Konuya cevap cer

Ziya Kazıcı

             Prof. Dr., MÜ, İlahiyat Fakültesi, Öğretim Üyesi.



            Günümüzde “hoşgörü” diye ifade edilen prensip ve anlayışa  eskiden “müsamaha” deniyordu. Sözlüklerde bu kelime “görmezliğe gelme,  aldırmama, bir kabahatlıya karşı şiddet göstermeyip geçivermek”1  şeklinde manalandırılmaktadır.



 Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, XIV. asrın başlarında  Selçuklu-Bizans sınırlarında ortaya çıkan küçük bir beylikti. Bu beylik,  kuruluşundan kısa müddet sonra büyüyerek, tarihin akışını değiştirecek derecede  kudretli bir devlet haline geldi. Yeni bir din ve kültürün taşıyıcısı olarak  bölgeye, İslam-Türk damgasını vurmasının sebepleri üzerinde münakaşalar hala  devam etmektedir. Tarihçiler, bunu henüz izah edilememiş bir mesele olarak  görmektedirler.



 Bir beylik olarak ortaya çıkışından itibaren bünyesi ve  şartların gerektirdiği değişiklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanlı Devleti,  sağlam temeller üzerine bina edip geliştirdiği ve kemal mertebesine ulaştırdığı  müesseseleri vasıtasıyla uzunca bir hükümranlık dönemi geçirme imkanını buldu.  Devletin, hayatiyet sırlarını oluşturan ve onu, Anadolu’daki diğer beyliklere  göre daha uzun ömürlü yapan unsurlardan biri de şüphesiz ki hoşgörü adını  verdiğimiz anlayıştır.



 Kuruluşundan itibaren Müslüman bir topluma istinat eden yapısı  ile şer’i hukuku hem nazari, hem de ameli bir şekilde uygulayan Osmanlı Devleti,2  bu anlayışını devletin bütün sistem ve organlarında da devam ettiriyordu. Zira  “bu devlette din asıl, devlet ise onun bir fer’i olarak görülmüştür”.3  Bu bakımdan devletin sosyal bünyesini bu prensibe göre organizesi normal  karşılanmalıdır. Bu hoşgörü anlayışı sebebiyledir ki, Osmanlılar, Balkanlarda  idarelerine aldıkları yerli unsurların din ve vicdan hürriyetine müdahale  etmedikleri gibi, onların her türlü baskıdan da kurtarmışlardı.



 İslam’ı kabul etmesiyle yepyeni bir hayat anlayışına intibak  ettiğini bildiğimiz Müslüman Türk dünyası, bağlandığı ve emirlerini gereğini  yapmaya çalıştığı bu yeni dinin, başka dinden olanlara karşı toleranslı davranma  prensibini de benimsemişti. Onların bu konudaki rehberleri bizzat Kur’an-ı Kerim  idi.



 İslam, Müslümanları fethettikleri topraklarda yaşayan hiç  kimsenin zorla dine girmesine müsaade etmez. O, herkesi inanç ve fikrinde  serbest bırakır. Hak ile batıl arasındaki farkları, inançlar arasındaki doğru ve  orta yolun hangisi olduğunu ortaya koymakla yetinir. Zorlama sonunda Müslüman  olma keyfiyetinin İslami bir hareket tarzı olmadığını söylemekten çekinmez.  Tarihte geçmiş olan, pek çok Müslüman devletin idaresi altında sayısız gayr-i  müslimin yaşaması ve inançlarına göre serbestçe ibadet etmesi, böyle bir  anlayışın sonucudur.



 İşte böyle bir anlayıştan hareketle Osmanlılar, idareleri  altında bulunan gayr-i müslim vatandaşlarının dini hak ve hürriyetlerini koruma  hususunda titizlikle hareket ediyorlardı. Bu konuda arşiv belgeleri, Şer’iyye  Sicilleri, Piskopos Mukataası Kalemi Defterleri, gayr-i müslim cemaatlara ait  olan defterler ile her gayr-i müslim topluluğa ait müstakil defterler, Osmanlı  devlet ve toplumunun bu konudaki hassasiyetlerine adeta şahitlik yapmaktadırlar.



 Bilindiği gibi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve  bölgedeki Moğol hakimiyetinin zayıflaması üzerine, Anadolu’daki siyasi birlik ve  bütünlük parçalandığından burada, sayıları yirmiye yaklaşan beylikler dönemi  başlamıştı. Bu dönemde de gayr-i müslimler için farklı ve olumsuz bir durumun  meydana geldiği söylenemez. Bu konu ile ilgili pek çok örnek, XIV. yüzyılda  İslam dünyası ile Türklük alemini gezip gören ve buralardaki sosyal yapıyı canlı  levhalar halinde günümüze aksettiren Mağripli ibn Batuta (1304-1369)  seyahatnamesi ve diğer çağdaş kaynaklarda bulunmaktadır.



