Konuya cevap cer


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Eser: Şualar/İkinci Şua/Birinci Makam/Üçüncü Meyve

Konu: İnsan ve Tevhid İlişkisi

 

Derslerimiz devam ediyor.. Tüm kardeşlerimizin katılmalarını ve istifadelerini paylaşmalarını temenni ediyoruz.


Selam ve dua ile..



[BILGI]ÜÇÜNCÜ MEYVE


Zîşuura ve bilhassa insana bakar, Evet,  sırr-ı vahdetle insan, bütün mahlûkat içinde büyük bir kemâl sahibi ve  kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlûkatın en nazenini ve en mükemmeli  ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mes’udu ve Hâlik ı Âlemin muhatabı ve  dostu olabilir.


Hattâ bütün kemâlât-ı insaniye ve beşerin bütün  ulvî maksatları tevhidle bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücut bulur. Yoksa,  eğer vahdet olmazsa, insan mahlûkatın en bedbahtı ve mevcudatın en  süflîsi ve hayvanatın en biçaresi ve zîşuurun en hüzünlüsü ve azaplısı  ve gamlısı olur.


Çünkü, insan nihayetsiz bir aczi ve nihayetsiz  düşmanları ve hadsiz bir fakrı ve hadsiz ihtiyaçları bulunmakla beraber,  mahiyeti öyle çok ve mütenevvi âlâtla ve hissiyatla teçhiz edilmiş ki,  yüz bin çeşit elemleri hisseder ve yüz binler tarzlarda lezzetleri zevk  ederek ister. Ve öyle maksatları ve arzuları var ki, bütün kâinata  birden hükmü geçmeyen bir zât o arzuları yerine getiremez.


Meselâ,  insanda gayet şedit bir arzu-yu bekà var. İnsanın bu maksadını öyle bir  zât verebilir ki, bütün kâinatı bir saray hükmünde tasarruf eder. Bir  odanın kapısını kapayıp, diğer bir menzilin kapısını açmak gibi kolay  bir surette dünya kapısını kapayıp âhiret kapısını açabilsin.                            


Beşerin bu arzu-yu bekà gibi ebed tarafına uzanmış ve aktar-ı âleme  yayılmış binler menfî ve müsbet arzuları var ki, onları vermekle beşerin  iki dehşetli yaraları olan aczini ve fakrını tedavi eden zât ise, ancak  sırr-ı vahdetle bütün kâinatı kabzasında tutan Zât-ı Ehad olabilir.


Hem  beşerde, kalbinin selâmetine ve istirahatine ait öyle incecik ve gizli  ve cüz’î matlapları ve ruhunun bekàsına ve saadetine medar öyle büyük ve  muhit ve küllî maksatları var ki, onları öyle bir zât verebilir ki,  kalbin en ince ve görünmez perdelerini görür, lâkayt kalmaz. Hem en  gizli ve işitilmez gayet mahfî seslerini işitir, cevapsız bırakmaz.


Hem,  semâvât ve arzı, iki mutî nefer gibi emrine musahhar ederek küllî  hizmetlerde çalıştıracak derecede muktedir olabilsin. Hem insanın bütün  cihazatları ve hissiyatları, sırr-ı vahdetle gayet yüksek bir kıymet  alırlar ve şirk ve küfür ile gayet derecede sukut ederler.


Meselâ;  insanın en kıymettar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhidle olsa, o akıl,  hem İlâhî, kudsî defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan  pırlanta gibi bir anahtarı olur. Eğer şirk ve küfre düşse, o akıl, o  halde geçmiş zamanın elîm hüzünlerini ve gelecek zamanın vahşî  korkularını insanın başına toplattıran meş’um ve sebeb-i tâciz bir  âlet-i belâ olur.


Hem meselâ: İnsanın en lâtif ve şirin  bir seciyesi olan şefkat, eğer sırr-ı tevhid onun yardımına yetişmezse,  öyle müthiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki,  insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî  kaybeden bir gafil valide, bu hırkati tam hisseder.


Hem meselâ:  İnsanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, eğer  sırr-ı tevhid yardım etse, bu küçücük insanı, kâinat kadar büyüttürür ve  genişlik verir ve mahlûkata nazenin bir sultan yapar. Eğer şirk ve  küfre düşse —el’iyâzû billah!— öyle bir musibet olur ki, mütemadiyen  zevâl ve fenâda mahvolan hadsiz mahbuplarının ebedî firaklarıyla biçare  kalb-i insanîyi her dakika parça parça eder. Fakat, gaflet veren  lehviyatlar, muvakkaten iptal-i his nev’inden zahiren hissettirmiyor.


İşte, bu üç misale yüzer cihazat ve hissiyat-ı beşeriyeyi kıyas etsen,  vahdet, tevhid ne derece kemâlât-ı insaniyeye medar olduğunu anlarsın.


Bu  Üçüncü Meyve dahi Sirâcü’n-Nur’un belki yirmi risalelerinde gayet güzel  bir tafsil ve hüccetli bir surette beyan edildiğinden burada kısa bir  işaretle iktifa ederiz.


Beni bu meyveye sevk ve îsal eden şöyle bir histir:


Bir  zaman yüksek bir dağ başındaydım. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî  vasıtasıyla, kabir tam mânâsıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zevâl ve  fenâ ağlattırıcı levhalarıyla bana göründü.


Herkes gibi  fıtratımdaki fıtrî aşk-ı bekà, birden zevâle karşı isyan edip galeyana  geldi. Ve muhabbet ve takdirle pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemâlât ve  meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine ve mahvolmalarına  karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iye dahi kabre  karşı tuğyan edip feveran etti.


Ve altı cihete istimdatkârâne  baktım; hiç bir teselli, bir medet göremedim. Çünkü, zaman-ı mâzi  tarafı, bir mezar-ı ekber; ve müstakbel bir karanlık; ve yukarı bir  dehşet; ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazîn haller,  hadsiz muzır şeylerin tehâcümâtını gördüm.


Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı, hakikat-i halin yüzünü gösterdi. “Bak” dedi.


En  evvel, beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki, ölüm, ehl-i  iman için bir terhistir. Ecel terhis tezkeresidir, bir tebdil-i  mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır.


Zindan-ı  dünyadan çıkmak ve bağıstan-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini  almak için huzur-u Rahmân’a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete  gitmeye bir davettir diye kat’î anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeye  başladım.


Sonra zevâl ve fenâya baktım. Gördüm ki, sinema perdeleri gibi ve güneşe  mukàbil akan kabarcıklar misillü, lezzet verici bir teceddüd-ü  emsaldir, bir tazelenmektir.


Ve Esmâ-i Hüsnânın çok hasnâ ve  güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan gelip âlem-i  şehadette vazifedârâne bir seyerandır, bir cevelândır.


Ve cemâl-i rububiyetin hikmettârâne bir tezahüratıdır. Ve mevcudatın hüsn-ü sermedîye karşı bir âyinedarlığıdır, yakînen bildim.


Sonra  altı cihete baktım. Gördüm ki, sırr-ı tevhidle o kadar nuranîdir ki,  göz kamaştırıyor. Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber olmadığını, belki,  zaman-ı istikbale inkılâp eden binler mecâlis-i münevvere ve mecma-i  ahbap, binler menazır-ı nuraniye gördüm.


Ve hakeza, bu iki madde  gibi binler maddelerin hakikî yüzlerine baktım; sürur ve şükürden başka  bir tesir, bir keyfiyet vermediklerini gördüm.


Bu Üçüncü Meyveye  ait bu zevkimi ve hissimi Sirâcü’n-Nur’un belki kırk risalelerinde  cüz’î, küllî delillerle beyan etmişim. Ve bilhassa Yirmi Altıncı Lem’a  olan İhtiyarlar Risalesinin on üç adet ricalarında o derece kat’î ve  güzel izah edilmiştir ki, daha fevkinde izah olmaz. Onun için bu pek  uzun kıssayı bu makamda pek çok kısa kestim.[/BILGI]



[TAVSIYE]Şualar dersleri: Şualar

Diğer dersler: Risale Açıklamalı[/TAVSIYE]


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst