Konuya cevap cer

Yüz Elli Yılda Değişmeden Devam Eden Bir Sistem 


Beni en çok şaşırtan şeylerden biri de Osmanlı yönetim  sisteminde genellikle sık sık yaşadığımız gibi “Ali yazar Veli bozar”  ilkelliğinin değil, tersine istikrarın, geleneğe bağlılığın, müesseseleşmenin ve  akılcılık üzerinde ısrarın geçerli kılınmasıdır. Gerçekten yukarıda ana hatları  verilen yönetim tarzı çok sağlıklı şekilde yüz elli yıl, belli özelliklerini  taşır şekilde ise yüzlerce yıl ayakta kalabilmiştir.



     Sistemdeki bu derinlik ve yapısallaşmayı çok sayıda araştırmacı  vurguladığı gibi doğrudan doğruya Enderundan yetişmiş kişiler de vurgular.  Bunlardan biri Menavino’dur. Bu kişi bizzat kendi öyküsünü anlatır. Ricaut ise  sultanın hizmetinde on dokuz yıl kalan ve büyük mevkilere gelen bir Lehden  öğrendiklerini aktarır. Bu belgelerin yazılış tarihleri arasında yüz elli yıllık  fark olmasına karşın anlatılan temel özellik aynıdır. Menavino, Silah ve  süvarilik eğitimlerine değinmez, ama kaçtığı zaman, gözü pek olmasa da oldukça  iyi yetişmiş bir binici olduğunu ortaya koyar. Menavino’dan yirmi yıl kadar  sonra, Postel bu eğitimi daha ayrıntılı olarak yazar. Postel’in bu bilgileri,  bir yerde yetkili kaynak olarak tanımladığı Cabazolles adındaki Fransız  İçoğlanından almış olması muhtemeldir. (Lybyer, s. 78)



     İçoğlanlarına savaş sanatı öğretilir, atıcılık ve binicilïk  dersleri verilirdi. Kanuni, İçoğlanlarının binicilikteki gelişmelerini  izlemekten özel zevk duyar, beğendiği bir İçoğlanını yanına çağırtır, onunla  konuşur ve armağanlar verirdi. Ayrıca, eski bir Doğu geleneği uyarınca her  İçoğlanına bir zenaat da öğretilirdi. Bunun amacı da, hiç kuşkusuz gerektiği  zaman bu yoldan geçimini sağlayabilmesiydi.



Menavino, seksen ila yüz gencin yetiştirildiği Yeni Odadaki  öğrenim sistemini anlatır. “Çocuk o okulda beş altı gün kaldıktan sonra, alfabe  öğretilmeye başlanır. Okulda dört öğretmen vardır. Bunlardan biri eğitimin ilk  yılında çocuklara okuma öğretir. Bir başkası Arapça Kur’an öğretir ve tefsirler  yapar. Üçüncü öğretmen, Farsça kitaplar okutur. Öğrencilerin bir kısmı biraz  Farsça yazı öğrenirler, ama öğretmenler yazma öğretmeyi pek istemez. Dördüncü  öğretmen ise, edebi değeri olan ve olmayan çeşitli Arapça kitaplar okutur”.  Başlangıçtan itibaren, çalışma karşılığı ödeme yapılması gibi ödüllendirmelerin  bulunması ilginçtir. Menavino şöyle sürdürür: “Bu çocuklara, ilk yıl günde iki,  ikinci yıl üç, üçüncü yıl dört akça harçlık verilir ve bu harçlık her yıl artar.  Yılda iki kez kırmızı bağ, yaz için de beyaz giysi verilir.” Postel, çocukların  Arapça ve Türkçe yazı ile hukuk öğrendiklerini belirtir. Ricaut da, temel  öğretim amacının, hukuk ve başta Kur’an olmak üzere din kitaplarını incelemek  için okuma yazma öğretmek olduğunu ayrıntılarıyla açıklar. Arapça’nın  hukukçuların yazılarını okumak ve din bilgisi edinmek için, Farsça öğretilir.



     Yirmi beş yaşına basan her İçoğlanı okuldan çıkarılırdı. İç  Odadan geçenler derhal Müteferrikada görev alır veya valiliklere atanırlardı.  Gençlerin çoğunluğu Saray Sipahisi olurdu. Okuldan ayrılanlar için bir veda  töreni düzenlenirdi. Sultan hepsiyle tek tek görüşür, ne yapacaklarını söyler ve  yeni görevinde gereği gibi davranmasını öğütler ve onları yüreklendirirdi. Her  birine işlemeli bir kaftan hediye eder ve kendi cins atlarından bir at verirdi.