 Başlangıçta Anadolu beyliklerinden biri olan Osmanlı Beyliği’nde  de durumun farklı olmadığını düşünmek yanlış olmaz. Zira Osmanlıların mensubu  bulunduğu din (İslam), onların başka türlü hareket etmelerinde rıza göstermezdi.  Gerçekten daha devletin (beyliğin) kuruluşundan itibaren insanlar arasında din  farkının gözetilmediğini görüyoruz. Nitekim Hammer, Osman’ın Bey ünvanıyla  beyliğin başına geçtiği andan itibaren gayr-i müslim, yani Müslüman olmayan ve  hatta kendi vatandaşı bulunmayan insanların haklarını nasıl koruduğunu şu  ifadelerle dile getirir:



“Osman, bey ünvanını alıp, beyliğin başına geçtikten sonra  ikametgahı olan Karacahisar’da her türlü işlere bakmak ve halk arasında meydana  gelen davaları hafta sonu olan Cuma günlerinde karara bağlamak için, bir Molla  (Kadı) seçti. Kayınbabası Edebali ve dost silah arkadaşı (kardeşi Gündüzalp,  Turgutalp, Hasanalp, ve Aykutalp) ile istişare ettikten sonra, Şeyh Edebali’nin  talebesi olan Karaman’lı Dursun Fakih’i imam olarak tayin etti. Pazarlarda din  ve milliyet farkı gözetmeksizin düzeni koruma görevinin de ona verdi. Bir Cuma  günü Germiyan Türk Beyi Alişir’in tebaasından bir Müslüman ile Bilecik Rum  liderine bağlı bir Hıristiyan arasında çıkan kavgada Osman, Hıristiyan’ın lehine  hüküm verdi. Bunun üzerine bütün ülkede, Ertuğrul’un oğlu Osman’ın hak ve  adaletseverliğinden söz edilmeye başlandı. Bunun sonucunda da halk, Karacahisar  pazarına daha çok gel-meye başladı.4 Osmanlıların, Müslüman olmayan  vatandaşlarına karşı olan bu hoşgörü ve toleransla hareket etme anlayışı,  devletin tarih sayfaları içindeki yerini almasına kadar hiçbir değişikliğe  uğramadan devam etti. Hatta bu devletin duraklama ve gerilemesinde, Osmanlı  toplumunun yüksek hoşgörüsünün de menfi tesirlerinin olduğu söylenmektedir.  Kuruluş ve yükseliş devirlerinde tek devlet idaresine ve huzura kavuşan gayr-i  müslimler, gittikçe çoğalmışlar, zenginleşmişler, tamamen hür bir şekilde dini  yaşayışlarını, örf ve adetlerini sürdürmüşlerdir. Devlet tarafından cemaat  işlerine asla müdahale edilmediği için onlar da din , dil ve milliyetlerini  korumuşlardır. Bu esnada Türkler, fetih ve fethedilen yerleri korumakla, başka  bir ifade ile askerlikle meşgul idiler. Bu yüzden ticaret ve sanayide  gerilemişlerdir.



Üç kıta üzerinde 10-50 derece Kuzey enlemleri ile 10-60 derece  Doğu boylamları arasında uzanan Osmanlı devleti, saha ve genişlik itibariyle bir  kıta görünümünde olmasına; çeşitli tabiat ve iklim şartlarıyla; tebaasının  (vatandaşının) din, dil, mezhep, ırk gibi çok farklı bünyelere sahip bulunmasına  rağmen onları, dünya devletlerinden çok azına nasip olmuş bir adaletle idare  edebilmişti.5


 

 Osmanlı Devleti’nde gayr-i müslimlerin coğrafi dağılışı için iki  ayrı tablo çizmek gerekir. Bunlardan biri, gayr-i müslimlerin din ve mezheb  bakımından coğrafi dağılışı, diğeri de etnik bakımdan coğrafi dağılıştır.  Birinci grup için şöyle bir tablo çizilebilir:



 1. Hıristiyanlar 

     a. Katolikler    

         Latinler (ayin ve ibadetlerini Latince yapan Avrupa          milletleri) 

        Katolik Ermeniler 

        Katolik Gürcüler 

        Katolik Süryaniler 

        Kildaniler 

        Maruniler 

        Kıptiler 

        Katolik Rumlar 

    


    b. Katolik olmayanlar    

         Ortodokslar (Pavlaki, Thondraki, Selikian, ve          Bogomiller) 

        Gregoryenler 

        Nasturiler 

        Yakubiler 

        Melkitler 

        Mandeiler 

    


2. Museviler 

     a. Rabbaniler 

    b. Karailer 

    c. Samiriler


3. Sabiiler 


 Osmanlı Devleti’ndeki gayr-i müslimlerin din ve mezheb  bakımından coğrafi dağılışlarının tafsilatına girmeden onların, etnik bakımdan  olan coğrafi dağılışlarını da sadece isim olarak vermek istiyoruz. Buna göre:

