Cevap: Re: Cevap: Risale-i Nur Düsturları
Bunlar belki işinize yarayabilir. Tesanüd hakkında böyle bir yazı bulamadım..
Risâle-i Nur´un meslek düsturlarından ince bir esas: İstiğna
Çağımızın en seçkin Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur’un sunduğu nur mesleğine ait birçok düstur vardır. Bu düsturların en önde gelenleri; azami ihlâs, azami sadakat, azami fedakârlık, azamî takva, istiğna, enaniyetin terki, tesanüd, müsbet hareket, sünnete ittibâ, uhuvvet, şahs-ı mânevî, tefekkür, mahviyet, fena fi’l-ihvan, iştirak-i a’mâl-i uhreviye ve tevazu olarak göze çarpmaktadır.
Bu düsturlar veya prensipler, bu meslek erbabına yani nur talebelerinin hayatına hayat olma prensipleridir.
Zübeyir Gündüzalp ağabeyin riyâsetinde Risâle-i Nur Külliyatından derlenip nazarımıza sunulan “Hizmet Rehberi” ve “Siyasî Tesbitler, Beyânât ve Tenvirler” adlı eserlerin hedefi de bu düsturların kıyamete kadar makbuliyetini ortaya koymaktadır. Eski nüsha “Hizmet Rehberi”nin mukaddimesindeki şu ifadeler son derece dikkat çekicidir:
“Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin meslek ve meşrebine dâir, Kur’ân’dan ders aldığı çok muazzam bazı hakikatleri, hizmet-i imaniyede bulunan Nur şakirtleri için daima tazelenen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz değişmez düsturumuz, maddî ve mânevî her türlü engeller karşısında muvaffakiyete, rıza-i İlâhiye isâl edici en ehemmiyetli rehberimiz mânâsıyla neşrediyoruz. Çünkü, Risâle-i Nur’un dairesi çok genişlemiş, çok muhtelif efkâr ve mizaç sahipleri, bu hizmet safında yer almışlardır. Elbette bütün efkâr, kanaat, meslek ve meşrebler üstünde ‘makam-ı sıddıkiyet’te yer tutmuş ve şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt’in mümessili olarak hizmet-i Kur’âniyenin başına geçmiş Üstad Bediüzzaman’ın azamî ihlâs, azamî sadakat ve azamî fedakârlık mânâsını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Tâ ki, hizmet-i nuriyede bulunacak Kur’ân şakirtleri kıyamete kadar bu düsturlar muvacehesinde hareket etsinler. Muvaffakiyetin ve Rıza-i İlâhiye nâiliyetin, ancak bu sûretle mümkün olacağına kat’î kanaat getirsinler. (...) evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümul hadiseler hengâmında Kur’ân şakirtleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimâî bütün ders ve ikazlarını Risâle-i Nur’la tahsil edeceklerdir.Çünkü, Kur’ân’ın bu asra bakan vechesini ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtüvesselâm’ın bu zamandaki vezaif-i diniye tavrını küllî bir mânâ ile şimdi bu sûretle Risale-i Nur’la görmüş, anlamış bulunuyoruz.”
Biz bu yazıda, bu yüksek düsturlardan biri olan ‘istiğna’ düsturunu mercek altına almak istiyoruz. İstiğnanın sözlükteki karşılığı; Cenâb-ı Hak’tan başka kimsenin minneti altına girmemek, gönül tokluğu, elindekini kâfî bulmak, Cenâb-ı Hak’tan başkasına ihtiyacını arzetmeme, yüz çevirip bakmamak, çekinme, muhtaç olmayıp zengin olmak.1
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, istiğnayı dinî hizmetin mânevî tesirinin temeli ve ruhu hükmünde görür. Çünkü, “Hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlâs kaçmasın. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla lisan-ı hâl ile dahi istenilmez, belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlâsı zedelenir.”2 O yüzden, bu düstur Hz. Üstad Bediüzzaman’ın ömrü boyunca vazgeçmediği ve hassasiyetle koruduğu kaidesi olmuştur. Buna dair Emirdağ Lâhikası’nda bir mektubunda, “Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkasının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde Said hiçbir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat’î kanaatimle şudur ki; ahir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imani ve uhrevi bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menafi-i şahsiyeye vesile yapmamak için o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti verilmiştiki, Risale-i Nur’un hakiki bir kuvveti olan hakiki ihlâs kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i mânevî hissediyordum ki, gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlubiyeti bu ihtiyaçtan gelecektir”3 ifadeleri bu düsturun ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedir.
İstiğna düsturu, Üstad Bediüzzaman’ı ve hakiki nur talebelerini sair İslâm âlimlerinden ve camialardan ve cemaatlerden farklı kılan en önemli unsurların başında gelmektedir. Üstadın Tarihçe-i Hayat’ında bir bahiste “Molla Said Van’da bulunduğu zamanlarda bazı hususlarda o havalinin ulemasına muhalif bulunuyordu. (aynı vaziyet, seksen senelik hayatında da devam etmiştir.) Bu hususlar şunlardır: 1- Kat’iyyen kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek. Evet, hayatta hiçbir maddî mülkiyeti olmayıp, fakir ve kimsesiz ve daimi nefiy ve hapislerde çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içerisinde yaşadığı halde, kimseden para ve mukabelesiz hediye almadığı bilmüşahede görülmüştür.”4 Aynı eserin ‘önsöz’ünde, Ali Ulvi Kurucu ağabeyin ifadeleri de bu meseleye ışık tutmaktadır: “Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir. Masivadan tam manasıyla istiğna ederek, uzvi ve ruhi bütün varlığı ile Rabbülâlemin’in bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı müddet-i hayatında bir itiyat (alışkanlık) değil, adeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir.”5
İstiğna düsturunun anlatıldığı Mektubat adlı eserin İkinci Mektub’unda; “Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakim’de, hakkı neşredenler ‘Benim mükafatım ancak Allah’a aittir’ (Yunus 72, Hud 29, Sebe 47) diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. Sure-i Yasin’de, ‘Doğru yolda olan ve sizden bir ücret de istemeyen kimselere uyun’ (Yasin 21) cümlesi meselemiz hakkında çok manidardır”6 ifadeleri, istiğnanın başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere, bütün peygamberlerin düsturu olduğunu gösteriyor. 19. Mektub’da Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtüvesselâmın hususiyetleri anlatılırken; “Hem öyle bir itminan ile, bir itimat ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemal-i samimiyetle ve saffetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malum olan meşhur zühdü ve istiğnası ve dünyanın fanî müzeyyenatına adem-i tenezzülüdür.”7
Zaten, Hazret-i Resûlullah Efendimiz (asm) “Âl-i Beyt, dini himaye ve maneviyâtta örnek ve rehber şahsiyetler oldukları ve ümmetin onlara itimat etmeleri gerektiği cihetle sadaka almaları yasaklanmıştır”8 (hadis-i şerif meâli) sözleriyle meseleyi teyid etmektedir. Bu itibarla, bu davaya, bu mesleğe gönül verenlerin de, bu düsturu unutmamaları ve hassasiyetle uygulamaları gerekmektedir. Çünkü, “Bu meslek bu zamanda Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkure halinde intikal etmiştir.”9 Hazret-i Üstad Barla Lâhikası’nda bir mektubunda, talebesi olan sıddık Süleyman hakkındaki “Bunun bu ahlâkı zatında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğna ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş”10 ifadeleri, Risale-i Nur’un hakiki şakirtlerinin bu düsturu ne kadar çok benimsediğini ortaya koymaktadır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri hayatı müddetince kimseden karşılıksız hediye almamış, kendisine sunulan hediyelere de en az iki misli fiyat ödeyerek almıştır. Hayatı süresince yapılan maddî teklifler son derece çok ve cazip olmuştur. Meselâ, Said Halim Paşa kendi yalısını Bediüzzaman’a hibe etmesine rağmen Üstad Hazretleri reddetmiştir. Daha sonra M.Kemal, ona susturucu ve reddedilemeyecek birçok maddî makam sunmuştu. Şeyh Sünusi yerine şark umumi vaizi olacak, milletvekili yapılacak, üçyüz lira maaşla birlikte, şahsına köşk tahsis edilecekti. Ama o, bütün bunları elinin tersiyle iterek, istiğna düsturunun manasının zirve noktasını göstermiştir.
Bir başka istiğna örneğini de sürgün olarak gittiği Emirdağ ilçesinde, devlet tarafından mobilyası içinde olarak kendisi için kiralanan evi reddetmesiyle göstermiştir. “Aziz, sıddık kardeşlerim, şimdi bir emr-i vaki karşısında bulunuyorum. Benim iâşem için hergün iki buçuk banknot, hem yeniden benim için bir hane-mobilyasıyla beraber ve istediğim tarzda-yaptırmak için emir gelmiş. Halbuki elli altmış senelik bir düstur-u hayatım bunu kabul etmemek iktiza eder. (...) eğer kabul etsem, yetmiş senelik hayatım gücenecek ve bu zamandan haber verip, tama ve maaş yüzünden bid’alâra giren ve ihlâsı kaybeden alimleri tokatlayan İmam-ı Ali (ra) dahi benden küsecek ihtimali var. Ve Risâle-i Nur’un hakiki ve safi olan ihlası, beni de ihlâssızlıkla ittiham etmek ciheti var. (...) ben reddettim.”11 Bu ifadelerden anlaşılması gereken bir cihet ise, imanın ve amel-i salihin ruhu ve esası olan ihlâsın, istiğnasız olamayacağıdır. Çünkü, ehl-i dalâletin ‘İlmi ve dinî her türlü menfaate âlet ediyorsunuz” gibi insafsız hücumlarına karşı, bunları fiilen tekzip etmek, yalanlamak için istiğna düsturunu uygulamaktan daha güzel amel olamaz. Ve çünkü, “En yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, ‘mahbubiyet’ ünvanıyla tâbir edilir. Ubudiyetin sırr-ı esası olan niyaz, şükür, tazarru, huşu, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemâline mazhar olunur.”12 Bu yüzden, “Risâle-i Nur’un mesleği, sair tarikatlar, meslekler gibi mağlub olmayarak, belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi, pek çok hadisâtın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i maneviye-i Kur’âniye olduğunu ispat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle, bu memlekette, bu hususi ve cüz’i ve yalnız şahsî hizmet veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve tevilât ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye hadisat bize kanaat vermiş.”13
Sonuç olarak, istiğna ve sair düsturları benimsemek ve çok iyi bir mü’min olmak için, Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtüvesselâmın nuranî meşrebini ve sahabe-i kiramın âlî seciyesini beyan eden bir nur ve feyiz hazinesi olan Risâle-i Nur ve onun müellifi olan Bediüzzaman Said Nursî’yi çok iyi anlamak gerekmektedir.
Dipnotlar:
1-Osm.-Türkçe Lügat Yeni Asya Neşriyat, 2-Lem’alar 373, 3-E.L.611, 4-T.H.78, 5-age.27, 6-Mek.28, 7-Mk.330, 8-İbn-i Sa’d Tabakat 9-T.H.28, 10-B.L.327, 11-E.L.60, 12-Mek.772, 13-E.L.122
Bediüzzaman ve Azami Takva
Risâle-i Nur’un meslek düsturlarının mühimlerinden biri takvadır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri Nur Mesleğinde, azamî ihlâs, azamî sadakat ve azamî fedakârlık yanında, takvanın da azamî seviyede olması gerektiğini belirtmektedir.
Çünkü “Risâleti’n-Nur gerçi umuma teşmil sûretiyle değil; fakat her halde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esâsât-ı sünnet-i seniyye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zarûretle, hadisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez” 1 ifadeleriyle meselenin hassasiyeti üzerinde durmaktadır.
Takva, sözlük mânâsı olarak; bütün günahlardan kendini korumak, dinin yasak ettiğinden veya haram olduğundan şüphesi olan şeylerden çekinmektir. 2
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da birçok âyetlerle takvaya işaret etmiştir. Meselâ; “Allah katında en şerefliniz, en ziyade takva sahibi olanınızdır.” 3 “O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir” 4, “Akıbet takva sahiplerinindir.” 5 gibi âyetlerle takva sahipleri övülmüştür.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, imandan sonra esas tutulan takvayı, “menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek” 6 şeklinde tarif ederken, “Hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de neticesi takva olduğunu ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret eden“ 7 “Kur’ân-ı Kerim, takvayı üç mertebesiyle zikretmiştir: Birincisi şirki terk, ikincisi maasiyi terk, üçüncüsü masivaullahı terk etmektir” 8 ve “Vicdanın anasır-ı erbaası olan ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye her birinin bir gayatü’l-gayatı var; iradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Lâtifenin müşahadetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder” 9 sözleriyle takvanın mahiyetini ve önemini belirtmiştir.
Bu durumda, imandan sonra esas tutulan takva, mü’min bir insanın, bilhassa bir Nur Talebesinin üzerinden çıkaramayacağı manevî bir zırhı olmalıdır. “Risâle-i Nur şakirtleri, bu zamanda en büyük vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir.” 10 Çünkü “Arz, takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir.” 11
Günümüzün yoğun günah atmosferi içerisinde mânen ağır yaralar almamamız ve ahiretimizi kurtarmamız gerekiyor. Çünkü “Madem, her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede, yüzer günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüzer amal-i salih işlenmiş hükmündedir” ve “Takva böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkiyle, yüzer vacib işlenmiş olur.” 12 Yani, günümüzün ağır şartları altında takvayı esas almakla, hem vacib seviyesinde amel-i salih işlemiş, hem de az bir amelle çok amel yapmış sevabı kazanmış olunacaktır. Böylesine büyük bir fırsat ve imkâna vesile olan takvaya dört elle sarılmak her akl-ı selimin gereğidir.
“Bu ahirzaman fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadisin rivayetlerinden anlaşılıyor.” 13 Ve bu cazibedar fitne çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebâir ile yaralıyorlar. Günahların daha çok göze hitap ettiği ve gözden girdiği günümüzde, göze hâkim olmak yani, harama bakmamak son derece büyük manevî bir cihaddır. Zira “gözü, gözün yaratıcısı olan Rabbimizin izni ve rızası haricinde kullanmak, mânen gözü kör etmek demektir.” 14
“Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder; öyle de, ölmüş kadınların sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan sûretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine, hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder.” 15 “Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azimdir; hem müthiştir tesiri.” 16
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, hayatı müddetince azamî takvayı esas almıştır. Bilhassa gençlik yıllarında ve İstanbul’da kaldığı dönemlerde bir kez bile harama nazar etmemiştir. Hatta bir gün, İstanbul’da Kâğıthane şenliği kutlamaları sırasında, köprüden Kâğıthane’ye kadar Haliçten, binlerce açık saçık Rum, Ermeni ve İstanbullu kadın ve kızların arasından geçtiği halde, hiç bakmamıştır. “Senin bu hâline hayret ettik, hiç bakmadın!” dediklerinde; “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum” diye cevap vermiştir. 17 Bir başka cevabında da; “İlmin izzetini muhafaza etmek beni baktırmıyor” 18 şeklinde olmuştur.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, ilk talebelerinden Molla Hamid Ekinci’ye, “Nasıl küçük bir ateş ormana yayıldığında yavaş yavaş o ormanı yakar mahveder, bitirir. Nazara tenezzül edip harama bakan bir mü’min, amelini gün be gün yer, mahveder. Sonra korkarım ki o adamın akıbeti elim ola!” demiştir.
Mustafa Sungur Ağabeyin nakline göre, yıllar sonra bir gün bir münasebetle şöyle der: “Kardeşlerim! Ben, gençliğimde İstanbul’da on sene kaldığım zamanlarda hiçbir kadına bakmadım, bakamadım. Çünkü bana âlem-i misâl açılmıştı.”19 Gerçekten de Hazret-i Üstadın takdire şayan ve harikulade izzetli ve iffetli duruşu ve takvada herkesten ileri oluşu dikkat çekicidir.
Üstad Bediüzzaman, bütün İslâm mücâhidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor, birini yapıp, diğerini ihmal etmiyor. Ubudiyet, zühd ve takvada da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedaîsi ve Kur’ân-ı Hakîmin muhlis bir hadimi payesine yükselmiştir.
“Cihadın en faziletlisi, kişinin kendi nefis ve hevasına karşı mücahede etmesidir” 20 hadis-i şerifine dayanarak Zübeyir Ağabeyin ifadesiyle, “Her Nur Talebesi takvası, şefkati ve duâsı ile manen yağmur gibi olmalıdır.” 21 “Takva sahibi oldukça, sözün müessiriyeti artar. Fakat takva azaldıkça lâfızlar kalpten çıkmaz, ıslatsa ıslatsa dili ıslatır, kalpten gelmez. Onun için manevî hayatın temiz ve tahir olması şarttır.” 22 Bu yüzden takva zırhını giymek ve onu esas almak gerekmektedir.
Takvayı esas almak yani; ”feraiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk eden ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede eden müttaki Müslüman”23 olmak ve “Hayat-ı ebediye esasatını ve saadet-i uhreviye levazımatını tedarik etmek için verilen akıl, kalp, göz, dil gibi güzel hediye-i Rahmaniyeyi cehennem kapılarını açacak çirkin surete çevirmemektir.” 24 Bunun ana başlığı ve özeti ise; “farzları yapan ve kebairi işlemeyen kurtulur” 25 ifadesidir.
Bu itibarla, “insanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebâir, takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.” 26 Veya “bu müthiş düşmanlarımıza karşı zırhımız, Kur’ân tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperimiz, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhımız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiye ye ilticadır.” 27
Dipnotlar:
1- Kastamonu Lâhikası 77,
2- Osmanlıca-Türkçe Büyük Lügat 942,
3- Hucurat Sûresi 49,
4- Âl-i İmran 134,
5- A’raf Sûresi: 7:128,
6- Kastamonu Lâhikası 205,
7-İşarat-ül İ’caz 252,
8- A.g.e 72,
9- Hutbe-i Şamiye 141,
10- A.g.e. 206,
11- İşarat-ül İ’caz 414,
12- Kastamonu Lâhikası 206,
13- Gençlik Rehberi 20,
14- Lem’alar 335,
15- A.g.e. 664,
16- Sözler 1184,
17- Tarihçe-i Hayat 792,
18- A.g.e. 792,
19- Mufassal T. Hayat–A. Badıllı 420, B. Said Nursî Hayatı ve Dâvâsı M. Duman 95,
20- 33 Hadis, Dâvâ Adamı 1–101,
21- A.g.e. 86,
22- A.g.e. 89,
23- Sözler 43,
24- Sözler 52,
25- Kastamonu Lâhikası 205,
26- Mesnevî-i Nuriye 354,
27- Lem’alar, s. 211.
Ahmet Demirdöğmez
saidnursi.de