     Liyakati Esas Alan Sistem 


Akılcılığın başta gelen ilkelerinden biri de her konuda  liyakatin esas alınmasıdır. Bu konu devlet yönetiminin belli bir alanı ise daha  da hayati olur. Akılcılık, herhangi bir din, ırk, kabile, parti, ekol veya  mezhebin üyesi olduğu için değil, o işe liyakati olduğu için insanların istihdam  edilmesini gerektirir. İnsan istihdamı konusunda zamanımızda yaşanan  akıldışılıklar ister istemez insanı karamsarlığa sürüklüyor. Hatta tüm tarihimiz  de mi böyleydi diye genel olarak tarihi hakkında da antipati beslemesine neden  oluyor. İnsan ister istemez, Türk-İslam tarihinin tüm dönemlerinde de personel  istihdamında hep ideolojik bağnazlık, yakın veya parti kayırmacılığı, yağcılık  ve dalkavukluk gibi akıldışı faktörler mi belirleyici olmuştur acaba, diye  sormadan edemiyor. Ancak tarihimizin en iyi bilinen dönemlerinden 15-17.yy’ları  arasında hiç olmazsa insan istihdamı konusunda ileri düzeyde bir akılcılığın  uygulandığını bilmemiz insanı gerçekten rahatlatan ve sevindiren bir gelişme.  Bir Batılı yazar bu konuda bize ayrıntılı bilgi verir. Yine ondan özetleyerek  izleyelim:



     Osmanlı yönetim sistemi başından sonuna kadar, liyakati  ödüllendirecek, yetenek, çaba ve yeterli donanımla beslenen her türlü özlemi  doyuracak biçimde düzenlenmişti. Devlet yönetimi için saraylarda özel olarak  yetiştirilen gençleri biri manevi, diğeri maddi olmak üzere iki paralel  ödüllendirme yöntemi vardı. Manevi onurlandırma Enderunda bir sınıftan ötekine  yükseltmek ve en yetenekli ve uygun şartlarda olanların sultanın kişisel  hizmetinden Has Odaya terfi ettirilmesiyle gerçekleşirdi. Bu oda kademesine  gelenler, on iki yönetim görevinden birine veya daha yüksek görevlere terfi  ettirilirdi. Acemioğlanlar sürekli gözetim altında tutularak ve sınanarak, bu  işlem yürütülür, gençler aşama aşama yükseltilir ve mevkileri yükseldikçe onlara  daha fazla sorumluluk verilirdi. Parasal ödüllendirme ise, İçoğlanlarının  Enderuna girdiği anda başlardı. O dönemde verilen para, kalifiye olmayan bir  işçinin gündeliği kadardı. Bu para her yıl arttırılır ve Has Oda kademesine  gelindiğinde yüklü bir ücret tutarında olurdu. Birinci aşamada, Acemioğlanların  ödülleri yanlarında çalıştıkları geçici efendileri tarafından belirlenirdi. O  aşamadan sonra, yavaş yavaş artardı. Hepsinin yiyeceği, yatacağı, giyeceklerinin  bir kısmı karşılanır ve başarı ve liyakatine göre içlerinden özel ihsanlar  alanlar da olurdu.



     Bu ikili sistem, bütün kurum içinde hiç aksaksız işlerdi. En  düşük rütbedeki Yeniçeri, yükselmeyi umut edebilir, ya kendi birliğindeki  hiyerarşik düzen içinde terfi eder ya da süvari olmak veya faal yönetici olmak  üzere birliğinden alınarak yükseltilirdi. Enderundan geçmiş İçoğlanları, büyük  ilerleme kaydederlerdi ve sultanın tahtı dışında her makama erişebilirlerdi.  Gerçekten de, sadrazam hemen hemen sultanın tüm gücüne sahipti. Sık ve çetin  savaşlar, pek seyrek olmayan aziller ve idamlar yüzünden verilen kayıplar, alt  kademelerdekilere yükselme fırsatı verirdi. Fetihler de sürekli olarak yeni  görevler ve kumandanlıklar icad edilmesine neden oluyordu. Deyim yerindeyse,  Yönetim kurumunun tümü, sürekli kaynama durumundaydı. Bu kaynamanın içinde insan  zerreleri hızla en tepeye yükseliyordu.



     Yükselme, kesinlikle raslantısal veya otomatik değildi. Her  aşamada büyük bir titizlik ve akıllılıkla yönlendirilip gerçekleştirilirdi.  Arada bir bu düzenin bozulduğu, göze girmenin yükselmede rol oynadığı olurdu,  ama bu olay, Kanuni’nin padişahlığı sona erinceye kadar çok ender görülen bir  olaydı. Kimi zaman da, savaşta çok fazla kayıp verildiği için geçici bir kargaşa  görülür, ama çok geçmeden düzen yeniden kurulurdu. Tarihin hiçbir döneminde,  Osmanlı Yönetim kurumu gibi, böylesine uzun süre salt aklın egemenliğinde olan  ve bu nedenle de orijinal planından ve amacından sapmayan bir başka siyasal  kurum olmadığına inanmak gerekir. Atina demokrasisi, benzersiz bir ortalama zeka  ve akıl düzeyi tutturmuştu, ama bu demokrasi yönetiminde olağanüstü zeka,  olağanüstü eğitim imkanı bulmak yerine kösteklenmişti. Bugünkü özgür  demokrasiler de, yetenekli bireylere yükselme imkanı tanır, ama yükselme yolunda  kimi zaman aşılmaz engellerle savaşma zorunluluğu da vardır. Bu sistemler bütünü  itibariyle Osmanlı sisteminden üstündür, çünkü kapsamlıdır ve bireysel özgürlük  vardır; ama salt bireyin yetkinliğine, engellenmeyen imkanlara ve kesin  ödüllendirmeye bakarak değerlendirilecek olursa, Osmanlı Yönetim kurumu, Atina  demokrasisiyle de, bugünkü demokrasilerle de yarışabilecek durumdadır. (Lybyer,  1987, s. 84)



     Kanuni dönemini anlatan bir Batılı yazar tüm yöneticilerin  tamamen kendi liyakatlerine dayalı olarak yükseldiklerini, bu yükselmede en ufak  bir kayırmanın söz konusu olmadığını vurgular. Kanuni’yle görüşen Busbecq,  tespit ettiği izlenimlerini şöyle anlatır: “Oradaki büyük kalabalık içinde,  mevkiini kişisel değer ve liyakatinden başka bir şeye borçlu olan kimse yoktu.  Türkler, insanlara kalıtımsal ayrıcalık tanımazlar, bu ayrıcalıklar kişilerin  kamu hizmetindeki yararlılık ve değerleriyle belirlenir. Kimse yükselmek için  başkala-rıyla mücadele etmez. Herkesin yeri, yaptığı işlerle saptanır. Sultan  birini göreve atarken, servetine veya mevkiine bakmadığı gibi, başkalarının  önerilerine veya kişilerin ünlü veya ünsüz olmasına da bakmaz. Herkesi kendi  liyakatine göre değerlendirir, karakterini, yeteneğini, davranışlarını ve  eğilimlerini sınayarak karar verir. Yüksek kademedeki görevlerin sadece  yetenekli kişilere verilmesini sağlayan bu sistemde, insanlar liyakatleri  oranında yükselirler. Türkiye’deki herkes, soyluluğunu ve mevkiini kendisi elde  eder. Sonucu kendi elinde olan bu durumu isterse yükseltebilir, başaramazsa  fırsatları tüketir. Sultandan en yüksek görevleri alanların çocuğu, çobanların  veya sığırtmaçların oğullarıdır ve babalarından utanmak şöyle dursun, soylu bir  ailenin çocuğu olmaya hiçbir şey borçlu olmadıkları için bu durumlarıyla  övünürler. Kişilerdeki üstün niteliklerin anadan doğma ya da kalıtımsal olduğuna  inanmazlar, bu nitelik ve üstünlüklerin babadan oğula aktarılabileceğini  düşünmezler, bunların biraz tanrı vergisi, büyük ölçüde de iyi yetişme, çok  çalışma ve çaba sonucunda gerçekleştiğine inanırlar. Üstün nitelik ve  mevkilerin, müzik, matematik ve benzeri yetenekler gibi babadan oğula veya  varise geçmeyeceğini, akıl ve zekanın babadan kaynaklanmadığını, bu nedenle de  oğulun ille de babasının karakterinde olması gerekmediğini, akıl ve zekanın  Tanrı vergisi olup doğrudan o kişiye bahşedildiğini ileri sürerler. Bu yüzden  Türklerde, onur payeleri, rütbeler, yüksek mevkiler, yetenek ve hizmetin  karşılığında verilenler birer ödüldür. Kişi dürüst değilse, tembelse dikkatsiz  ve özensiz ise, merdivenin en alt basamağında kalır, çünkü Türkiye’de bu  nitelikler onurlandırılmaz!



     “İşte bu yüzden Türkler bütün girişimlerinde başarılıdırlar,  başkalarını egemenlikleri altına alırlar ve imparatorluklarının sınırlarını  günden güne genişletirler. Bizler bu görüşte değiliz, bizde liyakate yer yoktur,  her şeyin standardını kişinin doğduğu şartlar belirler. Kamu hizmetinde  yükselme-nin tek yolu, soylu doğmaktan geçer.” (Ge-niş bilgi için bkz: Lybyer,  1987, s. 86, 87)



     Sonuç olarak; Osmanlı toplumu gibi büyük işleri başarmamız ve  yepyeni bir uygarlık var edebilmemiz için yeniden ve pazarlıksız olarak  akılcılığa dönmek zorundayız. Doğal içgüdülerimizin, ideolojik  saplantılarımızın, hazcılığımızın, çıkarcılığımızın, bencilliğimizin,  ırkçılığımızın, başkalarını gereksiz kendimizi üstün görme hastalığımızın,  ideolojik saplantı ve ideolojik körlüğümüzün üstesinden gelerek o duyguları  bastırmalı, bunların yerine akli ve ahlaki ilkeleri ikame etmeliyiz. Liyakate  değer vermeyi, bilim adamına saygı duyup onun önerileri doğrultusunda hayatı  dizayn etmeyi, yardımseverlik, sevgi ve beraber yaşama uzlaşmacılığını, taviz  verebilme erdemliliğini bir ahlaki ve akli ilke olarak derinleştirme zorundayız.  Aksi takdirde doğa yasalarına muhalefetten yok olup gitmekten kendimizi  kurtaramayız.



KPR - K 99 - Devlet-i Aliyye


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst