Konuya cevap cer

Risale-i Nur'dan vecizeli duvar kağıdı - [indir]

             21 Ekim 2011 / 08:55

             Günün vecizesi - Mevt, ancak, ruhun ceset kafesinden çıkmasıyla...

        

                                      Risale Haber - Haber Merkezi 

    Mevt, ancak, ruhun ceset kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekan etmesinden ibarettir.

    [İşarat-ül İcaz]

    

    (Haber  detayında (altta) yer alan resmin üzerine farenizin sağ tuşu le  tıklayıp Resmi farklı kaydet seçeneğini işaretleyerek duvar kağıdınızı  indirebilirsiniz...)



İslamı zamanın ruhuna uygun taşımalıyız


             21 Ekim 2011 / 09:35

             Gündüz: Dini ve felsefi klasik metinleri bugüne aktarmalıyız

        

                                      İstanbul  Üniversitesi (İÜ) İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Şinasi Gündüz,  “Zamanın ruhunu yakalamadan sadece geleneksel bilgileri tekrar eden  yapıların, bir şekilde zamanın gerisinde kalacağı ve bugünün insanının  meseleleriyle yüzleşemeyeceği aşikardır” dedi.

    İÜ İlahiyat  Fakültesi ile Sultanbeyli Belediyesi’nin düzenlediği “Dini ve Felsefi  Metinler 21. Yüzyılda Yeniden Okuma, Anlama ve Algılama Sempozyumu”nun  Sultanbeyli Belediyesi Kültür Merkezi’ndeki açılış oturumu, şehitler  için Kur’an-ı Kerim okunmasıyla başladı. Prof. Dr. Şinasi Gündüz,  açılışta yaptığı konuşmada, din ve felsefe arasındaki ilişkiye işaret  ederek, her ikisinin de insanı konu aldığını dile getirdi. Dinin vahye,  felsefenin de hikmete dayalı olduğunu ifade eden Gündüz, İslam’ın kutsal  metinlerinde kitaba ve hikmete özel vurgu yapıldığını belirtti.  İnsanlık tarihinde din ile felsefenin, dolayısıyla vahye dayalı  bilgiyle, hikmet bilgisinin ayrılmaz olduğunu kaydeden Gündüz, kutsal  metinlerin ruhunu oluşturanın da onun kutsallığı olduğunu ifade etti.

     Gündüz, kutsal metinlerin, o metinleri okuyan ve algılamaya çalışan  birey için sıradan bir metin değil, sıra dışı bir metin haline  dönüştüğünü söyledi. Şinasi Gündüz, “Dini ve felsefi klasik metinlerin  bugüne aktarılması, bugünün diline hitap ederek insanlara ulaştırılması  çok büyük önem arz ediyor” dedi.

    Yeni Akit



Doğuyu kazanmanın formülünü o an buldum


             20 Ekim 2011 / 23:58

             Rahmi Erdem, yıllar önce teşhis ettiği, bugünlere ilaç gibi gelecek doğudaki gözlemlerini anlattı

        

                                      Ömer Özcan’ın röportajı-RisaleHaber

   

    Rahmi  Erdem, 1938 senesinde, Konya’nın Bozkır ilçesinin Yalnızca köyünde  dünyaya gelmiştir. 1958’de Isparta’da bulunan Üstad Bediüzzaman  Hazretlerini ziyaret eder, mübarek ellerini öper ve hayır duasını alır.  Orada Zübeyir Ağabey’le tanışır ve hiç kesilmeyecek olan irtibatları  başlamış olur. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne yaptığı ziyaret onu  çok etkilemiştir. O kadar ki, o anda, bu yolun kara sevdalısı olmak için  ihlâsla Allah’a niyaz eder. Hatıraları gösteriyor ki, bu duası kabul  edilmiştir. O, artık kendi iradesiyle talip olduğu uzun, çileli,  zahmetli; ama bir o kadar da saadetli ve huzur dolu bir yolda yürüyüşe  başlamıştır. 

   

    Eğer  siyasîler, askerler, sosyologlar, aydınlar ciddî olarak, gerçekten,  terör belasına bir çare arıyorlarsa ki bundan şüphemiz yok; o halde  Rahmi Erdem’in hatıralarını dikkatle okumalılar. Bu hususta fazla bir  yorum yapıp ufku daha geniş olanların önünde perde olmak istemiyorum.  Okunacak hatıralar çok açık mesajlarla dolu... 

   

    Rahmi  Erdem’in Şark’taki on senesi, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin bu  vatanın birlik ve bütünlüğü için, Risale-i Nur’da yaptığı tespit ve  tavsiyelerinin fiili bir tefsiri veya bir tatbikatı olmuştur...


   

    Rahmi Erdem ile yaptığım bu röportaj 2010 tarihinde birkaç safhada tamamlanmıştır. Röportajın tamamı Ağabeyler Anlatıyor–4 kitabından okunabilir. Rahmi ağabeyin kendi tabiriyle, güncel durumdaki terör belasından kurtulmanın altın formülü bu hatıralarda aranabilir. İlgili kısımları “Risale Haber” okuyucuları ile paylaşmak istedim


   


    DOĞU İNSANI BENİ BÜYÜLEDİ

   

    Üstad Bediüzzaman’la ve Zübeyir ağabeyle görüştünüz sonra şarka gittiniz. Nasıl oldu bu tayin işi?


   

    Askerlik  hizmetimi tamamladıktan sonra Ziraat Bakanlığı’na müracaat ederek görev  istedim. 26 Temmuz 1960 tarihinde Bitlis Teknik Ziraat Müdürlüğü’ne  tayinim çıktı. Biraz şevkim kırılmıştı. Çünkü o ana kadar Türkiye’nin  doğusu benim için meçhuldü. Doğu ile alakalı duyduğum mahrumiyet  söylentileri beni tereddüde sevk ediyordu. Sonra, bana Risale-i Nur’u  tanıtan dayım Abdullah Tekin’le istişare ettim. Dayım beni Doğuya gitmem  için ikna etti. Şöyle demişti: “Ne demek mahrumiyet! Bediüzzaman o  beldelerde doğup büyümemiş mi? O, oralara sığmış da sen niye  yaşamıyorsun o mübarek yerlerde!” 

    Dayım hassas noktalarıma dokunmuştu.

   

    (Rahmi Erdem’in dayısı Abdullah Tekin. Yeğinine Nurları tanıtmış ve Şarka gitmesi için ikna etmişti.)

    

    Dayınız da nur talebesi mi?

   

    Evet, dayım Abdullah Tekin bana vesile olmuştur zaten. Üstad hazretlerine onun da ziyareti var.

   

    Şark yolculuğuna devam edelim mi?

   

    Biletimi  aldım ve Konya’dan Kurtalan’a doğru uzun tren yolculuğuma başladım. Bu  bilet ve tren, “Hayatımın bir devrine” doğru taşıyordu sanki beni. Dört  gün süren yolculuktan sonra gecenin yarısında Siirt’in Kurtalan ilçesine  vasıl olduk. Işıklandırma yok... Her taraf karanlık bir vaziyette...  Yorgunluk, yabancılık ve karanlığın verdiği karmakarışık hislerle  kader-i İlahînin hakkımda çizdiği yolda süratle gidiyordum. Bir müddet  yürüdükten sonra bir kamyonun üzerinde yerimizi aldık.

   

    Beş  altı saat gittikten sonra sabah namazı vakti girmişti. Kamyonun  üstündeki yolcular şoföre, “Dur, namaz kılacağız” dediler. Şoför işi  biraz geciktirince, yolculardan biri şoför mahallinin küpeştesine hızla  ve kuvvetlice vurmaya başladı. Bir taraftan da, “Şoför dur!” diye  bağırıyordu. Şoför hemen durdu. Ben büyülenmiştim. Bu dinî hassasiyetten  ötürü çok etkilendim. Burada büyük bir imanın tezahürünü görmüştüm. Bu  tesir ile şark insanı için söylenen menfi ve maksatlı sözlerin yalan  olduğunu düşünmeye başladım.

   

    Bitlis’e  vardığımızda üst başımızın toz toprak içinde kaldığını fark ettim.  Otelde temizlendikten sonra, Teknik Ziraat Müdürlüğü’ne gittim. Müdür  beni Vali Bey’e götürdü. Vali de tayinimi Bitlis’in Van Gölü kenarındaki  şirin ilçesi Tatvan’a çıkardı. Görev yapacağım yer Tatvan olmuştu.  Tatvan’a gittim. Nüfus memuru Ziya Bey’in yardımı ile tek odalı bir ev  bulduk. Fakat ev sahibi, Ziya Bey’e “Beyim ben bu zata evimi vermem,  bunun başı açıktır” dedi. Ancak Ziya Bey kefil olduktan sonra evi  kiralayabildik.

    Fakat  başka bir gün ev sahibi beni görmeye geldiğinde, benim namaz kıldığımı  görünce çok pişman olduğunu, eğer evlenmek istersem bütün masraflarımı  karşılayabileceğini söyledi ve benden özür diledi. Anladım ki, basit  gibi görünen bu hadise ve sözler, doğu insanının memura bakış açısını  özetliyordu. Yaşadığım hadiseler beni adeta büyülüyor, buraları ve  insanlarını sevdiriyordu.

   

    Tutuğumuz  bu mütevazı ev, bölgede Nur hizmetlerinin başlangıcı, menşei ve  çekirdeği hükmündeydi artık. Hemen dersler yapmaya başladık. Kısa bir  sürede hizmet, umumi bir ilanat halini aldı. Yeni arkadaşlar edindik.  Eski alakadarlar şevk ve kuvvet bulup ortaya çıktılar. Tatvan’ın uzun  kış gecelerinde, metrelerce karlara bata çıka derslere geliyordu  insanlar. Tatvan’da kaldığımız on bir ay içerisinde Risale-i Nur’u  duymayan hiç kimse kalmadı elhamdülillah. Rahmetli Hacı Kadri Kalender, o  zaman Tatvan’da ve Doğu’da kaldığım on sene zarfında, her türlü  kahrımızı, zahmetimizi çeken isimsiz bir kahramandır.

   

    DOĞU HALKINA YAKINLAŞMANIN, ONLARLA BÜTÜNLEŞMENİN FORMÜLÜ APAÇIK ORTADAYDI 

   

    İnanç birliği sizi halkla hemen bütünleştirdi demek ki?

   

    Tatvan’da  görev yaparken köylere vazife icabı geziler yapıyorduk. Ne yazık ki  koca müessesenin sadece bir tek jipi vardı. Bu yüzden bazen yürüyerek de  gidiyorduk köylere. Gittiğimiz köylerde halkın, memurîn sınıfına kerhen  ve soğuk davranmaları hemen dikkati çekiyordu. Ama vakit girdiğinde  namazımı kılmak için kalktığımda, aynı insanların hasbi, kalbi ve  tebessümle mukabelelerini bir görmek lazımdı. Bunlar beni çok  etkiliyordu.

    Aslında  Doğu halkına yakınlaşmanın, onlarla bütünleşmenin formülü apaçık  ortadaydı. Yaşadığım her hadise gözümü açıyor, seneler evvel bu güzel  memleketin bütünlüğü için, sebep ve çareleri teşhis eden Bediüzzaman’a  olan hayranlığım ve bağlılığım daha da artıyordu.

   

    Bediüzzaman  Hazretleri’nin şu sözlerini, yaşadığım hadiselerin fiilen tefsir  ettiğini çok net görebiliyordum: “Memleket dahi bir hanedir ve vatan  dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde  hükmetse, birden, samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet  ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve  enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.” (Şuâlar, Söz Bas. Yay., s. 299.)

   

    Halkla müspet münasebetlerinizi örneklendirebilir misniz? 

   

    Yaşadığım bir kaç hadiseyle konuyu açayım: 

    Bir  gün dairemize bir köy muhtarı geldi. Şapkasını koltuğunun altına  sıkıştırmış vaziyette selam verdi içeriye girdi. Neyse işini yapıp  gönderdim. Yan masada oturan benden daha yaşlı memur arkadaş bir iç  geçirdi: “Ah! Gel de Halk Partisi’ni arama! Bu muhtar İnönü devrinde bu  daireye böyle girebilir miydi? Ayağımızı öpercesine iki büklüm girerdi”  dedi. Ben, “Arkadaşım bu muhtarın bu daireye zilletle girmesi bize ne  kazandırır? Hâlbuki bu muhtar köyüne gittiğimizde biz en çok alaka  gösterenlerden birisidir. Lütfen haddimizi bilelim” deyip onu susturdum.

   

    1960  yılındaydı. Nüfus sayımı yapılıyordu. Ben de bir dağ köyünde  görevliydim. Dönüşte muhtar üç atından istediğime binerek dönmemi  kendisi teklif etti bana. Dönerken yolda başka görevli arkadaşlarla  karşılaştım. Onlar yayan geliyorlardı. Beni atla görünce canları  sıkıldı. Birisi hiddetle, “Seni şikâyet edeceğim. Sen köylerde Nurculuk  propagandası yapıp şahsi nüfuz temin ediyorsun” diye bağırdı. İşte  sıkıntı burada başlıyordu. Dininden, imanından, örf ve âdetlerinden  kopmuş olan bu mektepli nesiller, kendi halkıyla arasına örülen  duvarları aşamıyorlar, sonra da şikâyet ediyorlardı.

   

    Bir  yaz günü, hububata zarar veren “Banbul” isminde bir haşerenin  mücadelesi için bir köyde toplanmıştık. Ev sahibi adamcağız, bir kova  ayran yapmış getirdi. Fakat kovanın ağzı açık olduğundan ayranın üzerine  toz kaplamış. Adamcağız o ayranı karıştırıp, bir bardakla ilk memura  uzattı. Aldığı cevap şu oldu: “Ben bu pis ayranı içmem.” Nahoş bir durum  olmuştu. Hemen ileri atılıp, “Dayı bardağı bana ver” dedim. Sesli  olarak “Yâ Rabbi! Rahmetin ne yücedir ki kan ve fışkı ortasından bu  menfaatli ve gıdalı nimeti bize ihsan etmişsin” dedim ve ayranı içtim.  Bir ara Teknik Ziraat Müdürüm Hami Bey beni dışarıya davet etti. “Rahmi  Bey! Seni tebrik ederim. Devletin haysiyetini kurtardın. Ben bu  arkadaşlarla aranızdaki bu kadar farkı anlayamıyorum” dedi.

   

    Yine  bir gün, bir gezimizde Vali Bey köylülere, “Amerikalılar Ay’a gidiyor;  ama siz yerinizde sayıyorsunuz” dedi. Tabii Ay’a gidilebileceğini  köylülerin akılları almıyordu. İçlerinden Kâmil Ağa: “Ay’a gidilmez  beyim” deyiverdi. Birden Vali ile köylü arasında soğuk bir hava esmişti.  Neyse ben hemen araya girdim ve 20. Söz’deki gibi, Hz. Süleyman  kıssasını Kâmil Ağa’nın anlayacağı şekilde açıkladım. Bu tarz izah  köylünün çok hoşuna gitti ve Vali’ye aklının yattığını itiraf etti.

    İşte verdiğim misaller gibi çok hadiseler yaşayarak, 11 ayım Tatvan’da gelip geçmişti.

   

    HALKLA KAYNAŞMAM, MEMURLAR KULÜBÜNDE OTURMAYIP KUMAR OYNAMAYIŞIM DAHİ ALEYHİMDE DELİL OLARAK GÖSTERİLİYORDU 

   

    Tatvan’da sizi rahat bıraktılar mı?

   

    Tatvan’da  hizmetler hızla inkişaf ederken, bir gün Risale-i Nur okuduğum, dinime  imanıma hizmet ettiğim için, evim arandı. Bir katil, bir cani gibi  tevkif edildim. Mahkemede, halkla kaynaşmam, memurlar kulübünde  oturmayıp kumar oynamayışım dahi aleyhimde delil olarak gösteriliyordu.  Hadise şöyle olmuştu:

    1  Ağustos 1961 tarihinde, bir dostumun dükkânında imanî dersler okurken,  ilçenin emniyet komiseri, “Evinde aramaya yapacağız” diye beni çağırdı.

   

    Geceyi  emniyette geçirdim. Fedakâr ve samimi ders arkadaşlarım olan Hasan  Sağnıç, Kadri Kalender, Necmeddin Sözbilici, Kemal Değerli, Halis Kuş,  M. Ali Oto, İsmail Nurpolat iman hakikatlerinin feyzine henüz varmaya  başlamışlarken, kendilerini emniyetin loş ve küf kokan binası içinde  buluverdiler. Günlük kazanıp o gün yiyen bu masum insanları, bütün  mesuliyeti üzerime alarak, salıvermesini komiserden rica ettim. Komiser  Seyfeddin Bey inançlı biriydi. Yanıma sadece Hasan Sağnıç’ı yoldaş  vererek diğerlerini serbest bıraktı. Bize de hiç eziyet etmedi. 

   

    Nezarete  alınmamızla birlikte, Tatvan’da büyük bir heyecan ve hareket husule  gelmişti. Bitlis’ten vali ve emniyet müdürü tahkikata nezaret etmek için  Tatvan’a geldiler. Sanki öyle bir suçlu yakalamışlardı ki bıraksalar  devleti tar-u mar edecekti(!)

    Ertesi  gün Bitlis’e sevk olunduk. Hapishanede önce bizi traş ettiler. Sonra  hapishanenin oval şeklindeki bir deliğinden bir eşya gibi içeriye  attılar bizi. Üzerimize kapanan beş kapıdan sonra bir koğuşa verdiler.  Koğuş çok kalabalıktı. O kadar kalabalıktı ki kapılar zor örtülüyordu.  Ranzalarda zaten yer yoktu. Ancak tuvaletin önünde tek yataklık bir yer  gösterdiler bize.

   

    Baktım  mahkûmlar kendi aralarında bize bakıp konuşuyorlar... Hasan’a “Ne  diyorlar, dinle bakalım” dedim. “Her kim olursa olsun buraya gelen yerde  yatmak zorundadır. Fakat Bunlar Bediüzzaman’ın talebeleridir. Bunları  yerde yatırmak günahtır” diye konuşuyorlarmış. Sonra iki mahpus ranzadan  yataklarını yere indirdiler. Bize ikişer kişinin yattığı ranzalardan  yarımşar yer verdiler. Bu durumda geceleri yatakta dönme imkânımız  olmuyordu. Alışkın olmadığım sabit yatma mecburiyeti benim uykularımı  kaçırıyordu.

    Üstelik  hapishane gayet pisti ve su yoktu. Abdestimizi bile, Şirin ismindeki 15  yaşında bir çocuk mahkûmun, su borularından nefes kuvvetiyle çekip,  ibriğe doldurduğu su ile alabiliyorduk.

   

    Bitlis  Cezaevi’nde 3,5 ayımız geçti. Bu sırada risaleleri ciddi olarak okuma  imkânı buldum ve mahkûmlara iman hakikatlerini anlatmakla meşgul olduk.  Mahkûmlar en çok “Kader Meselesini” soruyorlardı. İşledikleri günahların  suçlarını nihayette kadere verip rahatlamak istiyorlardı. Bir de, bizim  dinî kitap okuduğumuz için Ağır Ceza’da yargılanmamızı bir türlü  akılları almıyordu. 15 Kasım 1961 tarihinde Bitlis Cezaevi’ne,  mahkemenin hakkımızda tahliye kararı geldi. Dışarı çıktık. Artık resmen  sabıkalı olmuştum. Tatvan’daki iman ve ahiret arkadaşlarım kendilerine  bir zarar gelir endişesiyle, ilk gün beni evlerine kabul edemediler. Bir  otelde kaldım. Otelde Patnos Belediye başkanı Kerem Şahin isminde bir  zatla tanıştım. İnançlı, iyi kalpli bir insandı. Başımdan geçenleri  anlattım. Bana “Patnos’a gel” dedi. İlk fırsatta Patnos’a gittim.

   

    Müteaddit  defalar Patnos’a gittikçe beni Kerem Bey’in oğlu Hacı Ensari, Merhum  Muzaffer, Terzi Memduh Haser, Süleyman Yıldız, Şemseddin Esin gibi  zatlar karşıladılar. Nurlara ciddi olarak sahip çıktılar. Hususen Merhum  Terzi Memduh Haser beni her zaman evinde misafir ederdi. Sonradan  duydum ki evlerinin kifayetsizliğinden kendisi ve çocukları kömürlükte  yatıp bize yataklarını verirlermiş. Tahliyeden sonra bir gün yolda  giderken, “Rahmi Bey!” diye birisi seslendi. Mal Müdürü Cevdet Daniş  Bey’di. Bana, “Siz hapisteyken Ziraat Bakanlığı’ndan şahsınıza gelen  ikramiye parasını iade etmedim. Sizin zulme uğradığınızı biliyordum.  Gelin paranızı alın” dedi. Böylece kimseye yüzsuyu dökmeden o parayla  memleketime gidebildim. Zaten tahliyeden sonra vekâlet emrine  alınmıştım. İşimi kaybetmiştim.

   

    Üç  buçuk sene devam eden Bitlis Mahkemesi, birçok heyetin değişmesi  neticesinde, 16 Aralık 1964 senesinde beraatla sonuçlandı. Bu Bitlis  Davası, benim için dönüm noktası olmuş, hayatımın on senesini bu hizmete  vakfetmeme vesile olmuştur.

    Tahliye  kararından sonra memleketim Bozkır’a gittim. Kaza merkezine girişteki  jandarma karakolunda barikat kurup beni karakola çağırdılar. Buradan  nereye gideceğimi sordular. 

    Ben  daha memleketime gelmeden, gideceğimi haber alıp akrabalarıma beni  sormuşlar. Herkes korkmuş. Bana nasihat edenlerin haddi hesabı yoktu. 


   

    VAN CEZAEVİ


   

    Tekrar şarka döndüğünüzde sizi neler bekliyordu?

   

    10  Temmuz 1962 senesinde, “Risale-i Nur Sönmez” adıyla, Üstad’ımızın en  keskin mahkeme müdafaaları İstanbul’da tab edilmişti. Selahaddin Akyıl,  küçük çaplı olan bu kitaptan, Özalp ilçesine, İran asıllı Kuli Yapıcı  adında bir kahveciye, her nasılsa sehven gönderiyor. Kahveci de kasten  kitapları götürüp emniyete teslim ediyor. Hemen Özalp Savcılığı’na  gittim, bir dilekçe ile başvurup kitaplara sahip çıktım. Neticede dosya 6  Nisan 1964’de Van Ağır Ceza Mahkemesi’ne intikal ettirildi. 

   

    Van  Ağır Ceza Mahkemesi’nde çok şiddetli geçen ilk celsede, Savcı Necati  Coşkuner, dört sayfalık, baştan sona hezeyan, kin, iftira ve garez dolu  iddianamesini okudu. Sonra eliyle beni işaret ederek “Bu sanık dışarıda  kaldığı müddetçe, emniyet-i umumiyeyi her an ihlal edebilir. Tevkifini  talep ediyorum” dedi. Ve hiç beklemediğim bir anda tevkif edildim. Bu  talepten sonra hızla yerimden kalkıp “Savcıya, bu haksız, garazkar  talebinin sebeplerini mahkeme huzurunda sormak istiyorum” dedim. Ok  yaydan çıkmıştı. Daha birçok şeyler daha söyledim hiddetle. Avukatım  sakin olmam için yerime oturttu beni. Hiç beklemediğim bir anda tevkif  edilmiştim.

   

    Önce  beni Van Çarşı Karakolu’na götürdüler. Kibar bir insana benzeyen  komiser, “Geçmiş olsun, suçun nedir?” diye sordu. “Risale-i Nur okumak”  dedim. “Ben bu mezheplerden bir şey anlamıyorum” dedi. Belli ki İslamî  kültürü, bilgisi yoktu. Hâlâ kabıma sığamıyordum. Sinirli bir şekilde,  “Komiser Bey! Mezhepler, Sahib-i Şeriat’ın gösterdiği nazarî düsturların  tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir” dedim. Komiser “Bu tariften bir  şey anlamadım” dedi. “Anlamadınızsa bir kere daha tekrar edeyim!” dedim.  Ve aynı cümleyi tekrar ettim. “Ben bu gençle münakaşa salahiyetini  kendimde göremiyorum” diyerek bahsi kapattı. Bana, “Aç mısın?” dedikten  sonra, polislere bir porsiyon kebap söyledi. Ben, mezhepleri kabul  etmediği için, bu komiserin kebabını yemedim. Komiser beni hapishaneye  gönderdi. Çok acıkmıştım. Kuru bir ekmek getirdiler, onu suya batırarak  yemeye çalıştım.

   

    Beni  tevkif ettiren Savcı Necati Coşkuner bir gün sonra hapishaneye geldi.  Beni müdürün odasına çağırttı. Buna memnun olmuştum. Duruşmada yarım  kalan fikir düellomuzu devam ettirmek için fırsat yakalamıştım. Hiç bir  fikrî endişem yoktu. Söze savcı başladı: “Benim görevim seni mahkûm  ettirmektir. Seninle sonuna kadar uğraşacağım” dedi. “Neden peşin  hükümle adalet müessesine gölge düşürüyorsunuz? Siz kamu hukukunu  korumakla mükellef olduğunuz gibi, masum insanların da hukukunu korumak  ve kollamakla mükellefsiniz” dedim. “Siz laikliğin tahribine  çalışıyorsunuz. Bu bakımdan suçlusunuz” dedi. Anlaşılıyordu ki bilgisi  araştırmaya değil de garazkâr yayınlar yapan bazı gazetelerden  geliyordu. Çünkü onların ağzı ile konuşuyordu. 

   

    Kendisine,  “Siz laikliği niye batıdaki manasıyla kabul edip tatbik etmiyorsunuz?  Laik Cumhuriyet, bîtarafane prensibiyle dinsizlere ilişmediği halde, siz  neden dindarlara ilişiyorsunuz? Bu tezad değil mi?” dedim ve Ord. Prof.  Dr. Ali Fuat Başgil’in laiklikle ilgili tariflerini kendisine aktardım.  Bana hiddetle, “Ali Fuat Başgil’in tarifini kabul edersek, bu  memlekette inkılâplar tehlikeye düşer!” dedi. Ben de “Eğer inkılâplar bu  milletin fıtratına uygun ise hiç bir güç onu yıkamaz. Ama değilse,  zaten kuvvetlenmesi mümkün değildir. Zira fıtrat, fıtrî olmayan şeyleri  reddeder atar” diye mukabele ettim.

   

    Konuşmamım  sonunda savcı ayağa kalktı ve “Seni tebrik ediyorum. Davanı güzel  müdafaa ediyorsun. Av. Bekir Berk’i getirmene lüzum yok. Sen de kendi  müdafaanı yapabilirsin” dedi. Anladım ki maksadı beni yalnız bırakmaktı.  Ben avukata ihtiyacım olduğunu belirtince, planın tutmadığını anladı:  “Bunu iyi bil ki benim vazifem seni mahkûm ettirmektir” dedi ve kalktı  koğuşları teker teker dolaşmaya başladı.


   

    İRİ KIYIM KAMYON ŞOFÖRÜ VE ERMENİLER


   

    Tartışmamızdan  sonra koğuşları tek tek inceledi ve en adi suçlulardan birer ikişer  seçip beni onlarla aynı odaya koydu. Üstelik Lübnan asıllı iki Ermeni  mahkûmu da koğuşumuza kattı. Ben o mahkûmların ve bilhassa Ermenilerin,  bana kin ve adavetle baktıklarını hemen anladım. Kavga etmek için bahane  arıyorlardı. Bir ara ağzımdan, “Osmanlı” diye bir söz çıkmıştı.  Ermenilerden biri hemen ayağa kalktı, “Burada Osmanlı’dan  bahsedemezsin!” diye bağırıp beni tehdide yeltendi. Bu hazin tablo bana  çok dokunmuştu. Tehditten çok, kendi öz vatanında dinini yaşamak isteyen  birinin suçlu muamelesiyle hapse atılması ve sahte para basmaktan  devlete zarar veren, yabancı uyruklu Ermenilerin bu Türk hapishanesinde  ona saldırması beni üzmüştü. Bu nasıl izah edilir, nasıl sindirilirdi?

   

    Bunlar  bu cesareti nereden alıyorlardı? Elbette bu küstahlık şahsî bir cesaret  işi değildi. Cumhuriyet Türkiye’sindeki vazifelilerin içine düştüğü  gaflet, çarpıklık, tezat ve kusuru resmediyordu bu tablo. Bu savcının  Ermeniler eliyle benim ölümüme zemin hazırladığından da hiç bir şüphem  yoktu. Beni yandıran, hüzne boğan, bu hazin tabloydu.

    Bu  Ermenilerle aynı koğuşta kalmak uykumu kaçırıyordu. Benim sabah  namazıma kadar her şeyime karışmaya başladılar. Üstelik savcı kesin emir  vermişti. Bana dışarıdan bir bardak su bile verilmeyecek, soyadım  tutmayan hiç kimseyle görüştürülmeyecektim. Bir ara benim sürahime zehir  koymaktan bahsettiklerini, yanımdaki mahkûm bana ayağıyla dürterek  haber verdi.

   

    Çok sıkıntılı bir durumdaydım. Artık tevekkül ve dua ile Allah’a iltica edip sabrediyordum.

    Sonra  beklemediğim bir anda, Allah bana bir trafik kazası sebebiyle hapse  düşen, Yaşar isminde iri kıyım bir kamyon şoförünü imdadıma gönderdi.  Önce ona kısaca durumu izah ettim. Kendisini fikren hazırladım. Savcıda  bitmiş, kokuşmuş olan ruh cevheri, onda yaşıyordu. Aynı gün sabah  namazına kalktım. Ermeniler homurdanmaya başladılar. Birden Yaşar, bir  kaplan gibi yatağından fırlayıp onların anlayacağı bir dille bir küfür  savurdu. Bunu hiç beklemiyorlardı. Yaşar’ın mukabelesi onları susturmaya  yetmişti. Namazımı rahatça kıldım. Yaşar arkamda muhafız gibi  duruyordu. Ben namazımı bitirdim. Yaşar Efendi gitti yatağına uzandı.  Kendisine yaklaşıp şefkatle, “Niye namazını kılmıyorsun? Bu güzel  hizmetini böyle neticelendirmek olmaz. Haydi, kalk abdestini al sen de  namazını kıl” dedim. Kalktı ve öyle yaptı. Allah razı olsun.

   

    Sonra  beklemediğim bir şey daha oldu. Bu zulümleri bana yapan savcıya,  Boyacıoğlu Camii’nin arkasında oturan sakinlerin ileri gelen efeleri  haber salmışlar: “Seni vurup İran’a kaçacağız” demişler. Savcı alel  acele beni çağırdı: “Bu mahkemede hiç bir rolünün olmadığını, dosyanın  aslında Özalp’ten geldiğini” anlatarak adeta benden şefaat bekliyordu.  Kendisine “Bu haberleri çıkaranların aramızı açmak için bunu yaptığını,  elimden geldiği kadar bu tip hareketleri önleyeceğimi” söyleyerek  kendisini rahatlattım.

   

    Savcının  dışarıdan bir bardak suyu bile bana yasak etmesinin inadına, Vanlı  ahiret kardeşlerim, bana erzak gönderiyorlardı. Tabii bu o kadar kolay  olmuyordu.

    Bu  iş için Ali Rıza Gülaç’ın kardeşi Faruk’u bulmuşlar. Faruk, cıva gibi  bir çocuk. Hapishanenin dış kapısı açılır açılmaz, yayından çıkmış bir  ok gibi fırlayıp erzak torbasını bana verip aynı hızla geriye kaçıyordu.  Bir defasında gardiyanlara yakalandı. Artık kurtuluşu yoktu. Gözünü  korkutmak için dövüleceği kesindi. Fakat beklenmedik bir anda  gardiyanların elinden kurtulup bir maymun çevikliğiyle oradaki bir kavak  ağacının başına çıkıverdi. Yapılan uzun pazarlıklar sonunda, Faruk’un  oradan indirilmesiyle hadise sulh içinde son buldu.

   

    Sonra yine beklemediğim bir anda İlâhî bir lütuf daha gördüm:

    Avukatım,  Van Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tevkif edildiğimi, Bitlis Ağır Ceza  Mahkemesi’ne itiraz başvurusuyla bildirmişti. O mahkemenin hakikaten  âdil olan reisi Adil Erdoğan Bey itirazı yerinde bulup büyük bir  cesaretle: “Daha buradaki muhakemesi bitmedi. Bu ne rezalet!” diyerek  tahliye telgrafını, Van Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. Allah  kendisinden ebediyyen razı olsun. Hürriyetime kavuşmama vesile olmuştu.

    Tahliye telgrafı malum savcıyı şok etmiş. Bilmecburiye emri hapishane mübaşirine göndermek zorunda kalmıştı.

    

    (Devam edecek…)


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst