Konuya cevap cer

Cevap: 6. Ders: İnsan Tevhid Anlayışı İle Kainatın En Mükemmel Mahluku Olur..


BİRİNCİ MEYVE: Ey nefisperest nefsim, ve ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir Muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir Muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.


İşte, ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfa ve Muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur. Alâküllihal, o Muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlıka müteveccih olacak. Halbuki, halktan havf ise elîm bir beliyyedir; halka Muhabbet dahi belâlı bir musibettir.


Çünkü, sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir belâdır.


Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya Muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu, mâşukundan  şikâyet eder. Çünkü, Samed âyinesi olan bâtın-ı kalble sanem-misal  dünyevî mahbuplara perestiş etmek, o mahbupların nazarında sakildir ve  istiskal eder, reddeder. Zira, fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi  reddeder, atar. (Şehvânî sevmekler bahsimizden hariçtir.)


Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana  refakat etmiyor, senin rağmına mufarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf  ve muhabbeti öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir  tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.


Evet,  Hâlık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup  iltica etmek demektir. Havf bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar.  Malûmdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celb  ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb  ediyor. Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir  lem’asıdır. Demek havfullahta azîm bir lezzet vardır.


Madem  havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz  lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan havf eden, başkaların  kasavetli, belâlı havfından kurtulur. Hem, Allah hesabına olduğu için,  mahlûkata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.


Evet,  insan evvelâ nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra  zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin  herbirisine karşı alâkadardır; onların lezzetleriyle mütelezziz ve  elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki, şu hercümerç âlemde ve rüzgâr  deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından, biçare kalb-i insan her  vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini  paralıyor, belki koparıyor. Daima ıztırap içinde kalır. Yahut gafletle  sarhoş olur.


Madem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o  muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu  nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibine  mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin; o vakit bütün eşyayı Onun  namıyla ve Onun âyinesi olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin. Demek,  şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa  muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet olur.


Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki: Ey nefis, sen muhabbetini  kendi nefsine sarf ediyorsun. Sen kendi nefsini kendine mâbud ve mahbup  yapıyorsun. Herşeyi nefsine feda ediyorsun. Adeta bir nevi rububiyet  veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi ya kemâldir zira kemâl zâtında  sevilir yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir; ya  bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir.


Şimdi, ey nefis,  birkaç Sözde kat’î ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr,  aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun  parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibarıyla sen onlarla Fâtır-ı  Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun.


Demek,  ey nefis, nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin yahut  acımalısın veyahut, mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer  nefsini seversen çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen  de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun o zerre hükmünde olan lezzet ve  menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme.  Yıldız böceği gibi olma.


Çünkü o bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı  karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem’acıkla iktifa eder.  Zira, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber, bütün alâkadar olduğun  ve bütün menfaatleriyle intifa ettiğin ve saadetleriyle mes’ut olduğun  mevcudâtın ve bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tâbi bir  Mahbûb-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır tâ, hem kendinin, hem bütün  onların saadetleriyle mütelezziz olasın, hem kemâl-i mutlakın  muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.


Zaten sana,  sende senin nefsine olan şedit muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i  zâtiyedir ki, sen sûiistimal edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise,  nefsindeki ene’yi yırt, Hüve’yi göster. Ve kâinata dağınık bütün  muhabbetlerin, Onun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen  sûiistimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf  olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir  musibettir.



Sözler


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst