Sadakat

mihrimah

Well-known member

طَاعَةٌ وَقَوْلٌ مَعْرُوفٌ فَاِذَا عَزَمَ الْاَمْرُ فَلَوْ صَدَقُوا اللّهَ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ

Muhammed / 21. (Onların vazifesi) itaat ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman Allah'a sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.

مِنَ الْمُؤْمِنينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْديلًا

Ahzab / 23. Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.

لِيَجْزِىَ اللّهُ الصَّادِقينَ بِصِدْقِهِمْ وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقينَ اِنْ شَاءَ اَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ اِنَّ اللّهَ كَانَ غَفُورًا رَحيمًا

Ahzab / 24. Çünkü Allah sadâkat gösterenleri sadâkatları sebebiyle mükâfatlandıracak, münafıklara -dilerse- azap edecek yahut da (tevbe ederlerse) tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
HADİS...
* Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz şu ayeti amcam Enes İbnu'n-Nadr hakkında indi biliyorduk. (meâlen): "Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde sadakat gösteren nice erler var. İşte onların kimi adağını ödedi, kimi de (bunu) bekliyor. Onlar hiçbir suretle (ahidlerini) değiştirmediler." (Ahzâb 23).
* Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: "Ebu Bekr Radıyallahu anh, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın yanına girmişti. Aleyhissalatu vesselam: "Müjde. (Ey Ebu Bekr!) Sen Allah'ın ateşten azad ettiği kimsesin!" buyurdular. İşte o günden itibaren Hz. Ebu Bekr, Atik (azadlı) diye isimlendirildi."
* Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Cebrail aleyhisselâm yanıma gelerek elimden tuttu ve bana ümmetimin gireceği cennet kapısını gösterdi." Hz. Ebu Bekr atılıp: "Ey Allah'ın Resulü! Ben o sırada seninle olmayı ne kadar isterdim, ta ki ona ben de bakayım!" dedi. Aleyhissalatu vesselam: "Ey Ebu Bekr, ümmetimden cennete ilk girecek kimse olman sana yetmez mi!" karşılığında bulundular."
* Yine Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Nezdimizde bir eli(ihsanı) bulunan hiç kimse yoktur ki, o ihsan sebebiyle biz ona (misliyle veya daha fazlasıyla) karşılıkta bulunmayalım. Ancak Ebu Bekr bundan hariç.
Çünkü, onun nezdimizde yardım varsa da, onun karşılığını Kıyamet günü ona Allah verecektir. Bana Ebu Bekr'in malı kadar kimsenin malı faydalı olmadı. Benim müslüman olmasını teklif ettiğim herkesten bir zorluk gördüm, Ebu Bekr hariç. Zira o teklifim karşısında hiç tereddüd etmeden kabul etti. Eğer kendime bir dost (halil) ittihaz etseydim, mutlaka Ebu Bekr'i dost edinirdim. Haberiniz olsun, arkadaşınız Allah Teâla'nın dostu (halilullah'tır)."
* Ebu Sa'id radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün) halka hitap ederek buyurdular ki: "Allah Teâla Hazretleri bir kulunu, dünya ile nezdindekini tercihte muhayyer bıraktı. O kul, Allah'ın nezdindekini tercih etti."
Bu söz üzerine Hz. Ebu Bekr ağlamaya başladı. Biz, Aleyhissalatu vesselam'ın, Allah tarafından muhayyer bırakılan bir kul hakkında verdiği haber sebebiyle onun ağlamasına hayret ettik. Meğer, muhayyer bırakılan o kul Aleyhissalatu vesselam'ın kendisi imiş. Meğer bunu en iyi anlayan da aramızda Ebu Bekr imiş. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sohbetiyle olsun malıyla olsun bana en ziyade ikramda bulunan Ebu Bekr'dir. Eğer, ben Rabbimden başkasını halil (dost) tutacak olsaydım, mutlaka Ebu Bekr'i halil edinirdim. (Allah arkadaşınızı kendine halil kıldı). Ancak (aramızda) İslam kardeşliği ve İslam muhabbeti var ((bu) efdaldir). Mescide açılan (hususi) hiçbir kapı bırakılmayıp, hepsi kapatılacak, sadece Ebu Bekr'in kapısı açık bırakılacak."
* Ebu'd-Derda radıyallahu anh anlatıyor: "Ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın yanında oturuyordum. Derken, Ebu Bekr radıyallahu anh elbisesinin eteğini tutarak çıkageldi. Öyle ki, dizleri açılmış durumdaydı. Aleyhissalatu vesselam (onu bu halde görür görmez): "Arkadaşınız biriyle çekişmiş olmalı!" buyurdular. Ebu Bekr selam verdi ve: "(Ey Allah'ın Rasûlü!) Benimle İbnu'l-Hattab arasında bir şey (tatsızlık) oldu. Üzerine yürüdüm, sonra da pişman oldum. Beni affetmesini taleb ettim, kabul etmedi. Bunun üzerine sana geldim!" dedi.
Aleyhissalatu vesselam da: "Ey Ebu Bekr! Allah sana mağfiret etsin!" buyurdu ve bunu üç kere tekrar etti. Sonra da Ömer radıyallahu anh, davranışından pişman oldu. Ebu bekr radıyallahu anh'ın evine gitti ve: "Ebu Bekr evde mi?" diye sordu. "Hayır!" cevabını alınca, o da doğru Aleyhissalatu vesselâm'ın yanına geldi ve selam verdi: Aleyhissalatu vesselam'ın yüzü (öfkeden) renk renk olmaya başladı. Bu hal, Hz. Ebu Bekr radıyallah'ı korkuttu. derhal diz çökerek:
"Ey Allah'ın Resûlü! Bu meselede (hata benim), ben zulmettim!" dedi. Aleyhissalatu vesselam (hepimize): "Allah beni size (peygamber olarak) gönderdi. Size tebliğ ettiğim zaman hepiniz bana: "Sen yalancısın" dediniz. Ebu Bekr ise: "Doğru söyledin" dedi ve bana canıyla, malıyla yardımcı oldu. Siz arkadaşımı bana bırakırsınız değil mi?" buyurdular ve iki veya üç kere, bu sözü tekrar ettiler."
Ebu'd-Derda der ki: "Bundan sonra, (Resûlullah'ın hatırı için) Ebu Bekr'e hiç eziyet edilmedi."
PIRLANTA SERİSİ…
Sadakat, feragat ve fedakarlıkla ifadesini bulur. Allah'ı ve Resûlullah'ı kendi arzu ve isteklerine tercih etmekle tezahür eder. İlkler ve onları takip edenler nefsî arzularını ve behimî isteklerini Allah ve Resûlü için terkederek, sadakatı ve sıddıkiyeti temsil etmişlerdi. Onları takip edip bu yeni bezmde peşleri sıra gidecek olanlar da, kıyamete kadar o vasıfları taşıyacak olan "Sadıklar ve sıddıklar cemaâti"dir. Allah Resûlü'nün çevresinde halenenen o mümtaz cemaatin baş ünvanları: Sadakattır.
Sadık, derin ve yorucu meselelerle iştigal etmese de, Allah ve Resûl'ü ile kâlbi münasebetini bir an bile aksatmaz, Nefsî hazlarını, annesi, babası, eş ve evladı gibi bütün sevdiklerini Allah ve Resûlü'nden üstün tutmaz. Allah'ın rızası ve Resûlullah'ın bir anlık bakışını cihanlara bedel bilir; malını, mülkünü ve herşeyini O'nlara mukabil feda eder. Nazarında, Allah'a ve Resûlü'ne ait olmayan şeylerin kıymeti yoktur. Sessizdir, durgundur, hakkında methiyeler yazılmamıştır ama derunu ummanlar gibidir. Sadakatın yerini ve lazımını çok iyi bilir. Kafası, bedeni veya kâlbi, nesi isteniyorsa, nasıl isteniyorsa, nerede isteniyorsa... Bir an tereddüt etmeden: "Alın, Resûlullah'a feda olsun. Bu kâlb Allah adına parçalansın. Kanım, İslâm adına aksın" der. Bunlar bugün için mevzubahis değildir. Fakat İslâm'ın, Kur'ân'ın ve Allah Resûlü'nün getirdiği esaslar, bu gibi şeyleri, bir gün gerekli kılarsa, sadık bunları yapacaktır.
Birine "sadık değil" deseniz, rahatsız olur, gücenir. Çünkü, sadık olmayan haindir. Bir insana "sadık mü'min" denilmesi için de sadakatın şartlarını ve şiarını yerine getirmesi gerekir. Biz sadakatı birbirimizle olan münasebetlerimizle de anlarız. Yüzümüze methiyeler söyleyip meddahlık yapanlar, sadık dostlarımız değildirler. Sadık dost ve arkadaş takip ettiğimiz yol ve fikir istikametinde muhalefet etmeden yürür. Karar verip, harekete geçtiğimiz yolda koşar, destek olur. Tehlikeler, musibetler ve belalar karşısında göğsünü gerer, arkadaşlarına siper olur. Alınan kararlara ve gereklerine riayet eder. Biz bu gibi şeyleri sadakat nişanesi olarak değerlendirdiğimiz gibi, Allah ve Resûlü'ne ait meseleler de benzer şekilde değerlendirilir. Onun içindir ki, Kur'ân-ı Kerim'de "vessıddıkin"(4) denilerek pek çok sıddık bulunduğuna işaret edilmekle beraber Hazret-i Ebu Bekir'e en büyük sıddık manasına "sıddık" denilmiştir.
Kur'ân ferman ediyor: "Allah ve Resûlullah'a îmanı olan, ahirete îmanı olan fertlerin herbirini Allah ve Resûlullah'ı nefsine, annesine, babasına ve sevdiği herşeye tercih etmenin dışında göremezsiniz."(42) Bir ferd Allah'a Resûlullah'a ve Kur'ân'a inanıyorsa, Onları sevdiği ve bağlandığı herşeye tercih edecektir. İşte Hazret-i Ebu Bekir, sevdiği, bağlandığı babasını, evladını, ailesini, kabilesini, herşeyini Allah ve Resûlullah için terkederek "sıddık" ünvanına mazhar olmuştu. O ve diğer Ashab-ı güzin efendilerimiz öyle kimselerdi ki, îmanın kâlblerine perçinlendiği sarsılmayan, usanmayan, dönmeyen ve yılmayan birer ruhla te'yid buyrulmuşlardı.
SADAKAT VE VEFA
Sadakat önemlidir. Bana falan da deseniz, filan da deseniz kıtmirden öte bir adım attıramazsınız bana. Ben kendimi biliyorum. Ama kıtmir de olsa, bizim bir köpeğimiz vardı. Koyunlarımıza bakardı. Onun vefasına karşı her gün onunla birkaç defa güreş tutardım. Aşını götürür içirirdim, yemeğini yedirirdim. İşte o kadar sadakat içinde olmak. Zati değeri yok. Ama hizmet adına o arkadaşların bir derinliğini ifade eder. Ben onların hiç birinden öyle çarpık bir söz duymadım. Hoca falandır, filandır. Ben Ramiz hocanın oğlu kel Şamil’in torunu. Kıvır zıvır kıtmir. Evet, amma sadakate gelince dövsem ayağının birini koparsam yüreği varsa gitmez burdan. Orda da yani bir Barbaros gibi gitmez, bir Cevdet gibi gitmez. Burda da onu deyeyim. Neyse senin kırılacak boynun yok.
Vefa, sadakat ve vefa. O gerek. Cehenneme gidersek beraber. Sineleriniz öyle çarpıyordur zannediyorum. Paye değil, yüksek makamlar değil. Hani siz esas soruda ne diyordunuz. Yüksek makamlara dil beste olma. Hüsnü zannın verdiği makamlara bağlanma. Bazan bir insan öne çıkar böyle, büyük derler. O da gerçekten kendisini büyük zanneder. Oysaki el alem büyük deyebilir. Onlara düşen şey odur, onlara düşen şey onu kabul etmektir. Bize düşen şey de onların bizi öyle kabul ettiği ölçüde tevazu, mahviyet ve hacalettir. Belki yer yer dua edip Allah’ım bu arkadaşlarımızı yalan çıkarma, bizi bizimle bunları utandırma. Bize düşen şey budur. Yoksa hafizanallah halkın teveccühüne göre millette hakkı temettüyü aramaya kalkmak tam kazanılacak yerde kaybetmek demektir. Bizi kabul ediyorlarsa, seviyorlarsa Allah Allah yanılmış bu insanlar ama Allah’ım benimle bunları mahcup etme diye dua etmek. Bunlar benim ruhumun boşluğunu içimdeki inhirafları sana karşı vefasızlığımı bilmiyorlar. Beni ciddi bir sadakat ve vefa insanı zannediyorlar. Bunları zan-ı tahminlerinde yalan çıkarma ve benimle utandırma bunları. Demesinler senin hayatında şu vardı, demesinler sen bir kere şöyle yapmıştın demesinler. Kuve-i maneviyeleri kırılmasın. Bu dava içinde de böyle kıvır zıvır oluyormuş demesinler ve ahirette utandırma. Evet demeli.
Bu çok önemli. Allah resulü buyuruyor ki, “benim yerde iki vezirim var, gökte iki vezirim. Yerde Ebu Bekir, Ömer gökte Cebrail ve İsrafil” diyor. Yani gökteki iki meleğe denk. Ellerinden tutuyor, “burada böyle olduğumuz gibi ahirette böyle haşr olacağız” diyor. Kendisine meseleleri çözmede müracaat edenler diyor, “ benden sonra gelince Ebu Bekir’e müracaat edin” diyor. Bu kadar yani. O kadar paye veriyor yani. Hz. Ömer bile onu rencide ettiğinde “sahabimi bana bırakmalı değil misiniz” diyor. Bu defa tek sahabi oluyor Ebu Bekir.
Bediüzzaman kendisini fecir-ül facir derken, kendini o fecir-ül facir bilmelisin. İmam-ı Rabbani, “nefsim itibarıyla ben kendimi eşek nazarıyla bile bakmadım diyor. Ama Allah benim sırtıma güzel şeyler giydirmiş onları inkar edemem” diyor. İşte bu iki şey çok önemli. Her gün palanın altındaki bir varlık gibi kendini birkaç kere yere vurmuyorsan neyin yere vurulması gerekli olduğunu bilmiyorsun demektir. Ne diyelim, Allah inayetini üzerimizden eksik etmesin.
SADIKLAR ÖVGÜYE LAYIKTIR
Ve sözünün eri sadıklar Kur’ân’da tebcîl edilir:
“Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var ki, işte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir” (Ahzab, 33/23).
Bu son âyette bir nebze durmak istiyorum:
Enes b. Mâlik -ki Allah Resulü’nün hizmetkârıdır. Efendimiz Medine’ye teşrif edince, annesi, henüz on yaşlarında olan Enes’in elinden tutup onu Allah Resûlü’ne getirmiş ve “Ya Resûlallah! Oğlum hayatı boyunca sana hizmet etsin” demiş ve Enes’i orada bırakıp gitmişti -“Bu âyette kastedilen şahıs, amcam Enes b. Nadr ve emsalidir” der.
Enes b. Nadr, Akabe’de Allah Resûlü’nü görünce O’na büyülenmiş gibi bağlanmış ve delicesine sevmişti. Fakat her nasılsa Bedir’de bulunamamıştı. Halbuki Bedr’in ayrı bir yeri vardı. Hatta Bedir’de bulunanlar ashab arasında nasıl seçkinse, Bedir’e iştirak eden melekler de gök ehli tarafından öyle seçkin görülürdü. Bu, Bedir’de bizzat bulunmuş ve meleklere kumandanlık yapmış Cibrîl’in sözüydü.
Gel gör ki Enes b. Nadr bu fırsatı kaçırmıştı ve yanıp yakılıyor, gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Geldi derdini Allah Resulü’ne şerh etti: “Ya Resulallah, eğer bir daha onlarla karşılaşmak nasip olursa, işte o zaman kafirlerin benden çekecekleri var.” Enes’in bu içten duâsı kabul olmuş ve Uhud’da küffarla karşı karşıya gelmişti...
Uhud.. Uhud deyince insanın içi burkulur. Çünkü orada yetmiş sahâbe şehid edilmiştir. Kimbilir belki de Uhud’daki bu acı hatıradan ötürü ona bir isnatta bulunuruz diye, Allah Resûlü bir gerçeği ifadenin yanında, önlem almış ve birgün Uhud’un yanından geçerken: “Uhud öyle bir dağ ki, o bizi sever biz de onu severiz” buyurmuştur.
Uhud sarp bir dağdır. Fakat Uhud savaşı o dağdan da sarp cereyan etmiştir. Her nasılsa sahâbe geçici olarak nöbet yerini istenen şekilde koruyamamış, hatta mevziini değiştirmiş ve böylece Allah Resûlü’nün gösterdiği tabyanın dışına çıkmıştı. Evet, bu sadece bir strateji ve bir tabye aramaydı. Bu itibarla da buna bozgun demek doğru değildir. Bizim sahâbeye karşı olan saygı anlayışımız da bu çizgidedir.
Bu muharebede Allah Resûlü de yaralanmış, mübarek dişi kırılmış, miğferi yüzüne batmış ve vücudu kan revan içinde kalmıştı. Ama her şeye rağmen O mağfiret ve Rahmet Peygamberi, ellerini açmış, duâ duâ yalvarmış ve: “Allah’ım! Kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar” buyurmuştu.
Enes b. Nadr oradan oraya koşuyor ve bir sene önce Allah Resulü’ne verdiği sözü yerine getirmeye çalışıyordu. Çalışıyordu ama, o da çokları gibi sona doğru bir noktada dolaşıyordu. Evet, vücudu delik deşik olmuş, son anlarını yaşıyordu. Dudaklarında son tebessüm, yanına yaklaşan Sa’d b. Muaz’a şu sözleri söylüyordu: “Resulullah’a benden selâm söyle. Vallahi şu anda Uhud’un arkasından cennet kokularını duyuyorum.”
O gün nice şehitleri tanımak mümkün olmamıştı. Hamza tanınamamış, Mus’ab b. Umeyr bilinememiş, Abdullah b. Cahş’ın vücudunun parçaları bir araya getirilince ancak hakkında “O’dur” diye hüküm verilebilmişti. Enes b. Nadr da aynı durumdaydı. Kızkardeşi gelmiş, kılıcı tutan eline -ki ihtimal tek oradan yara almamıştı- bakıp onu tanımış ve gözleri dolu dolu, “Bu Enes b. Nadr, Ya Resulallah!” diyebilmişti.
İşte âyet bu civanmerdi anlatıyordu. O verdiği sözde durdu.“ Ölesiye savaşacağım” dedi ve öldü. Ölüm dahi onu sözünde yalancı çıkaramadı.
Âyetin onu anlatması, onun, inananlara da bir örnek olması içindir. Evet “Lâilâheillallah” dedikten sonra, her ferd bu denli o kelimenin muhtevasına sadık kalmalıdır ki, din harap, îman serâb, şeair de payimal olmasın...
Enes b. Nadr ve Enes b. Nadırlar sözlerinde durdular. Sözlerinin eri ve dosdoğru olduklarını isbatladılar. Çünkü onlar derslerini, kâinatın efendisi Muhammedü’l-Emin’den almışlardı. O nasıl doğru ve emindi, dostları da aynı şekilde doğru ve emindiler...
SADIK DOSTLAR

İzmir-Manisa yolu üzerinde bir levha var: “Ağaç, ağaçlar içinde büyür.” Ağaç ağaçlar içinde büyüdüğü gibi, insan da insanlar içinde büyür. İnsanlar içinde varlığa erer. Duygu ve düşünceleri gerçek insanlar arasında; sadâkati sadâkat ikliminde, fedakârlığı da fedakârlık ikliminde gelişir.
Gün gelecek, eliniz, ayağınız, gözünüz, kulağınız, kısaca bütün âzâlarınız fayda vermez olacak ve o zaman arkadaşlarınızın elleriyle tutacak, onların ayakları ile yürüyecek ve gözleriyle görüp, kulaklarıyla işiteceksiniz. Öyleyse, şimdiden sâdık arkadaşlar edinmeğe bakın. Zannediyorum, “Sâdıklarla beraber olun!” ayeti bu hakikata işaret etmekte..!
SADAKAT VE SEBAT
Hz. Adem (as), Hz. Muhammed (sav) değildir, Kur’ân-ı Kerim, Hz. Adem için “Biz onu azmedici bulmadık” diyor. Bunun ma’nâsını şu sözde aramak lazım: “Ebrar’ın hasenâtı, mukarrebînin seyyiâtıdır.”
Zaman olur, öyle hareket edersiniz ki, o sizin için hasenattır, ama daha sonra o hasenat seyyiat sayılabilir. Zira artık siz de belli bir mertebe katetmişsinizdir. Bedevî geliyor, “İslâm nedir?” diyor ve Efendimiz’den (sav) İslâm’ın beş şartını öğrendikten sonra “Vallahi, başka bir şey katmadan bunları yerine getireceğim” deyip gidiyor. Efendimiz (sav), “Doğru söyledi ise kurtulur” buyuruyor. Ama, Hz. Ebu Bekir’e, Hz. Ömer seviyesindekilere, “Eğer dininizin onda birini yaşamazsanız helâk olursunuz” buyuruyor.
Efendimiz (sav), Hz. Âişe’ye talip olduğunda, Hz. Âişe 7 yaşında, Efendimiz ise 53 yaşında idi, arada 46 yaş fark vardı. Ebu Bekir, “hayır” demek şöyle dursun, “düşüneyim” deseydi, seviyesinin sözünü söylememiş olurdu.
Hz. Adem yasak meyveye elini uzattı. Müfessirler bu meyve konusunda bir sürü ağaçtan bahsederler; halbuki, zannediyorum bu: “Mahiyetinizde mündemiç fena duygulara yanaşmayın” demekti. Nebî hakkında konuşurken dikkatli olmak lazım. Hz. Adem sürçtü, ama çabuk döndü. Hz. Adem’in hayatında bir defa sürçtüğü şeyde, kimbilir biz günde kaç defa sürçüyoruz! Hz. İsa bütün sıkıntılar etrafını sardığı zaman “Men ensarî” (Yardımcılarım kimdir?) dedi. Yuşa b. Nun, Hz. Musa’nın fetâsıydı ve ona sadakatle bağlıydı. Efendimiz (sav)’in en büyük yardımcısı Sıddık-i Ekber’di. Aynı sadakatı Bediüzzaman da kendi talebelerinden istemişti. Zira büyük işler, ancak sadık kimselerle gerçekleştirilir.
Bir diğer ma’nâda sadakat, maddî-manevî füyûzât hislerinden fedakârlıkta bulunmak demektir. Bu da “neden, niçin?” demeden gösterilen hedefe yürümeyi gerektirir.“Neden?” diye sormak, sadakat ruhunu zedeler. Bu çerçevede sadık iseniz:
1. Arzunuz ve görüşünüz sorulursa, anlatırsınız. Yoksa teslim olursunuz.
2. Hedefe yürürken, cenneti gösterip de “İşte cennet, girin” deseler, “Hayır, görüşmem lazım” demelisiniz.
3. “Şu noktaya gelirsen cehennemden kurtulacaksın” dediklerinde de “cehennemden kurtulmak büyük bir şeydir ama, yine görüşmem lâzım” karşılığını vermelisiniz!
Sebat, sadakatın bir yanıdır. Arada bir fütur gösterme, hedefe varmayı engeller; en azından geciktirir. Ayrıca sebat, gerisin geriye dönmemeyi ifade eden bir sıfattır. Sadakatin önemli belirtilerine gelince, cihanın doğusunda-batısında İslâm adına memnun edici her hâdise karşısında sevinme, üzücü bir şey zuhur edince de âdetâ deliye dönme gibi hususlar zikredilebilir.
SADAKAT
Sadâkat bir sıfattır ve o nübüvvetten sonra en yüce makam, en büyük bir pâyedir. Bu makamın en büyük temsilcisi olan Sıddîk-ı Ekber Hz. Ebû Bekir, “Benim gözlerimi doğruya o açtı; o halde dâima O’na sâdık olmalıyım” düşüncesi içindeydi...
SABIR VE SADAKAT MİHENGİ
Sabır ve sadakat ancak imtihanlarla belli olur. Her türlü imtihan karşısında, Hakk (cc) kapısından ayrılmayanlar ve orada kalmaya kararlı olanlar ve kapının her açılıp kapanışında, başı kapının eşiğinde bekleyenler bu imtihanı kazanmış olacaklardır. Az bir sıkıntı ile yol-yön değiştirip, kapının önünden ayrılanlar da kaybetmiş olacaklardır.
RİSALE…
BİR BUÇUK MÜRİD
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olmasından, o memleketin hükûmeti siyasetçe telâş edip onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zat, hükümete demiş: "Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz."
O zat, bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: "Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennete gidecek."
Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti. Güya has bir müridini kesti, Cennete gönderdi! O kanı gören binler müridler, daha hiçbiri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: "Başım feda olsun." Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti; başkalar dağıldılar. O zat, hükûmet adamlarına dedi: "İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz."
Cenâb-ı Hakka yüz binler şükürler olsun ki, Risale-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şakirtlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak, Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle, o zâyi olan bir buçuk adam yerine on bin ilâve oldu. İnşaallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.
ŞEYHİN ŞEYHİ
Bir zaman, müslim olmayan bir zat, tarikatten hilâfet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zat ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: "İşte beni anladın." O da dedi: "Madem senin irşadınla bu makamı buldum; seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım" diye Cenâb-ı Hakka yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış.
Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe'nidir.
Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: "İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zatlar âdi, âciz insanlardır." Her ne ise, musibette gerçi çok zararımız var, fakat umum âlem-i İslâm'ı alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından, pek çok ucuz olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hâdiseler, ya siyaset-i diniye veya başka sebeplerle, umum âlem-i İslâm namına olamadılar.
Eski Said'in matbu Lemeat başındaki acip imzası az tağyirle şimdiki halime ve yetmişinci sene-i ömrüme tam muvafık gelmesi cihetiyle yazdım. Münasip görseniz, hem müdafaatın, hem Meyvenin, hem küçük mektupların âhirinde imza yerinde yazarsınız. İşte o garip imza, gelen üç buçuk satırdır.
SADÂKAT, SEBAT VE SIKI İRTİBAT İÇİNDE OLMAK
Cenâb-ıHakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gâyet kudsî ve gâyet ehemmiyetli ve gâyet kıymettar ve her ehl-i îmâna menfaatli bir hizmette taksimü'l-mesâi kâidesiyle iştirak etmişiz. Tesânüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşâdı bize kâfidir.
Hem mâdem bu zamanda herşeyin fevkınde hizmet-i îmâniye en ehemmiyetli bir vazifedir; hemkemmiyet ise keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyâset âlemleri ebedî, dâimî, sabit hidemât-ı îmâniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, medâr da olamaz.
Risâle-i Nur'un tâlimâtıdairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritâne âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadâkat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakkî etmeliyiz.
RİSÂLE-İ NUR' LARA SADÂKAT, SEBAT VE METÂNETLE BAĞLANMAK
Risâle-i Nur, kendi sâdık ve sebatkâr şâkirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pekçok kıymettar neticeye mukâbil fiyat olarak, o şâkirtlerden tam ve hâlis bir sadâkat ve dâimî ve sarsılmaz sebat ister. Evet, Risâle-i Nur on beş senede medresede kazanılan kuvvetli îmân-ı tahkîkîyi on beş haftada ve bâzılara on beş günde kazandırdığını, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehâdet ederler.
Hem, iştirâk-i a'mâl-i uhreviye düsturuyla, herbir şâkirdine, herbir günde binler hâlis lisânlar ile edilen makbul dua ve binler ehl-i salâhatin işledikleri a'mâl-i sâlihanın misil sevâplarını kazandırıp, herbir hakîki, sâdık ve sebatkâr şâkirtlerini amelce binler adam hükmüne getirdiğine delil, kerâmetkârâne ve takdirkârâne İmâm-ı. Ali Radıyallâhü Anhın üç ihbârıve kerâmet-i gaybiye ve Gavs-ı Âzamdaki (k.s.) tahsinkârâne ve teşvikkârâne beşâreti ve ashâb-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek katî ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister.
Mâdem hakîkat budur, Risâle-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarîkat ve sofi meşrep zâtlar, onun cereyânına girmek ve ilim ve tarikatten gelen eski sermâyeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şâkirtlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enâniyetini, tam bir havuzu kazanmak için, o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risâle-i Nur'a karşı rakîbâne başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakîm ve metîn cadde-i Kur'âniyeye bi1meyerek zarar verir; zındıkaya bir nevî yardım olur.Sakın, sakın, dünya cereyanları, husûsan siyâset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalâlet fırkalarına kârşı perişan etmesin Name=36; HotwordStyle=BookDefault; düstur-u Rahmânî yerine (el-iyazü billâh)Name=37; HotwordStyle=BookDefault; düstur-u şeytânî hükmedip, melek gibi bir hakîkat kardeşine adâvet ve elhannâs gibi bir siyâset arkadaşına; muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne nzâ gösterip, cinâyetine mânen şerik eylemesin.
Evet, bu zamanda siyâset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyâseti bırakmalı. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musîbetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umûmiye-i İlâhiyeden ve hikmet-i tâmme-i Sübhâniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsîye alâkadarlık cihetiyle, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü lüzumsuz ve mâlâyânî bir sûrette vazife-i hakîkiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyâsî boğuşmalara ve kâinatın hâdisâtına merak ile dinleyerek, karışarak, ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler; ve bilerek kendi zararına fiilen rızâ göstermek cihetinde, zarara râzı olana şefkat edilmez mânâsındakiName=38; HotwordStyle=BookDefault; kâide-i esâsiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyâkatini kendilerinden selb etmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlanna belâ getirirler.
Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-i rûhunu muhâfaza eden ve kurtaran yalnız hakîki ehl-i îman ve ehl-i tevekkül ve rızâdır. Bunların içinde de en ziyâde kendini kurtaranlar, Risâle-i Nur'un dairesine sadâkatle girenlerdir. Çünkü, bunlar Risâle-i Nur'dan aldıkları îmân-ı tahkîkî derslerinin nûruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, herşeyde kemâl-i hikmetini, cemâl-i adâletini müşâhede ettiklerinden, kemâl-i teslimiyet ve rızâ ile, rubûbiyet-i İlâhiyenin icraatından olan musîbetlere karşı-teslimiyetle gülerek karşılıyorlar- rızâ gösteriyorlar. Ve merhâmet-i İlâhiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler. İşte buna binâen, değil yalnız hayat-i uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini, isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risâle-i Nur'un îmânî ve Kur'ânî derslerinde bulabilirler. (Kastamonu Lâhikası, s. 84-85.)
SADÂKAT, SEBAT VE SIKI İRTİBAT İÇİNDE OLMAK
Cenâb-ıHakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gâyet kudsî ve gâyet ehemmiyetli ve gâyet kıymettar ve her ehl-i îmâna menfaatli bir hizmette taksimü'l-mesâi kâidesiyle iştirak etmişiz. Tesânüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşâdı bize kâfidir.
Hem mâdem bu zamanda herşeyin fevkınde hizmet-i îmâniye en ehemmiyetli bir vazifedir; hem kemmiyet ise keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyâset âlemleri ebedî, dâimî, sabit hidemât-ı îmâniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, medâr da olamaz.
Risâle-i Nur'un tâlimâtıdairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritâne âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadâkat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakkî etmeliyiz. (Kastamonu Lâhikası, s. 57.)
SADÂKATLE SABIR GÖSTERMEK
Eski zamanda, bir şeyhin müridleri pekçok olmasından, o memleketin hükûmeti siyâsetçe telâş edip, onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zât hükûmete demiş: "Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz." O zât, bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: "Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennete gidecek." Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti; güyâ has bir müridini kesti, Cennete gönderdi. O kanı gören binler müridler, daha hiçbiri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar: Yalnız, bir adam dedi: "Başım fedâ olsun." Yanına gitti. Sonra, bir kadın dahi gitti; başkalar dağıldılar. O zât, hükûmet adamlarına dedi: "İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz."
Cenâb-I Hakka yüz binler şükürler olsun ki, Risâlei Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şâkirtlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak, Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle, o zâyi olan bir buçuk adam yerine on bin ilâve oldu. İnşaallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.
Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarîkatten hilâfet almak için bir çare bulmuş ve irşâda başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkîye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gâyet sukutta görmüş. O zât ise ferâsetiyle bildi, o müridine dedi: "İşte beni anladın." O da dedi: "Mâdem senin irşâdın ile bu makâmı buldum, seni bundan sonra daha ziyâde başımda tutacağım" diye Cenâb-ı Hakka yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakkî edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakîki kalmış. Demek, bâzan bir mürid şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyâde uhuvvetini kuvvetleştirip ıslâhına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe'nidir. Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerinin tesânüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: "İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar âdi, âciz insanlardır."
Her ne ise, musîbette, gerçi çok zararımız var, fakat umum âlem-i İslâmı alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından, pekçok ucuz olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hâdiseler, ya siyâset-i dîniye veya başka sebeplerle umum âlem-i İslâm nâmına olamadılar. (Şuâlar, s. 268.)
TEFSİR…
مِنَ الْمُؤْمِنينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْديلًا
Ahzab / 23. Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.
Samimi müminlerden o erler ki Allah'a verdikleri sözde durdular. Bunlar sahabelerden birtakım kimselerdir ki Resulullah'ın beraberinde herhangi bir savaş yaparlarsa sebat edip şehid oluncaya kadar çarpışmaya azmetmişlerdi. Bunlar Osman b. Affan, Talha b. Ubeydullah ve Said b. Zeyd b. Amr b. Fudayl ve Hamze, Mus'ab b. Umeyr ve Enes b. Nadîr vesaire idiler. (Allah hepsinden razı olsun)
Onlardan kimisi, nezrini yani adağını ödedi. Hz. Hamze ve Mus'ab b. Umeyr ve Enes. b. Malik'in amcası Enes b. Nadir gibi bazıları sözlerini yerine getirip şehid olarak öldüler kimisi de şehitlik beklemektedir. Ki bunlar da Hz. Osman ve Talha gibi sonradan şehid olanlardır. (Allah hepsinden razı olsun).
Ve Allah'ın yardımı savaşta müminlere yetti. Yani Allah müminleri savaştan kurtardı, çarpışma yaptırmadan, düşmanlarını savdı. "Hem de kitap ehlinden onlara yardım edenleri (kulelerinden) indirdi." Bu kitap ehli, yahudilerden Kureyzaoğullarıdır. Resulullah ile anlaşma yapmışlarken, Nadiroğullarının ısrarları ile dönmüşler, Ahzab'a yardım etmişlerdi. Ahzab'ın yenilip dağıldığı gecenin sabahı müslümanlar Medine'ye dönüp silahlarını bıraktıkları sırada Cebrail Resulullah (s.a.v.)e gelmiş, "Zırhını çıkarıyor musun? Melekler henüz silahı bırakmadılar, Allah Teâlâ senin Kureyzaoğulları üzerine yürümeni emrediyor, ben de onlara gidiyorum" demişti.
Bunun üzerine, "İkindiyi Kureyzaoğullarında kılsınlar" diye müslümanlara ilan edildi. Müslümanlar vardılar yirmi, yirmi beş gece kuşatma yaptılar, Resulullah'ın hükmünü kabul etmeleri teklif edildi, kabul etmediler, Sa'd b. Muaz'ın hükmünü kabul etmeye razı oldular. O da savaşa katılanların öldürülmelerine, çocukların ve kadınların esir edilmelerine hükmetmişti ki, bu olay meşhurdur.

NÜKTELER…
SADIKA SADIK GEREKİR
Hak dostu sizin gibi böyle dinledikleri bir zatı dinliyorlar. Cenabı hak onları rüşte ve hidayete erdiriyor. Gözleri açılıyor. Hakikat bin oluyorlar. Eşyanın hakikatına ledünyatına nüfus peyda ediyorlar. Mahfuz levhaları seyreder hale geliyorlar. O mahfuz levhalardan birisinde kendilerini irşat eden zatın şaki olduğunu müşahede ediyorlar. Bir mürşit bir derviş düşünün ki etrafına bir sürü mürit toplamış. Muratları olan bu zat hakikate giden yolda onlara pişdarlık yapmış. Hakikatin berrak ve açık yüzünü onlara göstermiş. Ve sonra onlar ermişler tepeyi aşmışlar. Şahikaya çıkınca da ayla kamerle karşı karşıya gelmişler. İhraz ettikleri bu noktada bir de ne görsünler, şeyhlerini mürşitlerini, muratlarını cehennemlik görmüşler, talihsiz görmüşler, betbah görmüşler. Ve yavaş yavaş kopmaya şeyhi terk etmeye başlamışlar. Ama şeyhe hiç fütur gelmiyor. Tepenin dibinde gözüküyor. Çünkü Allah nazarında şaki. Ama hiç fütur gelmiyor. Başını kaldırmıyor secdeden. Ellerini indirmiyor duadan, nasıl indirsin ki yok başka kapı mevla şimdi bizi kovsa nereye gideceksin, Çıkamazsınız dışarıya. Bütün hükümranlık ona ait. Bütün anahtarlar ve kilitler onun elinde. Herkes gidiyor birisi kalıyor. O kalma işine sakat denir. O zata sıddık denir. Sıddık olmak çok mühimdir. Hz. Ebu Bekir’in makamıdır. Her şeye rağmen vefa gördüğünü terk etmeme. Bana bir kelime öğreten beni köle yapmıştır. Hayatımın sonuna kadar minnettarlığımı ona ifade ederim. Ona sadakat denir. Tek adam en sadık adam en sıddıktır. Dayanıyor sonuna kadar. Mürşidin Allah’ın kapısından kopmadığı gibi oda Mürşidin kapısından kopmuyor. Efendim nasıl sadık ben onu şaki de görsem bende öyle sadığım. Sadıka sadık gerek diyor. Bu sadık mürit kalınca çağırıyor bir gün.
- “Arkadaşlarında bir şey hissettim. Ne gördüler acaba. Söylemek istemiyor.” Israr edince diyor ki “hazret sizin şaki olduğunuzu müşahede ettiler. Ondan ayrıldılar.” Tebessüm ediyor, acı bir tebessüm. Nasıl bir acı tebessümdür ki binbir ıstırabın namesi vardır onda. Ah diyor. Ben onu kırk senedir öyle görüyorum orda. Kırk senedir müşahede ediyorum. Kırk senedir mevlam beni cehennemlik yapmış müşahede ediyorum. Ama nereye gideyim. Israr ettim durdum. İşte o zaman rahmet ihtizaza gelmiştir. Gökler oynamıştır. Sa’d ibni Muaz’ın cenazesinde ihtizaza geldiği gibi. O esnada yazı silinip yerine said yazılmıştır. Bunu dedirtecektir mevla. Bunu gösterecektir mevla. İşte sen ve ben bizi boğan boğaltan buhrandan buhrana sevk eden, yığın yığın hacaletler günahlar altında inlerken dahi kapısına geldiğimiz zaman şekavedimizi Saadete tebdil edecek bir mevlanın mevcudiyetine inanarak gelirsek bütün seyiatımızı hasenata bütün hatalarımızı sevaba bütün günahlarımızı sevaba tebdil edecektir. Mahiyetimizi tebdil edecektir. Cenabı Hak bu lutfu bizlere lütfetmek suretiyle bizi afv etsin bayramımızı bayram etsin.
SADAKATSİZ İŞÇİ
Yapılan bir araştırmada Fizik araştırma merkezinde çalışan Dr. Richard Dodds ile şefi Dr. Blackman arasında yapılan bir tartışma ve bu tartışmada işverenin istekte bulunan bir işçisiyle nasıl baş ettiği bir model olarak anlatılıyor.
Dr. Richard Dodds’a bir teklif geliyor ve o bunu şefine gösteriyor. Şef onun sorularına ters yanıt veriyor. Kendisinin tekliften haberdar olduğunu böyle bir fırsata kendi sayesinde sahip olduğunu iddia ediyor. Blackman, Dodds’un sadakatini verdiği cevaplarla deniyor. Dodds kendisini sadakatsiz hissetmeye başlıyor ve tartışma kızışıyor. Blackman Dodds’un öfkesine rağmen sükunetini koruyor, böylece denetimi elinde tutuyor. İşverenin kendisine ait bir açıklamada bulunmaması onun etki etmesini sağlıyor ve kendisi etkilenmiyor. Bu dengesizlik onun özerkliğinin temelini oluşturuyor. Bu da itaatsiz işçinin kendini kabul ettirmek zorunda hissettiği güçlü kişiye bağlanmasını sağlıyor.
YERİM NERESİ
Necip Fazıl’ı, Ahmet Emin Yalman’ın vurulmasında yazıları ile teşvikkar oldu diye, Osman Yüksel Serdengeçti ile birlikte hapse atarlar:
-Osman!...Osman!... diye gürler. Biz bu daracık yere nasıl sığacağız.?
Necip Fazıl ne denli kabına sığmayan bir insan ise, Osman Yüksel de o kadar rahat, kalender, latifeli, mütevekkildir.
-Üzülme Üstad, der. Esasında her yer böyle olmalı…yani dünya nizamı, mezarlık nizamı gibi olmalı…herkes boyuna göre yer edinmeli…ben şuracığa kıvrılırım, şu kadar yer sana yetmez mi?...
-Yetmez Osman yetmez…Ben bu deliklere sığmam!...
-Tabi Üstad tabi…sen büyük adamsın…tarihe bile sığmazsın…
-Bırak şimdi bu lafları. Ben nerede yatacağım? Yerim neresi?
-Bütün müminlerin gönlü…
Onlar bir devirde, imkansızlıklarla dolu bir devirde ellerinden geleni yaptılar. Büyük Doğu hangi matbaada basılırsa o matbaa kapatılıyor, bir sonraki sayı başka bir matbaada basılıyordu. Dergi çıktığı gün, Necip Fazıl arkadaşları ile yemeğe çıkıyor, yemekte ne ile dönecekleri konuşulunca, “siz kendinize bakın, nasıl olsa beni birazdan polis jipi alır” diyordu. Kapıya çıktığında birinci şube polis şefiyle karşılaşıyordu…
İMAN VE SADAKAT
…Başta Peygamberimiz olmak üzere bütün peygamberler (as), ruhlarındaki safiliğin, kalplerindeki hüşyarlığın, akıllarındaki kudsi fetanetin ve yaradılışlarındaki son derece selim fıtratlarının gereği olarak iman ve İslamlarında hiçbir zaman tereddüt ve şüpheye düşmemişlerdir…
İbni Abbas’tan Atâ şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.s.) Mirac’da Mescid-i Aksa’ya götürüldüğünde Allahu Teala bütün peygamberleri (as) orada topladı. Cebrail (as) ezan okudu, kamet getirdi. Ve:
-Ya Muhammed! Geç öne bunlara namaz kıldır, dedi.
Resulullah (s.a.s.) namazı bitirince Cebrail (as) :
-“Senden evvel gönderdiğimiz peygamberlerden sor ki, Biz Rahmandan başka ibadet olunacak ilahlar yapmış mıyız?” Mealindeki ayeti okudu ve:
-“Ya Muhammed! Sor bakalım” dedi. Efendimiz de (s.a.s.):
-“Sormam; çünkü: şüphelenmiyorum,” buyurdu.
İşte tevhid budur. İşte tevhid akidesi yani iman ve itikad buna denir. Ve işte sadakat ve sebat budur…
SAHABİDEN SADAKAT ÖRNEKLERİ
Hz. Hubeyb Mekke’de şehit edilmek üzere iken müşriklerin kendisine:
-“Ne dersin, Şimdi O peygamber burada olsa idi de, senin yerine O’nu öldükse idik olmaz mı idi?”
Tüyler ürpertici bu teklife karşı:
-“O’nun benim yerime öldürülmesi şöyle dursun, O’nun ayağına bir diken batacaksa, O’nun yerine benim gibi binlerce Hubeyb feda olsun” demişti ve sadakatini göstermişti.
Hz. Sa’d bin Rebi uhudda şehit olarak vefat etmek üzere iken, Allah Resulünden selam getirip halini soran sahabiye , ölüm heyecanı taşıdığı o demlerde; cemaatime git söyle:
-“Eğer göz açıp kapayıncaya kadar nefesleri olur da bu müddet zarfında Allah Resulüne her hangi bir şey olursa ahirette iki elim yakalarındadır”
vasiyetinde bulunuyor ve sadakatini gösteriyordu.
Uhud da Allah Resulü (s.a.s.)’in dişinin kırıldığını duyan bir sahabi, bir kenara çekilmiş, eline bir taş almış “Resulallah’ın dişinin kırıldığı bir dünyada ben diş taşıyamam” diyerek bütün dişlerini kırmıştı.
…Her türlü değer ölçüsünün sarsıldığı zamanımızda, insanımızın işbu sadakat meselesine ne kadar da çok ihtiyacı var.
MUSİBETLERE PARATONERLİK VE 7 SADIK TALEBE
Erzincanlı büyük veli Pir Muhammed Erzincani Hazretleri bir yaz günü, sabah namazından sonra talebelerine:
-“Erzincan’a inmek isteriz, arzu edenler bizle gelsin,” buyurdular.
40 talebesiyle birlikte Erzincan’a gelen Hazret, halvete girmek niyetiyle Doğruca Camii’ne gider. Onun bu haline şaşıran talebeleri kendisine:
-“Efendim şimdi hasat mevsimidir. Erbaine girmek, halvete çekilmek münasip midir?” diye hatırlatmada bulunurlar. Muhammed Erzincani Hazretleri, onlara şu cevabı verir:
-Doğru söylersiniz. Şimdi halvet zamanı değildir. Ama Allahu Teala, bu beldeye yakın bir zamanda, büyük bir zelzele takdir etmiştir. Bu belanın geri çekilmesi için, birilerinin müracaat ve duası lazımdır. Umulur ki, içimizden birinin duası kabul olur da halk bu zelzeleden kurtulur.”
Doğruca Cami-i Kebir’inde halvet hali sürerken, bir ara Muhammed Erzincani Hazretleri’nin dudaklarından şu sözler dökülür:
-“Bize ilham edildi ki, bu belanın geri çevrilmesi için bizim bu dünyadan göçmemiz gerekir.” Sonra talebelerine dönüp:
-“Kim bizimle beraber şehadet şerbeti içmek isterse, camide kalsın. Eğer yaşamak arzu edenler varsa, izin veriyoruz dışarı çıkabilirler…bu gece bizle beraber olmasınlar” dedi.
Has talebelerinden 7 kişi hariç, diğerleri camiden dışarı çıktılar. O gece gerçekten çok şiddetli zelzele oldu. Cami-i Kebir yıkıldı ve 7 talebesiyle birlikte Muhammed Erzincani Hazretleri de şehadet rütbesiyle şereflendiler.
Caminin dışında ise hiçbir yerde bir zarar olmadığı gibi, can ve mal kaybı da görülmedi.
GERÇEK DOST
Ebû Bekir Şiblî, hâdiselere hikmetle bakan bir ibret ehliydi de. Vermek istediği bir fikri, bazan hikmetli bir vak'ayla nazarlara takdim eder; düşünmeyi te'mine gayret gösterirdi. Bir gün dostlarına sordu: "Beni ciddi olarak seviyor musunuz?" Hep birlikte cevap verdiler: "Efendimiz, bunu sormak bile bize ağır geliyor. Şüpheniz mi var sarsılmayan sevgimizden?"
Bu defa eline geçirdiği odun parçalarını dostlarına doğru fırlatan Şibli, dostlarının "bu adam aklını oynattı galiba" diyerek birer ikişer uzaklaştıklarını gördü. Tekrar sordu: "Ey benim sarsılmayan dostlarım, nereye gidiyorsunuz böyle birer, ikişer?" Dediler ki: "Nereye olacak, evlerimize!" "Hani beni seviyordunuz. neye terk ediyorsunuz?" "Efendimiz, siz bize fırlattığınız odunlarla başımızı, gözümüzü yaralayıp bize sıkıntı verdiniz. Bu durumda artık yanınızda duracak hâlimiz kalmadı."
Şibli mütebessim, "Geliniz, geliniz. ey benim sahte dostlarım." dedi ve ilâve etti: "Dostluğun şanı odur ki, dostundan zarar da gelse sineye çekecek acı da gelse rıza gösterip terketmeyecek. Siz benim hakiki dostum olsaydınız. bende rahatsız edici bir tavır görülünce sabreder, ıslahıma çalışırdınız, terketmeyi tercih etmezdiniz..."
Böylece bir imtihanı kaybeden dostları, yine çevresini aldılar. Vaaz ve nasihatlarından istifadeye başladılar. Dostluğun şartını da böyle fiili bir örnekle, unutulmayacak şekilde öğrenmiş oldular.
MÜBAREK ANADOLUYA SADAKAT
Babam eline aldığı “Üftade” dergisinde hem bir yazıyı okuyor hem de bir yandan “bizim 378” diyordu. Fakat telaffuzu bana biraz değişik geldi… “Üç yüz yetmiş seçiz” diyordu. Dergiyi elinden bırakınca hemen kaptım. Baktım, “Üftade Koleji…
Belki bir şeyler bulabilirim diye derginin yapraklarını karıştırmaya başladım. Altıncı sayfada “Karun Hazinelerinin Uşak’ta olduğunu biliyor muydunuz?” başlıklı bir yazı vardı.
İşin doğrusu pek dikkatimi çekmedi. Çünkü gazetelerde bu konularda çok şey okumuştum. Fakat yedinci sayfadaki “lanetli sır” başlıklı yazı dikkatimi çekti. Şunlar yazılı idi: “Karun Hazinesi’nin izinsiz kazılar sonucunda yurtdışına kaçırılmasının ardından kazıları yapanlar ve yurtdışına kaçırılmasında rol oynayanların başına gelenler halk arasında hazinelerin lanetli olduğu inancının doğmasına sebeb oldu. Bu işe karışan köylüler olayın meydana çıkması üzerine eser kaçakçılığı yüzünden iki ay hapis yattılar. Daha sonra yakınları ve dostları tarafından yalnız bırakılan hazine avcılarından ikisi önce kötü bir hastalığa yakalandı ve daha sonra felç olarak yatağa düşüp ve öldü. Diğerlerinden bazıları kuşkulu bir şekilde öldü. Bir kısmı ise herkes tarafından terk edildi.”
Bence lanetli olmak meselesinden daha çok, bu mübarek Anadolu’ya ihanet etmenin, insanın başına neler getireceğini anlatması bakımından bu olay çok önemli bir gösterge…
SADAKAT KOLTUĞU
Hikaye edildiğine göre Zünnun’ül Mısri (rehimehullahu) bir gün Mescid-i Haram’a girer, sütunlardan birinin altında çırılçıplak yerde yatan hasta bir delikanlı görür. Delikanlı yanık bir sesle inlemektedir. Bundan sonrasını şeyhin kendisinden dinleyelim.
“Yanına sokuldum, selam verdim ve “ey delikanlı, sen kimsin” diye sordum. “ben aşık bir garibim” diye cevap verdi. Ne demek istediğini anlamıştım. “ben de senin gibiyim dedim.”
Bu sırada ağlamaya başladı. Onun ağlaması beni de ağlattı. Bana “sende mi ağlıyorsun” diye sordu. “ben de senin gibiyim” diye karşılık verdim. Bunun üzerine daha yüksek bir sesle ağlamaya başladı ve gür, yüksek bir nara attı, hemencecik ruhunu teslim etti.
Elbisemi üzerine örttüm, kefen bulmak için yanından ayrıldım. Kefen satın alıp dönünce onu yerinde bulamadım. Şaşkınlık içersinde “subhanallah” dedim. Bu sırada kulağıma gizli bir ses geldi, şöyle diyordu “ey Zünnun! O öyle bir gariptir ki, onu dünyada şeytan aradı bulamadı. Malik aradı bulamadı, cennette Rıdvan aradı o da bulamadı.” “O nerededir?” diye seslendim. Kulağıma şu cevap geldi. “samimi muhabbeti, çok ibadet etmesi ve hatasından derhal tevbe etmesi sayesinde Muktedir Malik’in (Allah’ın) yanına sadakat koltuğundadır.”
SULTAN'IN SÖZÜ
Gazneli Mahmut, vezirleri ve Devletin ileri gelenleri ile birlikte otururken cebinden kıymetli bir mücevher çıkardı. Vezirlerinden birine verdi:
- Değeri nedir? diye sordu. Vezir eline aldı, inceledi.
- Yüz deve yükü altın eder, dedi. Sultan Mahmut:
- Onu kır, dedi. Vezir:
- Efendim, bunu kırmak size ve hazinenize zarar vermektir. Size nasıl kötülük yaparım? dedi.
Sultan Mahmut, ona ihsanlarda bulundu. Aynı şeyi bir kaç İleri gelen kişi ile daha denedi. Hemen hemen aynı cevapları veriyorlar, o da onlara ihsanda bulunuyordu. Sonunda sadık bendesi Eyaz'ı çağırıp:
- Kır bunu, dedi.
Eyaz hiç tereddüt etmeden mücevheri paramparça etti. Etraftakiler acıdılar:
- Ey Eyaz, bu padişaha ihanettir, dediler. Eyaz:
-Padişaha gerçek bir sevgi İle bağlı olan için, onun emir ve arzusundan daha kıymetli bir şey olamaz, cevabını verdi.
Bazıları, hikmetini aramak düşüncesi ile değil, kendilerine olan faydasını öğrenmek merakı ile, "Allah bunu niye emretti, şu faydaları mı var?"diyip duruyorlar. Halbuki, Sultanın emri, o emre karşı edep, bütün hikmetlerin ve faydaların ötesindedir. Ne yazık ki, günümüzün bencil insanı, dinde bile, evvela Onun arzusunu değil kendi menfaatlerini arıyor.
SADAKAT TESTİ
Bir emir vezirlerinin sadakatini ölçmek istiyordu. Acaba vezirleri ona bağlı mı idi, yoksa en ufak bir zevk ve menfaat hatırına onu terk mi edeceklerdi?
Cariyelerinden birisini çağırdı ve ondan vezirlerine bir iki kaş göz işareti ile cilve yapmasını istedi. Cariye denileni yapınca vezirlerden bazıları cevap verdiler, bazıları cariyeden yüz çevirdiler. Sultan, hangilerinin sadık, hangilerinin hain olduğunu anladı.
İşte, dünya o güzel gözlü cariye gibi fani çehresi ile insana tebessüm eder. Bazıları o küçük tebessümle, Sultanlarım unutup, onu terk eder Akıllarınca bir şeylere kavuşacaklardır. Sadakat testinde olduklarının ve o tebessümlerin kendilerine fayda vermeyeceğinin farkında değildirler. O vefasızlık onlara bir şey kazandırmayacak, aksine sahip oldukları şeyleri kaybettirecektir.
İLİM SADAKATİ
Ahmet Şahin Hoca, herşeyin ölçülerinin maddeye endekslendiği ve değer yargılarının alt-üst olduğu günümüz dünyasında gerçek bir âlimin nasıl olması gerektiğini, bizzat yaşadığı akıllara durgunluk veren şu hâtırası ile nazarımıza arz ediyor:
O devrin âlimlerinden Hüsrev Efendi vardı. Ben bunlar gibi insanları görünce "Böyle insanlar daha gelmemiştir" diye düşünüyorum. Bu âlimleri zamanımızın profesörleriyle kıyaslamak bile yanlıştır.
Hüsrev Efendi Çengelköy'de oturur, her sabah oradan yürüyerek sahile iner, vapura binip Sirkeciye gider, oradan da otobüsle Fatih'e geçerdi. Öyleden ikindiye kadar dersini okutur, aynı yoldan geri dönerdi. Bütün bu zahmetli iş karşısında çok maaş almasını beklersiniz yanılırsınız. Çünkü değil normal maaş, bir kuruş bile almazdı. Sadece üzerine düşen Hak vazifesini yerine getirmek için bunu yapardı.
Birgün dersini anlatıyor, ama her zamankinden farklı olarak çok neşesiz ve hareketsizdir. Biz de dayanamayıp;
- Hocam bugün çok durgunsunuz, nedir bu hâl? diye sorduk.
"Yok birşey" gibilerinden birşeyler söylese de, biz çok ısrar edince söyledi:
- Tüberküloz olan kızım bugün vefat etti. Onun cenaze işleri vardı. Sonra "Cenaze şöyle de olsa böyle de olsa kalkacak, ama dersi aksatırsam mesul olabilirim" diye düşündüm ve buraya geldim. Geldim ama onun verdiği bir sıkıntıyla da durgunum, dedi.
Bu ne vazife şuuru Allah aşkına! Bu ne ilim sadâkati!
İnsanoğlu için gerçek hayat,ilim ve irfanla kabil olacağından,
öğrenip öğretmeyi ihmâl edenler, hayatta dahi olsalar ölü sayılırlar. Zira, insanın yaratılışının gayesi, görüp bilmek ve öğrendiklerini başkalarına bildirmekten ibarettir. (M. FETHULLAH GÜLEN)
EFENDİMİZE SADAKAT

Siz Allah ve Resulüne iman edesiniz, Arka veresiniz, sahip çıkasınız, zahir olasınız, davasına yardımcı olasınız,sırrını temsil edesiniz. Allah’ın dinine yardım ederseniz Allah’ta size yardım edecektir. Meal-i münifini ifade eden ayeti kerimeye sadık olasınız. Bir de Resulü ekremi tazimde mübalâğa edesiniz. Onu alabildiğine büyük göresiniz. Mahlukat içinde ondan daha büyük tanımayasınız diye Allah onu size gönderdi. O beşir ve nezir olarak vazife yapacak. Siz de tâzim ve tevkir edeceksiniz. Arka verecek sahip çıkacak ve onu tazimde mübalâğa yapacaksınız. Allah demeyeceksiniz o kadar. Onun ötesinde her şey söyleyeceksiniz. Cennet elinle senin ya resulullah. Cemal elinle senin ya resulullah. Mizan elinle senin ya resulullah. Mahşer elinle senin ya resulullah. Kevser elinle senin ya resulullah.
Galip Dede’nin beyanı içinde, sultanı resul şahi mübeccelsin efendim. Biçarelere devlet-i sermetsin efendim. Divan-ı ilahide selametsin efendim. Sen Ahmet-i Mahmud-u Muhammet’sin efendim. Haktan bize sultan-ı müebbetsin efendim. Hutben okunur minber-i iklim-i bekâda hükmün tutulur mahkeme-i ruzu cezada. Esma-u şerifin anılır arzu semada sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammet’sin efendim. Haktan bize sultan-ı müebbetsin efendim.
On dört asır uzaktan, günahkar bir cemaat içinden günahkar sesimle bunları selat-u selam olarak sana takdim ediyor, ruhuna tehiyye ediyor. Allah’tan aldığımız edeple sana doğru müracaat ederken ve gelirken hediyelerimizi bu şekilde takdim ediyoruz. Canımız dudağımıza geldi. Bin çeşit yıkılmakla karşı karşıya kaldık. Eğer elini uzatıp da atımızın zimamından tutmazsan, bize ebediyen var olma lutfunu hidayet etmezsen ruhunla başımızda can ve cesaret getirici olarak nigehban ve müheymin olarak bulunmazsan gayrı bundan öte dayanmaya ve tahammül etmeye takatimiz kalmadı. İki üç asırdan beri dayandı ve takat gösterdiler. Şimdi yeni yeni filizler oldu. Yeni yeni yeşermeler başladı. Yeni yeni civcivler çıkmaya başladı. Eğer peygamberim deyip gelip ümmetine sahip çıkmazsan inan ya resulullah sahipsizliğimizi ilan ederken sana karşı ne fazla bir şey söylemiş oluyor ne de mübalağa yapmış bulunuyorum.
Elimizi göğsümüze koyuyor bu mevzuda sadakte diyoruz. Doğru söyledin, doğru beyanla geldin. Hubeyb’in havası içinde rabbim selamlarımızı senin ruhuna ulaştırsın. Şu dakikaya kadar düşe kalka ama sadakat içinde sana sadakat içinde bulunduğumuzu ilan ediyoruz. İnan ki seni göremedik. Sahabi ve tabiin olamadık. On dört asır sonradan geldik. Uzaktan güneşi anlamaya çalışan insanlar gibi elimizde ölçüye yaramayan aletlerle ölçüp biçmeye çalışıyoruz. Aletlerimiz bazen bizi yanıltıyor. Ara sıra kalımız araya giriyor. Ve sonra yuvarlanıp gidiyoruz. Senden uzaklaştığımıza şahit oluyoruz. Aradaki mesafeyle korkuyor, ürperiyor. Bir kere sana doğru yeniden koşuyoruz. Ve senin bize uzanacak elini bekliyoruz. İnan ki elini uzattığın zaman arabın yağız delikanlısına uzattığın an sultanlık bahşettiğin gibi Türk’ün delikanlısına uzattığın an sultanlık bahşetmiş olacaksın.
Çanakkale şühedası Bedir şehitleriyle beraber aynı çatı altında yan yana gelecek senin etrafını saracak ve bizim yeniden var olmamızı ve dirilmemizi bir bayram olarak alkışlayacak ve ilan edecekler. Dizimize derman ol ya resulullah. Gönlümüze fer ol ya resulullah. Senin ruhunun bu sesleri duyduğuna inanıyoruz. Sen söylediğin için inanıyoruz. Selat-u selamlara cevap veririm dediğin için inanıyoruz. Melekler bana ulaştırır dediğin için inanıyoruz. Ve sana bütün tazimatımızı ve tekrimatımızı takdim ediyoruz. Atalarımızdan birinin dediği gibi …
Ya rabbi bizi bu ahdu peyman içinde sadakatla yaşat, sadakatla öldür. Ve bu hal içinde haşr ve neşr eyle. Hammadun olarak haşr ve neşr eyle. Bu kubbe altında bunu senden istediğimiz gibi bütün diyar-ı islamda cami kubbelerinin altında Malezya’dan Java’ya kadar ondan canım çıksın ateş ateş yana Afganlıya kadar Filipinlere kadar dirilmek üzere mücadele veren senin için kavga veren mücahitlerin dizlerine derman ol. Onlara can ve cesaret ver. Bir kere daha dini mübini şehbal açmasını temin buyur. Gök nura gark olsun. Ervah, bütün ervah allahu Ekberi görsün ve müşahede etsin. Hz. Muhammed’in adı şehbal açsın. Ve melekler bunu görsün. Ayrı bir bezim olsun. Ayrı bir dünya olsun, ayrı bir cihan olsun, ayrı bir alem olsun. Rabbim o alemleri bize göstererek bizi aziz ve bahtiyar eylesin.
YEMİNİN BEDELİ
Dervişin biri bir dağa çekilmiş şad ece-ibadet e meşgul oluyor, durmadan Allah'ı (c.c.) tespih ediyor, anıyordu.
Yiyeceği dağda yetişen meyvelerdi.
Bir gün kendi kendine düşündü ve söz verdi, ahdetti; yemin etti:
"Ben bundan sonra elimi uzatıp bu meyvelerden koparmayacağım, sadece kendiliğinden düşenlerle besleneceğim." dedi.
Bunun üzerinden tam beş gün geçti. Dervişin açlığı son raddeye varmıştı. Tam bu sırada bir rüzgar esti armudun dalını eğip Önüne kadar getirdi. Dalda nefis armutlar nazlı nazlı sallanıp duruyordu. Derviş dayanamayarak elini uzatıp birini kopararak yedi. Biraz sonra yirmi otuz kadar hırsız oraya geldi çaldıkları mallan bölüşmeye başladı. Bunlar çaldıkları eşyaları bölüşürken, sultanın adamları gelip onları yakaladılar. Dervişi de onlardan sanarak birlikte götürdüler. Ellerini, ayaklarını kesmeye başladılar.
Dervişin sağ elini kestiler, sol ayağına sıra gelince bir atlı son hızla gelerek yetişti. Cellada:
"Sen ne yapıyorsun ibre ahmak insan, bu kişi filan zattır." dedi. Cellat ne yapacağını şaşırdı. Bin bir özür dileyerek yalvarmaya başladı.
Fakat iş işten geçmişti. Hakkında hüküm verildi. Derviş cellada:
"Üzülme oğlum neden böyle olduğunu biliyorum, ben yeminimi tutmadım o yüzden bunlar başıma geldi." dedi.
ŞİİR…
SEBÂT
Çarkedip durma öyle, maksûda eremezsin;
Yerinde kalmayınca, meyveyi deremezsin!
Varan sebâtla vardı, gidip menzile erdi,
Sen sebât etmeyince, dost yüzü göremezsin!
Yollar uzun ve yaman, yolcuya azık îmân,
İnançla gerilmezsen, Cennet’e giremezsin.
Köprü yıkık, yol bozuk, elden tutan kimse yok,
Hakk’a gönül vermezsen öteye geçemezsin!
Derin dere, sarp yokuş, Hak-erine hepsi hoş,
Hak’la hemhâl olmazsan yayını geremezsin!
Varanlar vardı çoktan, varlığa erdi (yok)tan,
Yok olmayınca sen, huzûra yüz süremezsin..!

 
Üst