Risale-i Nur Talebesinin Hedefleri

Muvahhid1

Well-known member
Risale-i Nur talebesinin pek çok hedefleri olması lazımdır. Bunlardan en önemli dört tanesi vardır ki bunlarda tam manasıyla fevkalade ileri olmalıdır.


Hedeflerin birincisi Marifetullah, bir kulun Allah indinde en büyük makbuliyeti, marifetullah sırrına bakıyor. Şöyle ifade edilirse, kim büyüktür, bilen büyüktür, kim büyüktür, tanıyan büyüktür. Onun için Risale-i Nur talebesi hayatının sonuna kadar marifetullahta yoğunlaşması lazımdır. Esmadan tam tegaddi yani gıdalanması lazım.

Peygamberimiz, Hazret-i Mehdi’yi anlatıyor. Mehdinin gıdası Esma olacaktır. Hazret-i Mehdi’nin gıdası Esma olacaktır. İlm-i Tevhid-i Mevla’da yakin… Cenab-ı Hakk’ın her bir Esma-i İlahiyesi kemalat-ı İlahiyenin bir ünvanı olduğu için Cenab-ı Hakkı bin bir esmasıyla tanımak, esmanın nur ve hakikatlerini müteveccihen… Hayatın gayesi budur. Biz Allah’ı bilmek için yaratıldık. Onun için Müslüman marifetullahta yoğunlaşacak, marifette derinleşecek. Elbette ki tanıyan büyüktür.


Şimdi Risale-i Nur hakikaten sonsuz esrar hazinesidir. Hakikat noktasında İkinci Şua, Ayet-ül Kübra, Ayet-i Hasbiye, Otuzuncu Lem’a, Yirminci Mektup, Yirmidokuzuncu Söz, Otuzuncu Söz, Otuz Birinci Söz, Onuncu Söz, Onbirinci Söz, Dokuzuncu Söz, kainat çapında eserlerdir. Allah bize ikram etmiştir. Onlara teveccüh etmek, şu esrar-ı Kur’aniyenin içine girip tefekkür etmek…

Üstad bir zaman kendi hizmetinde bulunan talebelerine demiş: “Siz Lemaati okuyup anlamazsanız, ben size hakkımı helal etmem!” Nur talebesinin marifet boyutu engin olacak, derin olacak, zengin olacak… İşi götüren zaten marifet boyutudur. Kalbe heyecan marifetle düşer. Ulvi hisler marifetullah ile canlanır. İnsanı eriten, rafine eden, kıvama getiren marifetullahdır. Ene, marifet ile erir. İstidat-ı insaniye, marifetle küllileşir. Neden üstadımız Risale-i Nur’un fazla okunmasına tahşidat yaparak teşvik etmiştir? Oku da marifete muhatap ol! Oku, ayna ol! Oku, alemine nakşet! Onun için bir müslümanın Allah indindeki en büyük şerefi, en yüksek itibarı marifetullahtır. Cenab-ı Hakk, bizi marifette derinleştirsin. Amin!

Şu Risale-i Nur gibi, bin senedir şu alem-i İslam’da ikinci bir eser yazılmamıştır. Ayet-ül Kübra gibi bir eser telif edilmemiştir. Kader Risalesi gibi bir eser İslam tarihinde kaleme alınmamıştır. Otuzuncu Lem’a gibi Cenab-ı Hakk’ın altı İsm-i Azamı bu kadar hakimane, bu kadar müdellel, bu kadar geniş bir keyfiyetle kainatın hakikatlerini açacak bir şekilde hiç bir müellif bir eserinde zikretmemiştir. Bediüzzaman, bir gün eline Elmalılı Hamdi Yazır’ın meşhur tefsirini alıyor ve acaba bu tefsirde “Vahid ve Ehad” isimleri nasıl tarif ediliyor? diye merak ediyor. Açmış bakmış ki Elmalıda Ehadiyet ve Vahidiyet hakkında hiçbir şey yok. Ehad kelimesinin lügat manası böyle, Vahid kelimesinin de böyle, Araplar filan şiirde Ehad’ı şu manada kullanıyor, Vahid kelimesini de şu manada kullanıyor. Arap dilinde ıstılah olarak Ehad ve Vahid kelimesi nerede, nasıl kullanılıyor, hepsi o kadar. Risale-i Nur’a baktığımızda Ehadiyeti nasıl anlatıyor? Vahidiyeti nasıl anlatıyor?

