında Deniz Kuvvetleri çok dindar, çok sofu, tasavvufla iç içe olan bir askerî kurummuş. Böyle bir şeyden dolayı iftihar ederim.
Kutsal dinin istismar ve istihdam edilmesine, yani sömürülmesine karşıyım. Böyle sömürüler yapanları lanetliyorum, onları Müslüman bile görmüyorum. Alçak ve rezil insanlardır...
Ulvî olan dinin, süflî (alçak) politika entrikalarına, şahsî nüfuz ve menfaat hesaplarına alet edilmesini asla kabul etmem.
Takiyye yapmıyorum, yalan söylemiyorum. Kurum olarak orduyu çok severim. 1959’da Erzurum’daki yedek subaylığımın son gününde herkesle vedalaşmış, helâllik almış ve odama dönerek hüngür hüngür ağlamıştım. Askerlik bitti diye sevincimden ağlamamıştım, askerlikten ayrıldığım için, üzüntümden ağlamıştım..
Mehmet Şevket EYGİ
1952’de Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumak için Ankara’ya gittim. 1956’da yüksek tahsilimi bitirdim, bir sene Erzurum’da Yedek Subaylık yaptım, iki sene kadar Diyanet İşleri Başkanlığı’nda mütercim kadrosuyla çalıştım. 1960’ta gazetecilik yapmak maksadıyla İstanbul’a gittim. O yılları çok iyi hatırlıyorum.
50’li yıllarda sokaklarda çok sayıda üniformalı subay görülüyordu. Asker sivil iç içeydi. Hacı Bayram Camii’nde vakit namazlarında cemaat içinde üniformalı subaylar bulunurdu. Başlarına namaz takkelerini geçirirler, saf içinde sivillerle birlikte ibadet ederlerdi. Hatta 50’li yılların sonunda adı geçen camide, rütbesini şu anda tam hatırlamıyorum, ya yarbay ya albay, uzun boylu bir subay zaman zaman Yunus Emre’den ilahiler okurdu.
Öğrencilik yıllarımda Yüzbaşı Dr. Dursun Bey ile tanışmıştım. Mevki Hastahanesi’nde intaniye ihtisası yapıyordu. Tarikat mensubu, son derece dindar, takvalı, faziletli bir Müslümandı. Ankara’nın korkunç sıcaklarında haftada iki gün nafile oruç tutar, akşam Namık Kemal Mahallesi’ndeki evine dönerken yolda bir misafir bulur, birlikte iftar açardı.
O tarihlerde Ankara İlahiyat Fakültesi’nde üniformalı öğrenciler okuyorlardı. Mezun olduktan sonra moral subayı olarak birliklerde vazife görüyorlar, namaz kıldırıyorlar, vaaz ediyorlardı.
Askerî birliklerde camiler, mescitler vardı, namaz kılınırdı.
Diyanet İşleri Başkanlığı o tarihlerde Ulus’a yakın bir yerdeydi. Saman Pazarı’na çıkan yolun karşı tarafında Hava Kuvvetleri Genel Kumandanlığı bulunuyordu. Cuma günleri garnizonun kapıları herkese açık olur, isteyenler içeride kılınan Cuma namazına iştirak ederlerdi. (Cuma namazının şartlarından biri de, kılındığı yerin kapısının herkese açık olmasıdır...)
Bu memlekette halkın yüzde 15’i beş vakit namaz kılıyorsa, subay ve astsubayların içindeki namaz kılanların da bu oranda olması tabiî değil midir?
Aradan uzun yıllar geçti, sokaklarda, camilerde üniformalı subay görünmez oldu.
Eskiden dindar subayların hanımları örtülü idi, kimse buna karışmazdı. Duyduğuma göre şimdi böyle bir şey mümkün değilmiş.
50 sene önce tarikat mensubu subaylar vardı; onların dindarlıkları, sufîlikleri, kimseye göstermeden tenhada çektikleri zikirler, yaptıkları tesbihat kimseyi rahatsız etmezdi.
Kurum olarak Ordumuzu tenzih ederek ve çok dikkatli şekilde yazıyorum. Maalesef birileri, bir zihniyet en tabii, en normal, en haklı dinî hizmetleri ve faaliyetleri bir tehdit ve tehlike olarak algıladılar. Dindarlara karşı, demokrasiye ve insan haklarına aykırı baskılar, korkutmalar, sindirmeler yaptılar.
Dine ve dindarlara karşı yapılan bu olumsuz işlerde maalesef bazı dinî cemaatlerin ve hiziplerin yanlış tutumları büyük rol oynamıştır.
Dinî bir cemaat, orduya sızmaya ve onu ele geçirmeye çalışıyor... Bu yanlış bir metod, siyaset ve stratejidir.
Ordu ülkenin ordusudur, halkın ordusudur, devletin ordusudur. Ülke ve halk ne kadar Müslüman ise, o kadar Müslüman olacaktır. Dinî bir cemaatin orduyu ele geçirmek teşebbüsü dengeleri bozar ve neticede bugünkü duruma yol açar.
30-40 yıl önce Ankara Hava Harp Okulu’nda, isteyen öğrencilerin ve personelin gittiği, serbestçe namaz kıldığı bir mescit varmış. Okulu birtakım cemaatler, hizipler, şucular, bucular ele geçirmeye çalışıyormuş. Bunların mensubu öğrenciler okul mescidinde birbirleriyle kaynaşmıyormuş, ayrı ayrı oturuyorlarmış... Hizip ve cemaat asabiyeti... Çok yanlış, çok yanlış...
Medenî ülkelerin ordularında dindarlık da, dinsizlik de serbesttir. Fransız istihbaratının bir raporunda okudum, en fazla mühtedi Müslüman olmuş Fransız ordu mensupları içindeymiş.
Bir Hıristiyan ülkenin ordusundaki Müslüman erlere, subaylara domuz eti yedirilmez.
Talihsiz Türkiye’mizde din ile devlet, din ile resmî ideoloji, din ile rejim arasında maalesef müzmin, bitmez tükenmez, had safhada bir çekişme mevcuttur. Bunun giderilmesi lazımdır. Fransa gibi laik bir ülkede din ile devlet barışıktır.
Din ile ordu da barışık olmalıdır.
Bir subay, öyle arzu ediyorsa, kimseden korkmadan, çekinmeden namaz kılabilmelidir.
Dindar bir subay, hanımının başını örtebilmelidir.
Siyasete karışmamak, din sömürüsü yapmamak şartıyla tasavvufî bir gruba dâhil olabilmelidir.
Türk toplumu ne kadar dindarsa, ordu içindeki dindarlık da o nispette olmalıdır.
Bir Müslüman olarak, herhangi dinî bir cemaatin orduyu ele geçirme, orduya sızma teşebbüs ve faaliyetlerine karşı çıkarım. Çünkü böyle bir şeyin zararı büyük olur. Nitekim görülüyor.
Yine bir Müslüman olarak, ordunun dindar bir ordu olmasını temenni ederim. Bendenizde Osmanlılar zamanında basılmış tarikat, tasavvuf, dinî ahlâk kitapları var. Bunların büyük kısmı Bahriye Matbaasında (Deniz Kuvvetleri Basımevi’nde) basılmış. Demek ki, Osmanlılar zamanında Deniz Kuvvetleri çok dindar, çok sofu, tasavvufla iç içe olan bir askerî kurummuş. Böyle bir şeyden dolayı iftihar ederim.
Kutsal dinin istismar ve istihdam edilmesine, yani sömürülmesine karşıyım. Böyle sömürüler yapanları lanetliyorum, onları Müslüman bile görmüyorum. Alçak ve rezil insanlardır...
Ulvî olan dinin, süflî (alçak) politika entrikalarına, şahsî nüfuz ve menfaat hesaplarına alet edilmesini asla kabul etmem.
Takiyye yapmıyorum, yalan söylemiyorum. Kurum olarak orduyu çok severim. 1959’da Erzurum’daki yedek subaylığımın son gününde herkesle vedalaşmış, helâllik almış ve odama dönerek hüngür hüngür ağlamıştım. Askerlik bitti diye sevincimden ağlamamıştım, askerlikten ayrıldığım için, üzüntümden ağlamıştım..
Mehmet Şevket EYGİ