teblið
Vefasýz
"...Risâle-i Nur'a da siyaset mânası da taşıyan o unvanı (mehdiliği) vermemek münasiptir. Müceddidiyet kâfidir." Said Nursi *
Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Şamlı Hafız Tevfik (r.a)' in bir yazısını sunuyoruz:
Kütüb-i Sittenin hadis alimlerinden İmam-ı Hâkim'in, Müstedrek eserinde ve Ebu Davud'un Kitab-ı Sünen eserinde; Beyhakî'nin, Şuab-ı İman eserinde rivayet ettikleri; "Muhakkak ki, Allah bu topluluğa her yüzyılın başında (veya sonunda), dinini yenilemek için bir müceddit gönderir." hadis-i şerifine mazhar ve mâsadak ve mazhar-ı tâm olan Mevlânâ eş-şehîr, kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarikati’l-âliyye ve’l-müceddidiyye Hâlid-i Zülcenâheyn (Kuddise sirruhu), ilâ âhir...
Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki, doğumu, 1193 tarihindedir. Sonra gördüm ki, 1224 tarihinde Saltanat-ı Hind’in idare merkezi olan Cihanâbâd’a dahil olmuş. Nakşî Tarikatı'nın silsilesine girip müceddidiyete başlamış.
Sonra 1238’de, ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celb ettiğinden, vatanını terk ederek Şam’a hicretle gitmiştir. Hem Hazret-i Mevlânâ’nın nesli, Hazret-i Osman bin Affan’a (radıyallahü anh) mensuptur.
Sonra gördüm ki, halinde fıtri ve harika bir kabiliyet ile yaşı yirmiye erişmeden evvel döneminin en meşhur bir alimi olmuş. Süleymaniye kasabasında medreselerde ilim ile meşgul olmuş, talebe yetiştirmiştir.
Sonra Üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım, dört mühim noktada tevafuk ediyorlar.
Birincisi: Hazret-i Mevlânâ 1193’te dünyaya gelmiş. Üstadım ise, Arabî 1293’te. Tam Mevlânâ Hâlid’in yüz senesi dolduktan sonra dünyaya gelmiş.
İkincisi: Hazret-i Mevlânâ, dinde yapılan tahribatları giderme mücahedesine başlamak niyetiyle Hindistan’ın idare merkezine 1224’te girmiş. Üstad ise, aynen yüz sene sonra, 1324’te Osmanlı Saltanatının idare merkezi olan İstanbul'a girmiş, mânevi mücahedesine hazırlanmış.
Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlânâ’nın fevkalâde şöhretinden evhamlanarak Şam’a nakl ettirilmesi, 1238’de meydana gelmiştir. Üstad ise, aynen yüz sene sonra 1338’de Ankara’ya gidip, onlarla uyuşamayıp, onları reddederek, küserek tekrar Van’a gidip, bir dağda inziva ederken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said hâdisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş. Ondan korkarak Burdur, Isparta, Kastamonu, Afyon vilâyetlerinde (sekizer sene) yirmi beş sene ikamet ettirilmiş.
Dördüncüsü: Hazret-i Mevlânâ, yaşı yirmiye erişmeden evvel zamanın alimi hükmünde, dönemin en önemli alimlerinin üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstad ise, tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malûmdur ki, on dört yaşında icâzet alıp zamanın ünlü alimlerine karşı muarazaya girişmiş, on dört yaşında iken, icâzet almaya yakın talebeler yetiştirmiştir.
Hem Hazret-i Mevlânâ, neslen Osmanlı olduğu ve Sünnet-i Seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi, üstadım da Kur’ân-ı Hakîme hizmet noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnûreyn’in arkasında gidip, Hazret-i Mevlânâ (k.s.) gibi, Risale-i Nur eczâlarıyla, bütün kuvvetiyle Sünnet-i Seniyenin ihyâsına çalıştı.
İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fasılayla Risale-i Nur’un takviye-i din hususundaki tesirâtı, Hazret-i Mevlânâ’nın (k.s.) tarik-i Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azîm görünüyor.
Hazret-i Mevlânâ (k.s.), milyonlar tabilerinin ittifaklarıyla müceddiddir ve baştaki hadis-i şerifin doğruluğunu gösteren bir unsurdur. Ve madem tam yüz sene sonra, dört mühim tevafukla beraber Risale-i Nur aynı vazifeyi görüyor. Demek, hadisin de ifade etmesiyle, Risale-i Nur eserleri tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.
Üstadım kendine ait medh ü senâyı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur, Kur’ân’a ait olup medh ü senâ, Kur’ân’ın esrârına aittir. Yalnız Üstadımla Hazret-i Mevlânâ’nın birkaç farkı var:
Birincisi: Hazret-i Mevlânâ, zülcenâheyndir. Yani, hem Kadirî, hem Nakşî tarikat sahibi iken, Nakşîlik tarikatı onda daha galiptir. Üstadım, bilâkis, Kadirî meşrebi ve Şâzelî mesleği onda daha ziyade hükmediyor. ...
İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci gösteriyor. Hazret-i Mevlânâ’nın şahsiyeti ise, kutbü’l-irşad, merciü’l-hâs ve’l-âmm olmuştur.
Üçüncü fark: Hazret-i Mevlânâ, çok kanatlıdır. Fakat, zamanın gerektirmesiyle—sünnet-i seniyeye çok kuvvet vermekle beraber ilm-i tarikatı esas tutmak cihetiyle—tarikatı daha ziyade tutmuş. O noktada himmetini sarfetmiş. Üstadım ise, şu dehşetli zamanın gerektirmesiyle hakikat ilmini ve iman hakikatlerini anlatma cihetini tercih ederek, tarikata üçüncü derecede bakmışlar.
Elhasıl: Baştaki hadis-i şerifin "Muhakkak ki, Allah bu topluluğa her yüzyılın başında (veya sonunda), dinini yenilemek için bir müceddit gönderir." va’d-i İlâhisine binaen, Hazret-i Mevlânâ Hâlid, ekser ehl-i hakikatça, 1200 senesinin, yani on ikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki—hadisinde kesin ifadesiyle—Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.
Benim Üstadım daima diyor ki: “Ben bir askerim, fakat mareşal hizmetini görüyorum.Yani kıymet bende değil. Belki Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden damlayan Risale-i Nur eserleri bir manevi mareşal hizmetini görüyor.”
Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Şamlı Hafız Tevfik (r.a)' in bir yazısını sunuyoruz:
Kütüb-i Sittenin hadis alimlerinden İmam-ı Hâkim'in, Müstedrek eserinde ve Ebu Davud'un Kitab-ı Sünen eserinde; Beyhakî'nin, Şuab-ı İman eserinde rivayet ettikleri; "Muhakkak ki, Allah bu topluluğa her yüzyılın başında (veya sonunda), dinini yenilemek için bir müceddit gönderir." hadis-i şerifine mazhar ve mâsadak ve mazhar-ı tâm olan Mevlânâ eş-şehîr, kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarikati’l-âliyye ve’l-müceddidiyye Hâlid-i Zülcenâheyn (Kuddise sirruhu), ilâ âhir...
Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki, doğumu, 1193 tarihindedir. Sonra gördüm ki, 1224 tarihinde Saltanat-ı Hind’in idare merkezi olan Cihanâbâd’a dahil olmuş. Nakşî Tarikatı'nın silsilesine girip müceddidiyete başlamış.
Sonra 1238’de, ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celb ettiğinden, vatanını terk ederek Şam’a hicretle gitmiştir. Hem Hazret-i Mevlânâ’nın nesli, Hazret-i Osman bin Affan’a (radıyallahü anh) mensuptur.
Sonra gördüm ki, halinde fıtri ve harika bir kabiliyet ile yaşı yirmiye erişmeden evvel döneminin en meşhur bir alimi olmuş. Süleymaniye kasabasında medreselerde ilim ile meşgul olmuş, talebe yetiştirmiştir.
Sonra Üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım, dört mühim noktada tevafuk ediyorlar.
Birincisi: Hazret-i Mevlânâ 1193’te dünyaya gelmiş. Üstadım ise, Arabî 1293’te. Tam Mevlânâ Hâlid’in yüz senesi dolduktan sonra dünyaya gelmiş.
İkincisi: Hazret-i Mevlânâ, dinde yapılan tahribatları giderme mücahedesine başlamak niyetiyle Hindistan’ın idare merkezine 1224’te girmiş. Üstad ise, aynen yüz sene sonra, 1324’te Osmanlı Saltanatının idare merkezi olan İstanbul'a girmiş, mânevi mücahedesine hazırlanmış.
Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlânâ’nın fevkalâde şöhretinden evhamlanarak Şam’a nakl ettirilmesi, 1238’de meydana gelmiştir. Üstad ise, aynen yüz sene sonra 1338’de Ankara’ya gidip, onlarla uyuşamayıp, onları reddederek, küserek tekrar Van’a gidip, bir dağda inziva ederken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said hâdisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş. Ondan korkarak Burdur, Isparta, Kastamonu, Afyon vilâyetlerinde (sekizer sene) yirmi beş sene ikamet ettirilmiş.
Dördüncüsü: Hazret-i Mevlânâ, yaşı yirmiye erişmeden evvel zamanın alimi hükmünde, dönemin en önemli alimlerinin üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstad ise, tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malûmdur ki, on dört yaşında icâzet alıp zamanın ünlü alimlerine karşı muarazaya girişmiş, on dört yaşında iken, icâzet almaya yakın talebeler yetiştirmiştir.
Hem Hazret-i Mevlânâ, neslen Osmanlı olduğu ve Sünnet-i Seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi, üstadım da Kur’ân-ı Hakîme hizmet noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnûreyn’in arkasında gidip, Hazret-i Mevlânâ (k.s.) gibi, Risale-i Nur eczâlarıyla, bütün kuvvetiyle Sünnet-i Seniyenin ihyâsına çalıştı.
İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fasılayla Risale-i Nur’un takviye-i din hususundaki tesirâtı, Hazret-i Mevlânâ’nın (k.s.) tarik-i Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azîm görünüyor.
Hazret-i Mevlânâ (k.s.), milyonlar tabilerinin ittifaklarıyla müceddiddir ve baştaki hadis-i şerifin doğruluğunu gösteren bir unsurdur. Ve madem tam yüz sene sonra, dört mühim tevafukla beraber Risale-i Nur aynı vazifeyi görüyor. Demek, hadisin de ifade etmesiyle, Risale-i Nur eserleri tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.
Üstadım kendine ait medh ü senâyı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur, Kur’ân’a ait olup medh ü senâ, Kur’ân’ın esrârına aittir. Yalnız Üstadımla Hazret-i Mevlânâ’nın birkaç farkı var:
Birincisi: Hazret-i Mevlânâ, zülcenâheyndir. Yani, hem Kadirî, hem Nakşî tarikat sahibi iken, Nakşîlik tarikatı onda daha galiptir. Üstadım, bilâkis, Kadirî meşrebi ve Şâzelî mesleği onda daha ziyade hükmediyor. ...
İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci gösteriyor. Hazret-i Mevlânâ’nın şahsiyeti ise, kutbü’l-irşad, merciü’l-hâs ve’l-âmm olmuştur.
Üçüncü fark: Hazret-i Mevlânâ, çok kanatlıdır. Fakat, zamanın gerektirmesiyle—sünnet-i seniyeye çok kuvvet vermekle beraber ilm-i tarikatı esas tutmak cihetiyle—tarikatı daha ziyade tutmuş. O noktada himmetini sarfetmiş. Üstadım ise, şu dehşetli zamanın gerektirmesiyle hakikat ilmini ve iman hakikatlerini anlatma cihetini tercih ederek, tarikata üçüncü derecede bakmışlar.
Elhasıl: Baştaki hadis-i şerifin "Muhakkak ki, Allah bu topluluğa her yüzyılın başında (veya sonunda), dinini yenilemek için bir müceddit gönderir." va’d-i İlâhisine binaen, Hazret-i Mevlânâ Hâlid, ekser ehl-i hakikatça, 1200 senesinin, yani on ikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki—hadisinde kesin ifadesiyle—Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.
Benim Üstadım daima diyor ki: “Ben bir askerim, fakat mareşal hizmetini görüyorum.Yani kıymet bende değil. Belki Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden damlayan Risale-i Nur eserleri bir manevi mareşal hizmetini görüyor.”