Ebu Bekir’in büyüklüğü, fazla ibadetinden değildir, onun büyüklüğü namazından, orucundan değildir, onun büyüklüğü kalbindeki hikmettendir, marifettendir. Onun için İmam-ı Rabbani Hazretleri demiştir ki: “İmanın bir zerre inkişaf etmesi, benim indimde binlerce keramete, keşfiyata müreccahtır.” İmanın inkişaf etmesi….. Aristo’nun mantığını Farabi okuyor, bir şey anlamıyor. Bu sefer inat ediyor ve kırk defa okuyor. Sonra çorap söküğü gibi manalar açılmaya başlamış. İlla ki anlayacağım, illa zabtedeceğim, illa alemimde nakşedeceğim diyerek muvaffak olmuştur. İşte bu azim ve gayretle Risalelere ciddi müteveccih olmak lazımdır.
Bakıyorsunuz ki bazı nur talebelerinin evlerinde külliyatları var, güzelce ciltlemişler ve kütüphanelerine koymuşlar. Aczini anlamıyor ki okusun, ihtiyacını derketmiyor ki okusun….

Nasrettin Hoca dağda üç gün aç kalmış. Bir beldeye gelmiş. Bakmış ki fırıncı ekmekleri dizmiş. Hemen içeri girmiş demiş ki: “Bu ekmekler senin mi?” Fırıncı şaşırmış. “Elbette ki benim” demiş. Nasrettin Hoca demiş: “Madem sizin, o zaman niye yemiyorsunuz?”

Ayet-ül Kübra, Ayet-i Hasbiye gibi nurun risaleleri Şah-ı Geylani, İmam-ı Nakşibend gibi azim imamlara verilen dersler nevindendir. Okuduğumuz kitaplar en yüksek medrese-i Kur’aniyeden alınan en yüksek derslerdir. Allah, bu asrın dehşet ve şiddetinden, bizlere Risale-i Nur’u ihsan etmiştir. Bediüzzaman şu mealde demiştir. Eğer ben eski asırlarda yaşasaydım, o zamanın alimleri, müderrisleri benim medreseme sürüne sürüne geleceklerdi. Bu asrın dehşet ve şiddetinden olarak, ümmetine rahmet olarak bu eserleri ikram etmiştir. Makam-ı Hızır diye bir makam vardır. Bu makama çıkan bir veli Hızır’dan ders alır. Bu velayet-i vustadır. Tasarrufat dersidir. Risale-i Nur ise doğrudan doğruya esrar-ı Kur’aniyeye taalluk etmiş olduğu için, Risale-i Nur’un dersi safi tevhiddir, sırrı-ı Uluhiyet ve Nur-u Risalete ait pak hakikatlerin mecmuası olduğu için velayet-i kübranın dersidir. Risale-i Nur’un dersi, Makam-ı Hızır’da verilen derslerden daha büyüktür. Allah indinde daha şereflidir, daha kıymetlidir.


Hepimizin takıldığı bir konu vardır. Risalelerin dili ağır diye hepimiz şikayet etmişizdir. Halbuki olay, lügat olayı değildir. Lisana vakıf olma olayı da değildir. Olay, ihtiyacını hissetmek, açlığını hissetmektir. Kim olursa olsun, hatta kırk sene hizmet etmiş olsa da o kişi Risale-i Nur’a ihtiyacını hissetmiyorsa o kişi manen tekemmül edemez. Üstadımız diyor ki: Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, aşktır. Muzaaf aşk da istiğrakla hareket-i beşeriyedir. Kışın en soğuk zamanında Erzurum’da dışarıda olsanız su içmeye ihtiyaç hisseder misiniz? Elbette ki hiç ihtiyaç hissetmeyeceksiniz. Çünkü soğukta insanın su içme ihtiyacı yoktur.

Düşünün ki şöyle 35-40 derece sıcaklıktasınız. İşte o zaman suya ihtiyacınızı hissedersiniz. Soğuk su şükrü safileştirir. İçince dünyalar senin olur artık. Susuzluğunu hissettiği zaman suyun tadı da ortaya çıkıyor. Düşünün ki bir insanın sırtında bir tane su kabı var ve çölde yürüyor. Güneş başına vurdukça o kırbadan su içmek isteyecektir. Vücudun harareti arttıkça su içme ihtiyacı da o nispette artacaktır. İçtiniz, içtiniz ve su kabınızdaki su bitti. Halbuki daha yürüyeceğiniz çok yol vardı. Susuzluktan ve hararetten dolayı artık dizlerinizde derman kalmadı. İşte bu durumda su ihtiyaçtan artık iştiyaka dönüştü. Bu vaziyette yine yürümeye mecbur olduğumuzdan yolumuza devam ederken artık öyle bir dereceye geldik ki perişan olmak üzereyiz.


İşte bu noktada su, artık bizim sevdamız olmuştur. Nereye baksak su görür gibi oluruz. Gözünü açar serap görür, oraya koşar, buraya koşar su gördüm zanneder, halbuki çöldür. İşte bu noktada su aşk derecesine çıkar. Bir bardak suya hayatını verecek dereceye gelir. Peki bu noktada şu soruyu soralım. Neden okuyamıyoruz? Dicle ve Fırat nehirlerinin yanına çadır kurmuşuz, ondan okuyamıyoruz. Kabımızı daldırıp veya içine girip de biraz su içemiyoruz. İşte burada bize o suyu içirmeyen tek sebep vardır. Açlığımızı hissetmemektir.

Evliyadan bir zat Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerine şöyle bir mektup gönderiyor ki:“O vahdet şarabından bir yudum içmişim, kendimden geçmişim.”

Cüneyd-i Bağdadi cevaben demiştir ki: “Ben öyle bir açlık çekiyorum ki senin içtiğin bir yudum değil bin yudum da içsem, midemin ancak bir köşesini doldurabilir.” Onun için nur talebesi aç olacak. Kabını her zaman boşaltacak. Allah bizi aç etsin. Amin!

Şimdi burada ruhlardaki kalite olayı da karşımıza çıkıyor. Bir insan matlubuna yani arzu ettiği şeye kavuştuğu zaman hasret biter. İşte bu ham ruhların standardıdır. Peki yüksek ruhlar nasıldır? Yüksek ruhlar ise maksadına kavuştukça hasreti iyice artar. Kavuştuğu aynı zamanda ayrılığı yani firakı yaşar. Ben senin yanında bile sana hasretim diyebilecek bir seviyeye gelmektir.


Dünyada ve ahirette müslümanın en büyük ihtiyacı Allah’tır. İnsanın acizliğini ve fakirliğini derketmesiyle bu mertebeleri vasıl olur. Risale-i Nur’a ihtiyacını ve açlığını hissetmekten bahsettik. Peki bu nasıl kazanılacak? Demeli ki: “En müflis, en muhtaç benim, bu eserler benim ihtiyacıma binaen gönderilmiş, üstad bu tebliğ görevini benim için getirmiş, müflis ben, muhtaç ben, aciz ben, miskin ben ve muhatap da ben, ben alacağım, ben alemime nakşedeceğim, ben anlayacağım, ben yaşayacağım…” gibi manalarda tezahür eder.

Bu makamda bir noktayı da söylemeden geçmeyelim. Burada eskilere hitap edeceğiz. Eskilerin en büyük hatalarından birisi “ülfet”tir. Ülfet ile eski olmuşlardır. Bir de eskimeyen eskiler vardır ki onlara bir sözümüz yoktur. Peygamber Efendimiz (ASM), Hazret-i Ali (RA)’ye buyuruyor ki: “Ya Ali! Beni gün aşırı ziyaret et!”

Risale-i Nur’a ülfet ise manayı alır götürür. “Abi ben ezberledim!” Neyi ezberledin kardeş? “Abi, ihlası ezberledim, uhuvveti de ezberledim….!” Yani bir cebinde ihlas, diğer cebinde de uhuvvet… Halbuki günde 10 kere ihlasa ihanet, uhuvvete darbe vurmakla Risale-i Nur’u ezberledim sanmak…. Güya Risale-i Nur’un hafızı olmak….

İşin hakikati şudur ki Risale-i Nur, başkalara okunmak için de okunmaz. Şu hakikati öğreneyim de filancıya anlatayım maksadıyla da okunmaz. İşte Risale-i Nur, yaşanmak için okunur. Birisi diyor ki: “Kardeşim, sen ihlas risalesinin şu düsturunu yaşamıyorsun.” Peki kardeşim biz de diyoruz ki: “Kardeşim sen ihlas risalesini başkası için mi okudun?”

İşte bizim en büyük hastalıklarımızdan birisi “ülfet”tir. Dünyevi meşguliyet, afaki işler, zaman yok, zaman kötü, fitne-fesat başını almış gidiyor, eş-dost kötü, işler kötü…. gibi bir sürü bahane… Şeytanı taşlamaktan Beytullah’ı tavaf etmeye vaktimiz kalmıyor.

Hakikat noktasında bir nur talebesinin âleminde Risale-i Nur okunduğu zaman bir fark olması lazımdır. Diyelim ki bir talebe saat 9.00’da derse geldi ve saat 11.00’da dersten ayrıldı. Gelişi ile gidişi arasında bir fark olması lazımdır. İdrakinde, kalbinde, ruhunda, hissiyatında heyecan, davasında, aşkında, idealinde fark olması lazımdır. Eğer arada bir fark olmuyorsa demek ki bir problem vardır. Demek rehavet var, demek ülfet var, demek nazar-ı sathi var, demek teveccühü eksik, demek çok biliyor (!)… Onun için dersi nasıl dinlemek lazım?


Üstadımız diyor ki: “Münacat risalesi okunurken, ülfeti yırtarak okudum. O risaleyi fevkalade mükemmel gördüm.” Peki nasıl dinleyeceksin? Sanki ben bu hakikate ilk defa muhatap oluyorum, ilk defa işitiyorum, şu hakikat ilk defa kulağıma dökülüyor, şu ana kadar hiç okumamışım, hiç dinlememişim, hiç mütalaa etmemişim, hiç işitmemişim, hiç anlamamışım, hiç muhatap olmamışım. Böyle dersi dinlerse işte bir nur talebesi istifade eder.

Üstadımız diyor ki: “Mana cilvegirdir, cilve yapar. Elfazın, lafızların arkasından çıkmaz. Nasıl ki bir gelin, evden çıkmadan önce biraz naz yapar. Hemen çıkmaz. Mehrini verirsin, evinden çıkarırsın. Mana, mehir ister. Mehri ise dikkattir. Bütün dikkatini vererek oku, dikkat! Dikkat! Dikkat! Risale-i Nur’u dinlerken veya okurken dikkatini verdiğiniz zaman, mehrini vermişsiniz demektir ve mana anlaşılmaya başlar. İşte bu noktada gelini evinden çıkardık. Peki gelini bir eve götürmek lazım. Sokak ortasında bırakılmaz, ev ister. İşte manayı anladın, onu hıfzet. Süveyda-i kalbinde o manayı sakla. İşte gelini de evine götürdün.

Birincisini “dikkat” olarak belirledik. İkincisi ise “sanki bu ders, benim ömrümün son dersi, az sonra melek-i mevt olan Azrail gelecek ve canımı alacak. Onun için bu dersi çok iyi dinlemeliyim. Alacağımı almalıyım.”

Üç kişi bir araya gelse cemaatin şahs-ı manevisi zuhur eder. Hulusi ağabey demiştir ki: “Üstadımız her ikindi dersinde derste hazır olurdu.” Halbuki üstadımız o zaman vefat etmişti. Bazen ise üstad derse gelmiyormuş. Sebebi ise cemaatin içinde, uhuvvet ve muhabbet darlandığı zaman, derse kötü niyetli kişiler geldiği zaman…

Nurmektebi
 


Bu alana bir cevap yazın...
Üst