     1. Rumlar 

    2. Yunanlılar 

    3. Bulgarlar 

    4. Pomaklar 

    5. Sırplar 

    6. Hırvatlar 

    7. Karadağlılar 

    8. Bosnalılar 

    9. Arnavutlar 

    10. Macarlar 

    11. Polonyalılar 

    12. Çingeneler 

    13. Ermeniler 

    14. Gürcüler 

    15. Süryaniler 

    16. Kildaniler 

    17. Araplar (Maruni, Melkit vs.) 

    18. Yahudiler 

    19. Romenler 

    20. Türkler (Gagavuzlar) 

    21. Kıptiler 

    22. Habeşler 6


Verdiğimiz bu tablolardan da anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti,  gerek din, gerek mezheb gerekse ırk bakımından birbirlerinden farklı pek çok  unsuru idare edi-yordu. Özellikle ulaşım bakımından günümüzle mukayese  edilemeyecek derecede imkansızlıklar içinde bulunan o asırların dünyasında bunca  farklı sosyal ve kültürel yapıya sahip insanı idare etmek ve bir arada insanca  yaşamalarını temin etmek zannedildiği kadar kolay değildi.



 Gerek arşiv belgelerinden, gerekse yerli ve yabancı diğer  kaynaklardan anlaşıldığına göre Osmanlı Devleti ve onun asil unsuru olan  Müslüman tebaası (vatandaşı), Müslüman olmayan tebaasının haklarına riayet  ettiği gibi, bu hakların kullanılması esnasında ortaya çıkacak bir müdahale,  ister bir Müslüman, isterse başka bir gayr-i müslimden gelsin fark etmiyordu. Bu  konuda birçok belge ve kanunname maddesi bulunmaktadır. Bununla beraber konuyu  daha fazla uzatmadan birkaç örnekle yetinmek istiyoruz. 7 Receb 972 (9 Şubat  1565) tarihini taşıyan, Rum Beylerbeyi ile Sivas ve Divriği kadılarına  gönderilen bir hükümde, Divriği’ye bağlı bir Hıristiyan köyünden Mehmed ile  Himmet adında Müslüman iki sipahinin zimmilere (devletin Müslüman olmayan  vatandaşı) haksızlık ettikleri ve köylülerden fazla para aldıkları tespit  edildiğinden, bu adamların ellerinden bir daha geri verilmemek şartıyla  tımarlarının alınması ve zimmilerin haklarının istirdad edilmesi  emrolunmaktadır.7 Bu hükümden anlaşıldığına göre, sipahilerin,  Hıristiyan vatandaşlara yaptıkları haksızlık, anında ortadan kaldırıldığı gibi,  kanun gereği kendilerine de bir daha tımar verilmemek üzere büyük bir ceza  verilmiştir. Dönemin sosyal ve ekonomik şartları göz önüne alındığı zaman bu  cezanın ne denli büyük olduğu anlaşılır. Benzer bir hüküm de Çorum Beyi’ne  gönderilmiştir. 21 Cemaziyülevvel 972 (25 Aralık 1564) tarihini taşıyan bu hükme  göre, 3300 akça tımara tasarrufu olan Veled adındaki sipahi, reayaya zarar  vermek ve onlara haksızlık etmek suretiyle yetkilerini aşıyormuş. Durumu,  müfettiş kadılar tarafından sabit görüldüğünden, yaptığı haksızlığa uygun bir  ceza olarak, kendisinin İstanbul’a gönderilmesi ve kürek cezası ile  cezalandırılması emredilmektedir.8 Bu arada Trabzon’da yaşayan Ermeni  vatandaşların şikayetleri, muhtemelen bir mezheb farklılığını gündeme getirmiş  olmalıdır. Buna göre şikayet sahipleri, eskiden beri kilise ve okullarında hem  ayinlerini icra ediyor, hem de çocuklarını okutuyorlarmış. Bu şikayetleri  yerinde bulan ilgililer, onların haklarını koruma hususunda gerekenleri  yapmaktan geri kalmamışlardı.9



 Osmanlı Devleti’nde gayr-i müslim tebaa, din farklılığının  getirdiği bazı uygulamaları (Zekat ile Cizye örneğinde olduğu gibi) bir kenara  bırakacak olursak, tamamen Müslümanlara tanınan hak ve hürriyetlere sahip  idiler. Hatta belki Müslümanlardan daha fazla haklara sahip idiler de denebilir.  Zira Cizye veren zimmi bir tebaa, askerlik yapmak gibi bir mükellefiyetle karşı  karşıya gelmiyordu. O günün şartlarında müessese-ler ile buna bağlı uygulamalar  her ne kadar iç içe ve girift bir manzara arz ediyorlarsa da biz, gayr-i müslim  hak ve hürriyetlerini:



 a. Din, inanç ve düşünce konusundaki hürriyetler, 

 b. Ekonomik ve sosyal hürriyetler olmak üzere bir tasnife tabi  tutabiliriz. 


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst