Ukbaa
Well-known member
Bismillahirrahmanirrahim...
Elhamdulillahi rabbil alemin vel akibetulilmuttakin esselatu vesselamu aleyke ya resulellah.
Rabbim önce anlamayı sonrada anlatabilmeyi nasib etsin.
Risale-i Nur’un neden bu denli tesir ettiğini,
eğitim ve terbiyemizde nasıl böyle harika etkileri olduğunu biraz tefekkür edelim.
Risale-i Nur delalette gidenlerin günah, fenalıklar ve haram lezzetler içinde
manevi bir cehennemde olduğunu,
İman ile birlikte iyiliklerin ve şeriatın hakikatlerinin yaşanmaya başlamasıyla
manevi bir cennetin olduğunu bir çok yerde ispat ediyor.
Sefahet ehli ve delalete düşenlerden aklı başında olup Risale-i Nur okuyanların kurtulduğunu da duyuyoruz.
Şimdi gelelim bunun nasıl olduğuna…
Akıl denen şey geniş ve soyut hakikatleri kuşatıp anlayamıyor.
Çoğu yerde yetersiz kalıp evhama ve vesveseye düşüyor.
Bizler sınırlı mahluklarız.
Bizi yaradan her şeyde bir hudud koymuş.
Aklımızın da bir hududu var demek.
Özellikle bu asırda fen ve felsefeden gelen materyalist bir bakış açısıyla
akıllar gözlere inmiş bir vaziyette.
En bariz ve şüphe götürmez hakikatler, sırf aklın darlığı ve fikrin sığlığından
inkara uğramış ve imanın temel esaslarına ilişilmiştir.
İşte bu noktada Risale-i Nur devreye giriyor.
Kuran’ın mucizevi özelliklerinden birisi olan temsil dürbünüyle en uzak görünen aklın göremediği hakikatleri gayet yanına getirip göstermiştir.
Şimdi Üstadımızın Kastamonu Lahikası’nda buna nasıl değindiğine bakalım.
Bu izahın üzerine başka söze hacet var mı ?
Bir cisme bir yönden bakarsak, o cismin sadece o yönünü görürüz dimi…
Diğer cepheleri görünmez.
Farklı açılardan bakarsak o cismi her açıdan görür ve anlarız.
Risale-i Nur’da gayet geniş olan iman hakikatlerine farklı risalelerde,
farklı yönde baktırarak her cihette o meselelerin akıl tarafından kabulüne çalışmıştır.
Ve bunda da muvaffak olmuştur.
Risale-i Nur’ları aklı ile okuyan biri ikna olmadım diyebilir mi?
Sizden soruyorum.
Bu mümkün mü?
Ta ki fikrimizi temizleyip aklımız ile okuyalım.
Akıl ile okumak nasıldır peki?
Sırf anlamak için gayret etmek
Aklımızı buna yöneltmek
Meseleyi derinden derine tefekkür etmek
Sanki yaşıyorcasına…
Sanki bizim için yazılmışçasına…
Aklın ikna olması yinede o hakikati yaşamak için yeterli mi?
Yani akıl kabul ediyor.
Temsille hakikati görüyor evet diyor.
Ama kafi gelmiyor.
Bunun sebebini üstadımız Mektubat’ta şöyle izah ediyor.
Demek burda ne oluyor?
Hisler devreye girip, aklın ve fikrin önüne geçiyor.
Yani akla perde olup, akla ve fikre galip geliyor.
Şimdi burda hastalığı teşhis ediyor üstadımız.
Hastalığı teşis eden doktor reçete yazmaz mı?
Elbette yazar.
İşte tedaviyi de şöyle izah ediyor.
Bize ne diyorlar?
Şunu yapma bunu yapma
Hep olumsuz telkin…
Yapma da ne yapacağımı söylemiyor ki..
Sadece yapma deniyor.
Yani söylenen gırtlaktan kalbe inmiyor.
Tesir etmiyor.
Bende biliyorum yapmamam gerektiğini diyor adam.
Ama neden yapmaması gerektiğini bilmiyor.
İşte Üstadımız burda bir formül sunuyor.
İşte Risale-i Nur güzel ahlaktan bahsettiğinde ve bunlar hakkında nasihat ettiğinde
Cenab-ı Hakk’ın verdiği imhası mümkün olmayan hislerimizi yok etmekten ziyade
Nerelerde kullanmamız gerektiğini yani meşru zeminleri gösterdiği için tesirli oluyor.
Muhataba yapma değil, ne yapacağını söyleniyor.
Nasıl yapacağı söyleniyor.
Bir nasihat eden ne kadar güzel konuşsa da,
Ne kadar süslü kelimeler seçse de,
Anlattığı hakikati kendi uygulamıyorsa muhatabın kulağında kalır.
Kalbinde vesvese ve evham barınmaya devam eder.
Ne diyor Üstadımız
Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez.
Peki bu onun anlatmaktan vazgeçmesi gerektiği anlamına mı gelir?
Risale-i Nur’ları okudukça anlıyoruz ki önce kendi anlamalı…
Üstadımız küçük sözlere başlamadan vaktiyle bu 8 sözü uzun uzun nefsime anlattım diyor.
Ne zaman ki nefsi anladı.
O zaman bize anlattı.
Şimdi milyonlar anlıyor…
Önce Üstadımız kendi nefsini susturmuş.
Şimdi gelelim tesirin yüksek oluşundaki başka sebeplere…
Anlatılan hakikat Allah rızası için iman ve kuran hizmeti için
Oluşundan muhatab bunu kolaylıkla anlayabiliyor.
Bu hizmette
Ne dünyevi,
Ne uhrevi,
Ne maddi,
Ne de manevi,
Bir ücret taleb edilmiyor
Bu hizmet sadece Allah rızası için yapılıyor.
Biri bizi dinlerken acaba benden ne isteyecek diye düşünmüyor.
Şükürler olsun ki bu hizmetimizde istiğna düsturumuz var.
Ve sadece Allah rızası için çalışıyoruz.
Konuşan ise yalnız ve yalnız hakikat oluyor.
İşte bunun için nefsin vesvesesi kalmıyor.
Çünki Rızay-ı İlahi haricinde bir şey gösteremiyor.
Bakın buna Üstadımız Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde nasıl izahatlar getiriyor.
Bütün reçeteler bunun içinde…
Şimdi teoride bunları öğrendik.
Bunun birde pratiği var.
Düşüncelerimizin etkilenip değişmesi hal ve tavırlarımızın değişmesine tam etki vermiyor.
Mesele burda kopuyor.
Buraya azami dikkat edeceğiz.
Üstadımız Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi diyor.
Bunu bir çok yerde dile getiriyor.
Peki bu nasıl oluyor?
O zaman şöyle bir bakalım.
İşte bu cemaat ortamına dahil olmak, bu şahsi manevinin içinde olmamıza vesile oluyor.
Şöylede açıklanabilir.
Rabbim bu şahs-ı maneviye bizleri de dahil etsin…
Elfü elfi aminnn…
Subhaneke la ilmelena illa ma allemtena inneke entel alimul hakim ve ahiru tavahum enilhamdulillahi rabbil alemin
Elhamdulillahi rabbil alemin vel akibetulilmuttakin esselatu vesselamu aleyke ya resulellah.
Rabbim önce anlamayı sonrada anlatabilmeyi nasib etsin.
Risale-i Nur’un neden bu denli tesir ettiğini,
eğitim ve terbiyemizde nasıl böyle harika etkileri olduğunu biraz tefekkür edelim.
Risale-i Nur delalette gidenlerin günah, fenalıklar ve haram lezzetler içinde
manevi bir cehennemde olduğunu,
İman ile birlikte iyiliklerin ve şeriatın hakikatlerinin yaşanmaya başlamasıyla
manevi bir cennetin olduğunu bir çok yerde ispat ediyor.
Sefahet ehli ve delalete düşenlerden aklı başında olup Risale-i Nur okuyanların kurtulduğunu da duyuyoruz.
Şimdi gelelim bunun nasıl olduğuna…
Akıl denen şey geniş ve soyut hakikatleri kuşatıp anlayamıyor.
Çoğu yerde yetersiz kalıp evhama ve vesveseye düşüyor.
Bizler sınırlı mahluklarız.
Bizi yaradan her şeyde bir hudud koymuş.
Aklımızın da bir hududu var demek.
Özellikle bu asırda fen ve felsefeden gelen materyalist bir bakış açısıyla
akıllar gözlere inmiş bir vaziyette.
En bariz ve şüphe götürmez hakikatler, sırf aklın darlığı ve fikrin sığlığından
inkara uğramış ve imanın temel esaslarına ilişilmiştir.
İşte bu noktada Risale-i Nur devreye giriyor.
Kuran’ın mucizevi özelliklerinden birisi olan temsil dürbünüyle en uzak görünen aklın göremediği hakikatleri gayet yanına getirip göstermiştir.
Şimdi Üstadımızın Kastamonu Lahikası’nda buna nasıl değindiğine bakalım.
Aklın rızkı ispat ve delildir.
Risâle-i Nûr, aklî ve mantıkî delillerle “ikna ve ispat metodu”nu beyanına esas yaptığından, hangi imânî ve Kur’ânî meseleyi ele almışsa,
iki kere iki dört eder katiyyetinde ve zarûret derecesinde bütün alternatifleri
imkânsız göstererek son derece açık bir tarzda o meseleyi ispat etmiştir.
(Kastamonu Lâhikası)
Risâle-i Nûr, aklî ve mantıkî delillerle “ikna ve ispat metodu”nu beyanına esas yaptığından, hangi imânî ve Kur’ânî meseleyi ele almışsa,
iki kere iki dört eder katiyyetinde ve zarûret derecesinde bütün alternatifleri
imkânsız göstererek son derece açık bir tarzda o meseleyi ispat etmiştir.
(Kastamonu Lâhikası)
Bu izahın üzerine başka söze hacet var mı ?
Bir cisme bir yönden bakarsak, o cismin sadece o yönünü görürüz dimi…
Diğer cepheleri görünmez.
Farklı açılardan bakarsak o cismi her açıdan görür ve anlarız.
Risale-i Nur’da gayet geniş olan iman hakikatlerine farklı risalelerde,
farklı yönde baktırarak her cihette o meselelerin akıl tarafından kabulüne çalışmıştır.
Ve bunda da muvaffak olmuştur.
Risale-i Nur’ları aklı ile okuyan biri ikna olmadım diyebilir mi?
Sizden soruyorum.
Bu mümkün mü?
Ta ki fikrimizi temizleyip aklımız ile okuyalım.
Akıl ile okumak nasıldır peki?
Sırf anlamak için gayret etmek
Aklımızı buna yöneltmek
Meseleyi derinden derine tefekkür etmek
Sanki yaşıyorcasına…
Sanki bizim için yazılmışçasına…
Aklın ikna olması yinede o hakikati yaşamak için yeterli mi?
Yani akıl kabul ediyor.
Temsille hakikati görüyor evet diyor.
Ama kafi gelmiyor.
Bunun sebebini üstadımız Mektubat’ta şöyle izah ediyor.
Bunun sebebi, akıbeti görmeyen ve bir dirhem peşin lezzeti,
ilerideki tonlarca lezzetlere tercih eden hislerin,
aklın ve fikrin önüne geçmesi ve onlara gâlip gelmesidir.
İnandığı halde, hissiyatına mağlup olup, inandığı gibi yaşayamamak,
bu asrın en dehşetli bir hâlidir.
ilerideki tonlarca lezzetlere tercih eden hislerin,
aklın ve fikrin önüne geçmesi ve onlara gâlip gelmesidir.
İnandığı halde, hissiyatına mağlup olup, inandığı gibi yaşayamamak,
bu asrın en dehşetli bir hâlidir.
Demek burda ne oluyor?
Hisler devreye girip, aklın ve fikrin önüne geçiyor.
Yani akla perde olup, akla ve fikre galip geliyor.
Şimdi burda hastalığı teşhis ediyor üstadımız.
Hastalığı teşis eden doktor reçete yazmaz mı?
Elbette yazar.
İşte tedaviyi de şöyle izah ediyor.
Nasihat edenlerin nasihatlerinin bu zamanda tesirsiz kalmasının sebebinin ahlâksız insanlara
“Haset etme, hırs gösterme, düşmanlık yapma, inat etme, dünyayı sevme!”
yani, “Fıtratını değiştir!” gibi, görünüşte onlar tarafından boş bir teklif ve
nasihatte bulunmaları olduğunu söyler.
“Haset etme, hırs gösterme, düşmanlık yapma, inat etme, dünyayı sevme!”
yani, “Fıtratını değiştir!” gibi, görünüşte onlar tarafından boş bir teklif ve
nasihatte bulunmaları olduğunu söyler.
Bize ne diyorlar?
Şunu yapma bunu yapma
Hep olumsuz telkin…
Yapma da ne yapacağımı söylemiyor ki..
Sadece yapma deniyor.
Yani söylenen gırtlaktan kalbe inmiyor.
Tesir etmiyor.
Bende biliyorum yapmamam gerektiğini diyor adam.
Ama neden yapmaması gerektiğini bilmiyor.
İşte Üstadımız burda bir formül sunuyor.
Ona göre eğer nasihatçiler deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz,
mecrâlarını değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem iradeleri dâhilinde bir teklif olur.”
mecrâlarını değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem iradeleri dâhilinde bir teklif olur.”
İşte Risale-i Nur güzel ahlaktan bahsettiğinde ve bunlar hakkında nasihat ettiğinde
Cenab-ı Hakk’ın verdiği imhası mümkün olmayan hislerimizi yok etmekten ziyade
Nerelerde kullanmamız gerektiğini yani meşru zeminleri gösterdiği için tesirli oluyor.
Muhataba yapma değil, ne yapacağını söyleniyor.
Nasıl yapacağı söyleniyor.
Bir nasihat eden ne kadar güzel konuşsa da,
Ne kadar süslü kelimeler seçse de,
Anlattığı hakikati kendi uygulamıyorsa muhatabın kulağında kalır.
Kalbinde vesvese ve evham barınmaya devam eder.
Ne diyor Üstadımız
Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez.
Peki bu onun anlatmaktan vazgeçmesi gerektiği anlamına mı gelir?
Risale-i Nur’ları okudukça anlıyoruz ki önce kendi anlamalı…
Üstadımız küçük sözlere başlamadan vaktiyle bu 8 sözü uzun uzun nefsime anlattım diyor.
Ne zaman ki nefsi anladı.
O zaman bize anlattı.
Şimdi milyonlar anlıyor…
Önce Üstadımız kendi nefsini susturmuş.
Şimdi gelelim tesirin yüksek oluşundaki başka sebeplere…
Anlatılan hakikat Allah rızası için iman ve kuran hizmeti için
Oluşundan muhatab bunu kolaylıkla anlayabiliyor.
Bu hizmette
Ne dünyevi,
Ne uhrevi,
Ne maddi,
Ne de manevi,
Bir ücret taleb edilmiyor
Bu hizmet sadece Allah rızası için yapılıyor.
Biri bizi dinlerken acaba benden ne isteyecek diye düşünmüyor.
Şükürler olsun ki bu hizmetimizde istiğna düsturumuz var.
Ve sadece Allah rızası için çalışıyoruz.
Konuşan ise yalnız ve yalnız hakikat oluyor.
İşte bunun için nefsin vesvesesi kalmıyor.
Çünki Rızay-ı İlahi haricinde bir şey gösteremiyor.
Bakın buna Üstadımız Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde nasıl izahatlar getiriyor.
İşte Risâle-i Nûr’un büyük denizlerin büyük dalgaları gibi
gönüller üzerinde husûle getirdiği büyük tesirin sırrı budur.
Bundan başka bir şey değildir. (Emirdağ Lâhikası)
gönüller üzerinde husûle getirdiği büyük tesirin sırrı budur.
Bundan başka bir şey değildir. (Emirdağ Lâhikası)
İmânî meseleler sadece ilim ile değildir.
İmânda insandaki çok latîfe ve duyguların da hisseleri vardır.
Nasıl ki, bir yemek mideye girdikten sonra, muhtelif sinirlere ve organlara
muhtelif suretlerde dağıtılır. İlimle gelen imânî meseleler de,
akıl midesine girdikten sonra, derecelere göre ruh, kalp, sır, nefs gibi
bütün latîfeler ve hisler hisselerini alırlar ve emerler.
Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. (Mektûbât)
İmânda insandaki çok latîfe ve duyguların da hisseleri vardır.
Nasıl ki, bir yemek mideye girdikten sonra, muhtelif sinirlere ve organlara
muhtelif suretlerde dağıtılır. İlimle gelen imânî meseleler de,
akıl midesine girdikten sonra, derecelere göre ruh, kalp, sır, nefs gibi
bütün latîfeler ve hisler hisselerini alırlar ve emerler.
Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. (Mektûbât)
Risâle-i Nûr, imânî meselelerden o kadar yoğun, ısrarlı ve tatmin edici bir tarzda bahseder ki,
bütün his ve duygular ondan hissesini alır ve nûrlanır.
bütün his ve duygular ondan hissesini alır ve nûrlanır.
Böylece fiillerin kaynağı olan, kalp ve hislerin meyilleri,
haktan ve hayırdan yana olmaya başlar. (Mektûbât)
haktan ve hayırdan yana olmaya başlar. (Mektûbât)
Bütün reçeteler bunun içinde…
Şimdi teoride bunları öğrendik.
Bunun birde pratiği var.
Düşüncelerimizin etkilenip değişmesi hal ve tavırlarımızın değişmesine tam etki vermiyor.
Mesele burda kopuyor.
Buraya azami dikkat edeceğiz.
Üstadımız Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi diyor.
Bunu bir çok yerde dile getiriyor.
Peki bu nasıl oluyor?
O zaman şöyle bir bakalım.
Risâle-i Nûr’un eğitim sisteminde de, “şahsî okuma”, “ders dinleme”,
“beraberce grup şeklinde okuma”, “ezber yapma” ve daha başka usüllerle öğrenilen
imânî ve Kur’ânî hakîkatlerin, cisim giymiş numûnelerinin görüneceği,
pratikte uygulamasının yapılacağı bir cemaat ortamı vardır.
“beraberce grup şeklinde okuma”, “ezber yapma” ve daha başka usüllerle öğrenilen
imânî ve Kur’ânî hakîkatlerin, cisim giymiş numûnelerinin görüneceği,
pratikte uygulamasının yapılacağı bir cemaat ortamı vardır.
İşte bu cemaat ortamına dahil olmak, bu şahsi manevinin içinde olmamıza vesile oluyor.
Şöylede açıklanabilir.
Bu cemaat ortamında kardeşlik, ihlâs ve tesânüd düsturlarıyla birbirlerine bağlanmış
Nûr Talebeleri, birbirlerinin güzel ahlâkından ve ihlâslarından tam istifâde edip,
yani birbirlerine ayna olarak, öğrendikleri hakîkatlerle amel etme cihetine gidip,
kâmil manâda Risâle-i Nûr’un eğitiminden (terbiyesinden) istifâde etmektedirler.
Nûr Talebeleri, birbirlerinin güzel ahlâkından ve ihlâslarından tam istifâde edip,
yani birbirlerine ayna olarak, öğrendikleri hakîkatlerle amel etme cihetine gidip,
kâmil manâda Risâle-i Nûr’un eğitiminden (terbiyesinden) istifâde etmektedirler.
Böylece, her biri baki elmaslar kıymetinde olan imânî ve Kur’ânî hakîkatlerin,
sadece akılda teorik olarak değil, bütün davranış, hâl ve tavırlarlarda da
kendini maddeten göstermesi,
yani eğitimin (terbiyenin) tamamlanması temin edilmiştir.
sadece akılda teorik olarak değil, bütün davranış, hâl ve tavırlarlarda da
kendini maddeten göstermesi,
yani eğitimin (terbiyenin) tamamlanması temin edilmiştir.
Rabbim bu şahs-ı maneviye bizleri de dahil etsin…
Elfü elfi aminnn…
Subhaneke la ilmelena illa ma allemtena inneke entel alimul hakim ve ahiru tavahum enilhamdulillahi rabbil alemin