Konuya cevap cer

Cevap: 6. Ders: İnsan Tevhid Anlayışı İle Kainatın En Mükemmel Mahluku Olur..


Mühim bir sual: Diyorsunuz ki: “Muhabbet ihtiyarî değil. Hem, ihtiyac-ı fıtrîye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlâtlarımı severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbaplarımı severim. Enbiya ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfât ve esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?”


Elcevap: Dört Nükteyi dinle.


BİRİNCİ NÜKTE


Muhabbet  çendan ihtiyarî değil. Fakat, ihtiyar ile, muhabbetin yüzü bir  mahbuptan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ, bir mahbubun çirkinliğini  göstermekle, veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde  veya âyine olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü mecazî mahbuptan  hakikî mahbuba çevrilebilir.


İKİNCİ NÜKTE


Tâdât  ettiğin sevdiklerini sevme demiyoruz. Belki onları Cenâb-ı Hakkın  hesabına ve Onun muhabbeti namına sev deriz. Meselâ, leziz taamları,  güzel meyveleri, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ve o Rahmân-ı Rahîmin in’âmı  cihetinde sevmek, Rahmân ve Mün’im isimlerini sevmektir; hem mânevî bir  şükürdür. Şu muhabbet yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahmân namına  olduğunu gösteren, meşru dairesinde kanaatkârâne kazanmak ve  mütefekkirâne, müteşekkirâne yemektir.


Hem peder ve valideyi şefkatle teçhiz eden ve seni onların merhametli  elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve  muhabbet, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine aittir.[SUP]1[/SUP]  O muhabbet ve hürmet, şefkat, Allah için olduğunun alâmeti şudur ki:  Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni  zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve  şefkat etmektir.



[SUP]1[/SUP]  :  bk. Bakara Sûresi, 2:83; Nisâ Sûresi, 4:36; En’âm Sûresi, 6:151; İbrahim Sûresi, 14:41.



.......



Ve evlâtlarını, o Zât-ı Rahîm-i Kerîmin hediyeleri olduğu için kemâl-i  şefkat ve merhametle onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakka aittir.  Ve o muhabbet ise, Cenâb-ı Hakkın hesabına olduğunu gösteren alâmet  ise, vefatlarında sabır ile şükürdür, meyusâne feryad etmemektir.[SUP]3[/SUP]  “Hâlıkımın, benim nezaretime verdiği sevimli bir mahlûku idi, bir  memlûkü idi. Şimdi hikmeti iktiza etti, benden aldı, daha iyi bir yere  götürdü. Benim o memlûkte bir zâhirî hissem varsa, hakikî bin hisse onun  Hâlıkına aittir. [SUP]4[/SUP]اَلْحُكْمُ ِللهِ deyip teslim olmaktır.



Hem dost ve ahbap ise, eğer onlar iman ve amel-i salih sebebiyle Cenâb-ı Hakkın dostları iseler, [SUP]5[/SUP] اَلْحُبُّ فِى اللهِ sırrınca, o muhabbet dahi Hakka aittir.


Hem refika-i hayatını, rahmet-i İlâhiyenin mûnis, lâtif bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et.[SUP]6[/SUP]  Fakat çabuk bozulan hüsn-ü suretine muhabbetini bağlama. Belki kadının  en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve  nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemâli  ise, ulvî, ciddî, samimî, nuranî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat ve hüsn-ü  sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zaife, lâtife  mahlûkun hukuk-u hürmeti o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa, hüsn-ü  suretin zevâliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda biçare hakkını kaybeder.


Hem  enbiya ve evliyayı sevmek, Cenâb-ı Hakkın makbul ibâdı olmak cihetiyle,  Cenâb-ı Hakkın namına ve hesabınadır. Ve o nokta-i nazardan Ona aittir.[SUP]7[/SUP]


Hem  hayatı, Cenâb-ı Hakkın insana ve sana verdiği en kıymettar ve hayat-ı  bâkiyeyi kazandıracak bir sermaye ve bir define ve bâki kemâlâtın  cihâzâtını câmi’ bir hazine cihetiyle onu sevmek, muhafaza etmek,  Cenâb-ı Hakkın hizmetinde istihdam etmek, yine o muhabbet bir cihette  Mâbûda aittir.


Hem gençliğin letâfetini, güzelliğini, Cenâb-ı  Hakkın lâtif, şirin, güzel bir nimeti nokta-i nazarından istihsan etmek,  sevmek, hüsn-ü istimal etmek, şâkirâne bir nevi muhabbet-i meşruadır.


Hem  baharı, Cenâb-ı Hakkın nuranî esmâlarının en lâtif, güzel nakışlarının  sahifesi ve Sâni-i Hakîmin antika san’atının en müzeyyen ve şâşaalı bir  meşher-i san’atı olduğu cihetiyle mütefekkirâne sevmek, Cenâb-ı Hakkın  esmâsını sevmektir.


Hem dünyayı, âhiretin mezraası[SUP]8[/SUP] ve  esmâ-i İlâhiyenin âyinesi ve Cenâb-ı Hakkın mektubatı ve muvakkat bir  misafirhanesi cihetinde sevmek, nefs-i emmâre karışmamak şartıyla,  Cenâb-ı Hakka ait olur.


Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-yı harfiyle sev;[SUP]9[/SUP] mânâ-yı ismiyle sevme.[SUP]10[/SUP]  “Ne kadar güzel yapılmış” de. “Ne kadar güzeldir” deme. Ve kalbin  bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı  kalb âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur.


[SUP]11[/SUP]اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَحُبَّ مَا يُقَرِّبُنَاۤ اِلَيْكَ de.


İşte,  bütün tâdât ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa, hem elemsiz  bir lezzet verir, hem bir cihette zevâlsiz bir visaldir. Hem muhabbet-i  İlâhiyeyi ziyadeleştirir. Hem meşru bir muhabbettir. Hem ayn-ı lezzet  bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.


Meselâ, nasıl ki bir padişah-ı âli, [SUP]HAŞİYE[/SUP] sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:


Biri:  Elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir  lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı  ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet  eder. Bazan olur ki, padişah, o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez,  ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz’îdir. Hem zevâl bulur;  elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.

İkinci muhabbet ise; elma içindeki, elma ile gösterilen  iltifâtât-ı şâhânedir. Güya o elma, iltifât-ı şâhânenin nümunesi ve  mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem  iltifâtın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma  lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet,  padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.


Aynen onun gibi, bütün  nimetlere ve meyvelere zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî  lezzetleriyle gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler  de geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakkın iltifâtât-ı rahmeti ve  ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifâtâtın derece-i  lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa, hem  mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.


ÜÇÜNCÜ NÜKTE


Cenâb-ı  Hakkın esmâsına karşı olan muhabbetin tabakatı var. Sabıkan beyan  ettiğimiz gibi, bazan âsâra muhabbet suretiyle esmâyı sever. Bazan  esmâyı, kemâlât-ı İlâhiyenin ünvanları olduğu cihetle sever. Bazan  insan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmâya  muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever. Meselâ, sen bütün şefkat  ettiğin akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç mahlûkata karşı âcizâne  istimdat ihtiyacını hissettiğin halde biri çıksa, istediğin gibi onlara  iyilik etse, o zâtın “in’âm edici” ünvanı ve “kerîm” ismi ne kadar senin  hoşuna gider; ne kadar o zâtı o ünvanla seversin. Öyle de, yalnız  Cenâb-ı Hakkın Rahmân ve Rahîm isimlerini düşün ki, sen sevdiğin ve  şefkat ettiğin bütün mü’min âbâ ve ecdadını ve akraba ve ahbabını  dünyada nimetlerin envâıyla ve Cennette envâ-ı lezâizle ve saadet-i  ebediyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes’ut  ettiği cihette o Rahmân ismi ve Rahîm ünvanı ne kadar sevilmeye  lâyıktırlar; ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas  edebilirsin. Ve ne derece [SUP]12[/SUP] اَلْحَمْدُ ِللهِ عَلٰى رَحْمٰنِيَّتِهِ وَعَلٰى رَحِيمِيَّتِهِ yerindedir, anlarsın.


Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun, senin bir  nevi hânen ve içindeki mevcudat senin o hânenin ünsiyetli levazımatı ve  sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlûkatı kemâl-i  hikmetle tanzim ve tedbir ve terbiye eden Zâtın Hakîm ismine ve Mürebbî  ünvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu, dikkat  etsen anlarsın.


Hem bütün alâkadar olduğun ve zevâlleriyle  müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından  kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir Zâtın Vâris,  Bâis isimlerine, Bâkî, Kerîm, Muhyî ve Muhsin ünvanlarına ne kadar ruhun  muhtaç olduğunu, dikkat etsen anlarsın.


İşte, insanın mahiyeti  ulviye, fıtratı câmia olduğundan, binler envâ-ı hâcât ile binbir esmâ-i  İlâhiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf  ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi  aşktır. Ruhun tekemmülâtına göre, merâtib-i muhabbet, merâtib-i esmâya  göre inkişaf eder.


Bütün esmâya muhabbet dahi, çünkü o esmâ Zât-ı Zülcelâlin ünvanları ve cilveleri olduğundan, muhabbet-i zâtiyeye döner.



[SUP]3[/SUP]  :  bk. Bakara Sûresi, 2:156. 

  [SUP]4[/SUP]  :  “Hüküm (yetki ve karar) Allah’ındır.”  Mü’min Sûresi, 40:12.


[SUP]5[/SUP] :  “Allah için sevmek.” Ebû Dâvûd, Sünnet 15; Tirmizî, Kıyâmet 60; Müsned 3:438, 440. 

  [SUP]6[/SUP] :  bk. Nahl Sûresi, 16:72. 

  [SUP]7[/SUP] :  bk. Âl-i İmran, 3:31; Buhârî, Îman 66-67; Tirmizî, Îman 10.

[SUP]8[/SUP] :  bk.  el-Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 4:19; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-Hasene s.  497; Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-Merfûa s. 205; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafa  1:495. 

  [SUP]9[/SUP] :  bk. Sâd Sûresi, 38:31-33. 

  [SUP]10[/SUP] :  bk. Kasas Sûresi, 28:77. 

  [SUP]11[/SUP] :  Allahım! Bize Senin muhabbetini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin muhabbetini nasip et! 

[SUP]12[/SUP] :   “Şefkat ve merhameti dünya ve âhireti kuşatmasından ve rahmetinin çok  özel cilveleri olmasından dolayı Allah’a hamd ve senâlar olsun.”

  [SUP]HAŞİYE[/SUP]  :  Bir zaman iki aşiret reisi, bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.



Sözler


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst