İlim-irfan
Well-known member
Rabıta
İÇİNDEKİLER:
Bir Değerlendirme
Rabıta’nın Dini Delilleri
Rabıta’nın Hükmü
Resimle Rabıta
Kim Rabıta Yapar?
Kime Rabıta Yapılır?
Asıl Feyz Nereden Gelir?
RABITA
Sözlükte ilgi, alaka, münasebet anlamına gelen rabıta tarikatta müridin kamil bir şeyhe kalbini muhabbetle bağlayıp, huzurunda ve gıyabında o şeyhin sureti, sîreti ve bilhassa ruhaniyetini hayalinde kendisi ile birlikte farzederek, yanında bulunduğundaki edebe bürünmesidir. Kısaca söylemek gerekirse kalbini sevgi ile şeyhine bağlamasıdır. Daha da kısası, rabıta muhabbettir.
Her tarikatta olmakla beraber daha çok nakşîlerde meşhur olan rabıta ile mürid kendini kontrol etmekte ve düzeltmektedir. Rabıta, henüz doğrudan Allah’tan feyz alma aşamasına erememiş müridlerin işidir. O seviyeye gelene rabıta gerekmez. Belki terki vaciptir.1
Rabıta başlı başına bir erdiricidir. Şartı, mürşid-i kamile yapılmasıdır. Yapılış biçimi, bir çok şekilde olabilir.
Tarikatlara en fazla itiraz, rabıta yönünden gelmektedir. Bir kısım insanlar, bunu “şirk” kabul etmişlerdir. Oysa şirk, İlah’ın birden fazla olmasıdır. Rabıtada ise şeyh, asla ilah yerine konmaz. Kaldı ki seven sevdiğini, istemese de kalbinde taşır, düşünür, hayal eder, hatırından çıkarmaz. Buna aşıklar ne güzel bir misaldir. Ama kimse aşıklara “müşrik” dememiştir. Taklit ise insan fıtratında vardır.
Rabıtayı isbat için bir çok naklî ve aklî deliller getirerek kitaplar yazılmıştır.2 Oysa meseleye müsbet ilimlerden psikoloji ve eğitim psikolojisi açısından yaklaşıldığında hiçbir tartışma kalmaz kanaatindeyiz. Bu bir eğitim metodudur. Herhangi bir ilmi, yeni bir metodla daha kısa zamanda öğreterek ilim adamı yetiştiren bir hocaya, “senin bu metodun Kur’an ve sünnette var mıdır?” diye sorarak nasıl itiraz edilmezse, aynen öyle de, bir mürşide, sufi yetiştirmede bir metod olarak uyguladığı, tecrübe ve deney ile faydasını da gördüğü rabıta için itiraz edilmemesi gerekir. “Nerden çıktı?” diyene cevabımız ise, “Ehlinin ictihadı ile ortaya çıkmıştır. İctihat derecesine ulaşamayana düşen vazife, uymaktır.”3
Bir Değerlendirme:
Bu konuyu biraz daha açalım. Bilindiği gibi rabıta, doğrudan bir hedef, aslî bir gaye değil, ancak bir vesile ve vasıtadır. Asıl amaç, Allah ile olma, Allah rızasına erme, her an huzurunda olma kıvamı olan “ihsan”ı yakalamadır.
Eğer rabıta, hatta belli bir biçimde yapılan zikir, mücahede ve murakabeler, tasavvufun gayesi ve hedefi olarak biliniyorsa, bu bir hatadır. Belki de bazıları bu hataya binaen, rabıta ve henzerlerine bid’ad deme yanlışına düşüyorlar. Şeyh Tahanevi’nin de dediği gibi, işin aslında bu ameller birer vesile, vasıta, mukaddime, eser ve semereden ibarettir. Bunlar asla tasavvufun amacı sayılamaz.4
Bid’at meselesine gelince, bilindiği gibi bid’ad, dinden olmayan bir şeyi dine aitmiş gibi göstermek suretiyle, dinde yeni bir şey meydana getirmek ve onu zamanla dinin asıl bir rüknü saymak demektir. Biz şu yapılan değerlendirmeyi benimseyerek kabulleniyoruz:
“Amma din yolunda herhangi bir iş hadis olmuş, mesela dini meselelerden yepyeni bir şey ortaya çıkmışsa, dinin aslî gayesini elde etmek ve hedefine ulaşmak için bu yeni vesileler, o asli gayelere yardımcı olurlar. Yeni bulunan ilaçların deva olarak kullanılması, faydalı mı zararlı mı olduğunu anlamak, tıpta veya bizzat dinde çabuk müessir olan yeni ve faydalı şeyleri tercih etmek için tecrübe safhasından geçirildiği gibi bunlar da tecrübe edilir. Şöyle ki sırf bu maksad için üniversiteler açılır, mektebler yapılır, kitaplar basılır, ta’lim ve terbiye için çeşitli metotlar kararlaştırılır, diplomalar düzenlenir.
Öyleyse bütün bunlar bid’at değil, belki dinden olmayan bir şeyi dine izafe etmeyen ve dine faydalı olan yeniliklerdir. Bunlara bid’at denilemez; kitap ve sünnette mevcut olmaktan müstağni bulundukları için de bunlar asla kitap ve sünnette aranmaz. Zira bunların mahzurlu bir tarafı yoktur.
Bunun misali namazda bulunan kalp huzuru ve hüşu’udur ki Kur’an-ı Kerim’de onun hakkında “onlar namazda huşuludurlar”5 ayeti nazil olmuştur. Namazın ruhu olan bu iki mana hakkında hadisi şerifte de “Namaz ancak kalp huzuru ile olur” varid olmuştur. Zira kitap ve sünnetin nassının da delalet ettiği gibi bunun ikisi de maksuttur. İkisi de emrolunmuştur.
Bu izahtan sonra bizzat tecrübelerle bildik ve gördük ki bu iki maksad-ı asliye ulaşmak hususunda bize yardım eden herhangi özel bir tarikat veya zikir ve murakabeden ibaret olan usullerden biri İslam şeriatında bir hareket, bir kötülük olarak zikredilmemişse, bu yolu ve bu vesileyi seçmek şeriatta merdüd kılınmamışsa, onları almak ve gereğince uygulamakta bir beis yoktur. İster gayr-i müslimlerden iktibas edilmiş olsun, isterse doğrudan doğruya din düşmanlarından alınmış olsun. Bu türlü iktibaslar eski çağlarda kullandığımız mızrak ve kılıç yerine, bizden olmayanlardan alınmış olmasına rağmen, harplerde ateşli silahları, otamatik tüfekleri ve buna benzer modern harp silahı ve vasıtalarını kullanmaktan farklı bir şey değildir.”6
“Bunun delili ise Hendek harbinde vuku bulan vak’adır, şöyle ki: Peygamberimiz düşmanların akınına mani olmak ve şehri korumak için Medine’nin etrafında duvar ördürmek istiyordu. Fakat Hz. Selman-ı Farisi, Fürslerin memleketlerini düşman yağma ve istilasından korumak için şehirlerin etrafına hendek kazdıklarını Efendimize haber verdi. Allah’ın Rasulü bu fikri beğendi ve Medine-i Münevvere’nin etrafında hendek kazılmasını emir buyurdu. Hendeğin kazılmasında ashabına (Allah’ın rızası onlara olsun) bizzat yardım etti. Vakta ki hendek kazmak Fürslerin bir şiarı değil, harplerde başvurdukları bir tedbirdi. Peygamberimiz bunun kazılmasına izin verdi. Mecusî işidir diye nehy buyurmadı.”7
“Bu amellerin asıl gaye değil, gayeye vüsul için bir takım mukaddimeler ve hazırlıklar olduğuna en büyük delil, onlardan yalnız birini ihtiyar etmenin, münhasıran biriyle amel etmenin lazım ve vacip olmadığı hususudur. Şeyh Tahanevi merhum buna işaret ediyor ki “Ama bunlardan herhangi birini seçmek hakkı tamamen hakikat yolcusu olan talibe aittir. O bu yollardan kendisine münasip, haline muvafık olanı seçecek, gönlünün sukün bulduğu, kalbinin toplandığı bir yolu tercih edecektir.”
“Kalbi maddi şeylerden sıyırarak cem-i hatır etmek ve onu bir tek cihete yöneltmek arzu edilen faydalı hallerdendir. Bunu fennî ve tecrübî olarak bildiğim halde başlangıçta bir türlü kalbim mutmain olmuyordu, ta ki bunun hakkında şer’î bir nass, bir delil bulayım, diye uğraştım ve buldum. İşte şu hadis bunu ifade ediyor: “İnsan açlıktan kıvranırken namaz vakti gelir, yemek de hazır olursa, o adam yemeği namazdan önce yesin.” Bundaki sır şudur; O adam yemek yemeden evvel namaz kılarsa, zihin dağınıklığıyla, kalbindeki vesvese ile aklını başına almadan namaz kılmış olur. Bu da tam bir eda sayılmaz. Fakat o zat, bilakis bunun hepsini yerli yerine getirir. İtminanla, ihlasla, herşeyden sıyrılmış, alakasını kesmiş olarak namazını kılarsa elbette mükemmel olur. Fakat namazdan önce yemeğe başlarsa zihnini tamamen yemeğe vermeden, kalbini lokmaya bağlamadan alelacele hemen yemeli ve namaza kalkmalıdır. Yemek yediği müddetçe lokmaya yönelen kalbinin namaza müteveccih olması için bu lazımdır. İmamı Azam Ebu Hanife bunu zarif bir uslüpla şöyle anlattı. (Yemeğimin hepsinin namaz olması, namazımın hepsinin yemek olmasından daha hayırlıdır.) Bu hususta Şeyh İmdadullah Hz.’nin yolu da bu idi. Mekke-i Mükerreme’ye hicret etmek isteyen bir adamı duyduğu zaman onun, Hindistanda olduğu kadar Mekke-i Mükerreme de aklını başında tutamayacağını fesaretiyle kavrayan şeyh, oraya hicret etmesine müsaade etmedi ve ona şöyle dedi:
“Gönlünün Mekke’de, cisminin Hind’de olması, kalbinin Hind’de, kalıbının Mekke’de olmasından senin için daha hayırlıdır.”
Süphan
Bundan da anlaşılıyor ki: “Sufiyyenin ihtiyar ettiği meşgalelerin hepsi, ancak kalbi ıslah ve aklı bir maksat etrafında toplamak içindir. Yoksa arzulanan matlup ve gaye değildir. Bunun için gaye ve matlup olamayan bu şeylerin iktibasında sufiler anlayış gösterdiler ve bir hadde kadar bu işi geniş tuttular.
Esasla ilgili olmayan işlerde insanın, İslam dinini kabul ve itiraf etmiyen adamlara benzeme tehlikesi de yoktur. Zira herhangi bir diyanetin veya fırkanın şiarı sayılmayan şeyle amel etmek, onu benimsemek ve ihtiyar etmekte bir zarar yoktur. Mesela; asla gaye addedilmeyen ve vesilelerden sayılan bir şeyi almak ve onunla amel etmek gibi. Demek ki gayede taklit yok, o gayeye götürecek yolda var. İslam şeriatı da bizi bundan nehyetmiyor.”8
Bütün bu değerlendirmelerin Rabıta’da olduğu kadar nefesi tutmakla yapılan zikir, halvet, uzlet, çile ve erbain için de geçerli olduğunu hatırlatalım.
Rabıta hakkında böyle genel bir bilgi verdikten ve konuya açıklık getiren bir değerlendirmeden sonra, belki biraz daha ayrıntılı bilgiler sunmak faydalı olur kanaatindeyiz.
Bu bilgileri şu soruların cevabı olarak da düşünebiliriz: Rabıta’nın dini delilleri ve hükmü nedir? Kim, kime, niçin, nasıl rabıta yapar ve asıl feyz-i ilahi nereden gelir?