yazicinurcu
New member
l905'te Isparta'nın Kuleönü köyünde doğdu ve l955'te vefat etti. Evvelce Sallabacak olan lâkâbını Bediüzzaman Sarıbıçak olarak değiştirmişti. Lâhikalarda ve "Yirmi Altıncı Lem'a'nın On İkinci Ricasında bahsedilen zat bu Mustafa'dır. "Büyük Ruhlu Küçük Ali'nin ağabeyidir. Nur'larda geçen "Mübarek Heyeti"nin ilki ve ilk temsilcisidir. Denizli hapsinde yatan Nur talebelerindendir. Yine bu Mübarek Mustafa'dan "On Üçüncü Şua"da ve 'Onuncu Lem'a'da da bahisler bulunmaktadır.
Mustafa Hulusi Ağabeyin ağzından
Dînî ilimleri öğrenme kaynaklarının kuruduğu, âlim ve mürşitlerin bir şey öğretmeye çekindiği, yani bir milletin iman ve Kur’ân mevzuunda câhil kaldığı bir dönemde Kur’ân-ı Kerîm’den istihrâc ve istinbât edilen Risale-i Nurlar, bazı köylerimize kadar ulaşıp oralara birer Hızır çeşmesi ve irfan pınarı oldu. İlhâmat-ı Kur’âniye ve sünuhât-ı Kur’âniye olan bu mübarek eserler, birer üniversite gibi, insanımızı pek çok yönden geliştirdi.
İşte kendini “Ben hiçbir Arabiyat görmeden, medresede beş on sene okumadığım hâlde, yalnız Risale-i Nurları yazıp ciddiyetle okudum.” diye tarif eden Kuleönü Köyü’nden Mustafa Hulûsi Sarıbıçak: “Kendimi yirmi sene medresede okumuş gibi tahayyül ediyorum. Sebebi ise, bu âcizin, bu fakirin, bu miskinin nezdine çok Arabiyat hocaları geliyor ve benim okuduğuma hayret ediyorlar. Evvelden mürşid-i kâmil terbiyesi görmüş insanlar geliyorlar, benden işittikleri kelimelere meftun oluyorlar. Çok hocalar, iki diz üzerine gelip ‘Risale okuyuver’ diyorlar.” diyor.
İşte onun, Bediüzzaman Hazretleri’ne yazdığı mektuptan bir parça:
“Ey benim muhterem Üstadım!
Âciz talebenizin ruhu küre-i arz içerisinde bazen şarka, bazen garba, bezen şimâle, bazen semâya giderdi. ‘Acaba yardım ne taraftan erişecek?’ diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel arardı. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki, ‘Mürşidi sen uzakta arıyorsun, pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O zâtın Risale-i Nur’u müceddid hükmündedir. Hem aktaptır, hem Zülkarneyn’dir, hem âhirzamanda gelecek İsâ Aleyhisselam’ın vekilidir; yani müjdecisidir.’ denildi. Bunun üzerine Üstad-ı Muhteremin nezdine vardım. Risaleleri yazmamız için bize emir verdi. Ben de on beş kadar Sözler’den yazdım ve okuyorum. İstidâdım kısa, fikrim müşevveş olduğundan, Risalelerden hakkıyla istifade ve istifâza edemiyordum.
Bilâhare, Yirmi İkinci Mektubu verdiniz, yazdım. Bir iki defa arkadaşlarımla okudum. Âciz talebeniz maddî ve mânevî on beş yaşından beri, mâzide birikmiş olan küflü yaralarını tedâvî etti. Elhamdülillah. Bunun üzerine bir rüya gördüm. Rüya budur:
‘Menâmda (rüyada), kıbleye karşı bir vilâyete gittim. O vilâyette gezerken, iki büyük acîb fabrikaya rast geldim. Bu fabrikalar, dünyadaki fabrikalara benzemiyor ve hem de bu fabrikalar insanın sağ cenahına geliyor. İkisinin de sahipleri yok. İçerisine girdim; fabrikanın biri büyük, biri küçük. Bu küçük fabrikayı ben idare ederim, diye ona sahip oldum.’
Bunun üzerine bir rüya daha gördüm:
‘Kıbleye karşı uzun bir kışla ve kışlanın içinde büyük bir fırın var. Ben de o fırının dairesindeyim ve ayak üzereyim. Karşımda, gençlerden ehl-i takvâ Süleyman isminde bir genç vardı. Sağ tarafımda yine gençten, İsmail isminde birisi vardı. Buna binâen, tahmine göre yüz kadar genç, o fırının dairesinde sağımda ve solumda ayak üzere idiler. Hayret ettim. Bunun üzerine büyük bir zât geldi, gençlerin önüne ufacık bir mendil serdi. O mendil üzerinden, dört köşe haşhaşlı ekmeği gençlere birer birer dağıttı. Daha sonra, o mendilin içinden birer avuç da kuru üzüm dağıttı. Bakıyorum; o mendilden üzüm ve ekmek tükenmedi. Hayret ettim. Bana denildi ki, ‘Bu mübarek zât, Saîd Nursî’dir.’ Ben de ‘Bu hârika iş aktablarda bulunur.’ dedim, uyandım.”
Kuleönülü Mustafa Hulûsi Bey, mektubunun sonunda, gördüğü rüyaları bir bilge gibi şöyle tâbir ediyor:
“Biri büyük, biri küçük fabrikadan, büyük fabrika ise, Üstad-ı Muhteremindir. Fabrikanın içerisinde bulunan acîb ve garip bedi’ âletler ise, bu zamana kadar hiçbir imamın söylemediği kelimeleri ve iman telkinatlarını yapan Risale-i Nur eczalarıdır. O küçük fabrika ise Risale-i Nurları kim okuyup yazarsa, o dahi küçük fabrikaya benzeyecek. İçerisindeki bedi’ âletler ise, Risale-i Nur’un düsturları, hakikatleri ve imânî meselelerdir. Okuyan ve yazan insanlar, öyle kuvvetli ve sarsılmaz îmanları bulacaklardır. Fabrika hareketleri ise, Risaleleri okuyup yazan adamların kemâl-i şevk ve heyecanla çalışmalarıdır. Görmüş olduğum vilayet ise, velâyet-i kübra yollarını gösteren Risale-i Nur’dur.
Bu rüyayı takviye için, bir rüya daha söyleyeceğim: “Rüyamda, İstanbul’a yaya olarak iki defa gittim. İstanbul’a vardığımda, dükkânları hep açıktır, içinde sahipleri yoktur. Dükkânların içinde –sandıklarda- büyük büyük mıhlar gördüm ve başka demir parçaları da vardı. Bunun üzerine mânevî rahmet yağarken, İstanbul’dan yaya olarak avdet ettim.
Allahu a’lem, bunun tâbiri de, dünyada İstanbul büyük ve güzel memleket olduğu gibi, öyle de Risaleler ve Mektubatü’n-Nur velâyet-i kübrâ yollarını gösterir. Demir gibi kuvvetli, elmas mıhlar gibi hakikatin burhanlarını, satışa çıkaran ve her Risale bir dükkân hükmüne gelen bir meşher-i nurânidir. O sergide, îmanî nurlar teşhir ediliyor. Ve velâyet-i kübrâ yollarını gösterdiğini, iki kere iki dört eder derecesinde kanaatim gelmiştir.
İkinci gördüğüm rüyanın tabiri, Allahu a’lem şöyle olsa gerektir: Kıbleye karşı kışla ise, Allah’a mânevî asker olan gençlerin Isparta Vilâyeti’ndeki geniş dershanelerine işarettir. Ekmeği dağıtan zât ise, Üstad-ı Muhterem Said Nursî’dir. Ekmek pişiren fırın ise, Üstadımın hususî medresesidir. Fırının ekmeğinin müşterileri ise, Risaleleri okuyup, lezzetini anlayan -benim gibi ve arkadaşlarım gibi- “Hel min mezîd?” (Daha var mı?) diyenlerdir.
Evet Üstad-ı Muhterem, insanlara mânevî ekmek dağıtıcıdır. Bu fırında çok işaretler vardır. Aklım bu kadar yetişiyor. Gençlerin ayakta olması ise, gençlerin îmanî Risaleleri okuyup imanları kuvvetleneceğine işarettir. O tatlı ve yedikçe noksan olmayan üzüm ve ekmek ise, her şeyden daha tatlı i’caz-ı Kur’ân esrarına ve imanın envârına işarettir ki, onları Risale-i Nur dağıtıyor. Âciz talebeniz ise, gençlerin başında ve sağ tarafta bulunmamın sebebi ise, gençlere ihsan-ı İlâhî, ikrâm-ı İlâhî ve Üstad-ı Muhteremin himmetiyle o gençlere vesile olacağıma işarettir inşaallah. Benim aklım bu kadar eriyor, bu kadar tabir edebildim. Rüyalarımın ıslâh ve tâbirini rica ederim.
Yirmi gün zarfında bir rüya daha gördüm: Eğirdir Gölü’nün kenarında, yani çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde Üstadım Said (ra) bulunuyor. Bu esnada eline büyük kırmızı kaplı bir kitap alıp, çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilâhare hâriçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip Üstadımın elinden o kitabı -yani okuduğu hutbeyi- istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara, “Bu âna gelinceye kadar böyle bir hutbeyi hiç bir imam okumamıştır.” diyerek, o kitâbeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım, Allah hayretsin.
Bu rüyayı da bildiğim kadar tâbir edeceğim: O deniz ise, Şeriat-ı Muhammediye’dir (sas). O çadır ise Isparta Vilâyeti’dir. O hutbe ise, Risaletü’n-Nur ve Mektubâtü’n-Nur’dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise, ya Şeyh-i Geylânî, ya İmam-ı Rabbânî’dir. Risaleler Makam-ı Mahmud yolunu tarif ediyorlar. Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.
Bu rüyaların tesiri altında Risaleleri devam üzere yazmakta iken, Allah’ın tevfiki ve Üstad-ı Muhteremin himmeti erişti. Çok çok istifade etmeye başladım. Bilâhare, bütün o rüyamda gördüğüm gençler etrafıma toplandı. Her birisi bana arkadaş ve Kur’ân’a talebe oldu. Bir de bizim memleketin insanları, bir parça ehl-i tarikat ve ehl-i takvâdır. Memleketimizde zâhir ve bâtın hocası olmadığından şeytana ve nefse çok defa hedef oluyorduk ve evham içinde boğuluyorduk. Risaleleri okudukça, melûn şeytanın ve nefsin hilelerini ve evhamlarını Cehennem’in dibine atıyordu. Risaleleri okuyorken, çok arkadaşlar çok hayrette kalırlardı. ‘Bu koca Bedi’, lülü-misâl bu sözleri, bu kelimeleri nereden buluyor?’ diye birbirimize çok defa söylüyorduk. Lisânına baksan, bir şey istifade edilmez gibi görünüyor. Halbuki, söyledikleri hep hikmettir. Nazarıma dehşet veriyor, nur seriyor, diye tekrar tekrar iştiyakla okuyorduk. Bunun üzerine, ‘Risaletü’n-Nur ve Mektûbâtü’n-Nur, okuyanlara bir iksîr-i azamdır.’ diye hükmettik.
Muhterem Üstadım, maddî ve manevî yaraları bulunan, bu yüz arkadaşımın yaralarını, Risaleler tedâvî ediyor. Hattâ, bazen bizden uzak olanlar evhama boğulur, gelirler; âciz talebeniz, bir Risale okursam evhamını kaldırır, giderlerdi. Cenab-ı Hak, Feyyâz-ı Mutlak ve Hallak-ı Azîm mevcudat ve câmidat ve zerreler adedince sizden râzı olsun. Âmin.
Cenab-ı Hak, nasıl ki Cehennem gibi bir zaman içinde Cennet gibi bir zamanı halk eder ve her zamana lâyık çareleri icad eder ve her yaraya muvafık ilâcı ihsan eder. Öyle de bu medresesiz zamanımızda bizim gibi yaralılara Üstad-ı Muhterem vasıtasıyla Risaleleri Türkçe olarak telif ettiriyor. Buna ne kadar şükredeyim; lâyuâd velâ yuhsâ Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ve Üstad-ı Muhteremi de Kur’ân hizmetinde muvaffak edip iki cihanda aziz eylesin. Âmin.
Eğer sesim erişseydi, olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki gençlere diyecektim: ‘Risaleleri ciddi okumak ve yazmak yirmi sene medresede okumaktan fâiktir ve daha menfaatlidir.’ Medresede okumaktan maksad, evvelâ kendini kurtarıp, sâniyen Ümmet-i Muhammed’i (sas) kurtarmaya çalışmak değil mi? Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım.
Herbir Risale, tek başına bir mürşid-i ekmeldir. Kalbi bozulmamış herhangi bir genç, bir Risaleyi alıp dikkatle ve teslimiyetle okusa, inkıyad, itaat dairesine geliyor, ıslah oluyor. Herhangi bir maddiyyun bir Risaleyi alıp okursa, iman etmezse de hiçbir bahane bulamıyor. Herhangi bir dinsiz okusa ve tamam mânâsıyla anlasa, imana geliyor. Herhangi bir feylesof okusa ‘Bundan daha yüksek akıl olamaz ve akıllar toplansa bunun fevkine çıkamaz, akıl buna yol bulamaz.’ diyor.”
Bu mektubu yazan Mustafa Hulusî Bey’in Üstad’la görüşmesi şöyle oluyor: Üstad Hazretleri yeğeni Abdurrahman’ın vefatı dolayısıyla üzgündür ve bu sebeple Barla’nın dere ve dağlarını yalnız olarak gezmekte, Kur’ân’dan gelen nurların tesellisiyle dayanmaya çalışmaktadır. Bu gezilerden birinden Barla’ya döndüğünde, Kuleönü’nden Mustafa isminde bir gencin kendisine abdest ve namaza dâir birkaç meseleyi sormak için geldiğini öğrenir. O dönem misafir kabul etmediği hâlde, ileride Risale-i Nur’a yapacağı kıymetli hizmeti ve ruhundaki ihlâsı okuyarak, onu kabul eder.
İnsanı hayrette bırakacak samimi ifadelerle yazılan bu mektup bir hârika... Ben, lise veya üniversitede okuyanların veya buralardan mezun olmuşların ‘Risalelerin dili ağır, okuyamıyorum, okusam da anlayamıyorum.’ diyenlerine, Kuleönülü Sarıbıçak Mustafa Hulûsî’nin yukarıdaki mektubunu okuyarak şunları söylüyorum: “Bu ağabeyimiz nereden mezun? Acaba ilkokuldan sonra hangi tahsili yaptı? Şu ifadeler bize neyi anlatıyor? Risaleleri okuyup yazmasa ve anlamasa idi bu mektubu nasıl yazabilirdi? Şimdi lûgatler var... Ayrıca her sayfanın altına kelimelerin mânâları yazılmış Risaleler var... Biz hâlâ niçin olgun bir Türkçe ile yazılmış Nur Risalelerini okumaktan ve meseleleri idrakten kendimizi mahrum etmeye çalışıyoruz. Bir eseri yazıldığı hâliyle okuyup anlamak kadar büyük bir zevk olabilir mi? Bu gaflet neden? Benim fark edebildiğim bir husus var: Başka eserler çok okununca ülfet ve ünsiyet verebiliyor. Ama Risaleler okundukça, ülfet ve ünsiyet perdelerini parça parça edip kendilerini daha taze ve yepyeni güzelliklerle arz ediyorlar. Ülfet ve ünsiyet gafletine düşenler, onu okumaya ve tekrar tekrar müzakereye yanaşmayanlardır. İsteyen bu tespitimi, çok okuyarak tecrübe edebilir. Yeter ki, tam olarak kendimizi Risalelere verebilelim...”
Mustafa Hulusi Ağabeyin ağzından
Dînî ilimleri öğrenme kaynaklarının kuruduğu, âlim ve mürşitlerin bir şey öğretmeye çekindiği, yani bir milletin iman ve Kur’ân mevzuunda câhil kaldığı bir dönemde Kur’ân-ı Kerîm’den istihrâc ve istinbât edilen Risale-i Nurlar, bazı köylerimize kadar ulaşıp oralara birer Hızır çeşmesi ve irfan pınarı oldu. İlhâmat-ı Kur’âniye ve sünuhât-ı Kur’âniye olan bu mübarek eserler, birer üniversite gibi, insanımızı pek çok yönden geliştirdi.
İşte kendini “Ben hiçbir Arabiyat görmeden, medresede beş on sene okumadığım hâlde, yalnız Risale-i Nurları yazıp ciddiyetle okudum.” diye tarif eden Kuleönü Köyü’nden Mustafa Hulûsi Sarıbıçak: “Kendimi yirmi sene medresede okumuş gibi tahayyül ediyorum. Sebebi ise, bu âcizin, bu fakirin, bu miskinin nezdine çok Arabiyat hocaları geliyor ve benim okuduğuma hayret ediyorlar. Evvelden mürşid-i kâmil terbiyesi görmüş insanlar geliyorlar, benden işittikleri kelimelere meftun oluyorlar. Çok hocalar, iki diz üzerine gelip ‘Risale okuyuver’ diyorlar.” diyor.
İşte onun, Bediüzzaman Hazretleri’ne yazdığı mektuptan bir parça:
“Ey benim muhterem Üstadım!
Âciz talebenizin ruhu küre-i arz içerisinde bazen şarka, bazen garba, bezen şimâle, bazen semâya giderdi. ‘Acaba yardım ne taraftan erişecek?’ diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel arardı. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki, ‘Mürşidi sen uzakta arıyorsun, pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O zâtın Risale-i Nur’u müceddid hükmündedir. Hem aktaptır, hem Zülkarneyn’dir, hem âhirzamanda gelecek İsâ Aleyhisselam’ın vekilidir; yani müjdecisidir.’ denildi. Bunun üzerine Üstad-ı Muhteremin nezdine vardım. Risaleleri yazmamız için bize emir verdi. Ben de on beş kadar Sözler’den yazdım ve okuyorum. İstidâdım kısa, fikrim müşevveş olduğundan, Risalelerden hakkıyla istifade ve istifâza edemiyordum.
Bilâhare, Yirmi İkinci Mektubu verdiniz, yazdım. Bir iki defa arkadaşlarımla okudum. Âciz talebeniz maddî ve mânevî on beş yaşından beri, mâzide birikmiş olan küflü yaralarını tedâvî etti. Elhamdülillah. Bunun üzerine bir rüya gördüm. Rüya budur:
‘Menâmda (rüyada), kıbleye karşı bir vilâyete gittim. O vilâyette gezerken, iki büyük acîb fabrikaya rast geldim. Bu fabrikalar, dünyadaki fabrikalara benzemiyor ve hem de bu fabrikalar insanın sağ cenahına geliyor. İkisinin de sahipleri yok. İçerisine girdim; fabrikanın biri büyük, biri küçük. Bu küçük fabrikayı ben idare ederim, diye ona sahip oldum.’
Bunun üzerine bir rüya daha gördüm:
‘Kıbleye karşı uzun bir kışla ve kışlanın içinde büyük bir fırın var. Ben de o fırının dairesindeyim ve ayak üzereyim. Karşımda, gençlerden ehl-i takvâ Süleyman isminde bir genç vardı. Sağ tarafımda yine gençten, İsmail isminde birisi vardı. Buna binâen, tahmine göre yüz kadar genç, o fırının dairesinde sağımda ve solumda ayak üzere idiler. Hayret ettim. Bunun üzerine büyük bir zât geldi, gençlerin önüne ufacık bir mendil serdi. O mendil üzerinden, dört köşe haşhaşlı ekmeği gençlere birer birer dağıttı. Daha sonra, o mendilin içinden birer avuç da kuru üzüm dağıttı. Bakıyorum; o mendilden üzüm ve ekmek tükenmedi. Hayret ettim. Bana denildi ki, ‘Bu mübarek zât, Saîd Nursî’dir.’ Ben de ‘Bu hârika iş aktablarda bulunur.’ dedim, uyandım.”
Kuleönülü Mustafa Hulûsi Bey, mektubunun sonunda, gördüğü rüyaları bir bilge gibi şöyle tâbir ediyor:
“Biri büyük, biri küçük fabrikadan, büyük fabrika ise, Üstad-ı Muhteremindir. Fabrikanın içerisinde bulunan acîb ve garip bedi’ âletler ise, bu zamana kadar hiçbir imamın söylemediği kelimeleri ve iman telkinatlarını yapan Risale-i Nur eczalarıdır. O küçük fabrika ise Risale-i Nurları kim okuyup yazarsa, o dahi küçük fabrikaya benzeyecek. İçerisindeki bedi’ âletler ise, Risale-i Nur’un düsturları, hakikatleri ve imânî meselelerdir. Okuyan ve yazan insanlar, öyle kuvvetli ve sarsılmaz îmanları bulacaklardır. Fabrika hareketleri ise, Risaleleri okuyup yazan adamların kemâl-i şevk ve heyecanla çalışmalarıdır. Görmüş olduğum vilayet ise, velâyet-i kübra yollarını gösteren Risale-i Nur’dur.
Bu rüyayı takviye için, bir rüya daha söyleyeceğim: “Rüyamda, İstanbul’a yaya olarak iki defa gittim. İstanbul’a vardığımda, dükkânları hep açıktır, içinde sahipleri yoktur. Dükkânların içinde –sandıklarda- büyük büyük mıhlar gördüm ve başka demir parçaları da vardı. Bunun üzerine mânevî rahmet yağarken, İstanbul’dan yaya olarak avdet ettim.
Allahu a’lem, bunun tâbiri de, dünyada İstanbul büyük ve güzel memleket olduğu gibi, öyle de Risaleler ve Mektubatü’n-Nur velâyet-i kübrâ yollarını gösterir. Demir gibi kuvvetli, elmas mıhlar gibi hakikatin burhanlarını, satışa çıkaran ve her Risale bir dükkân hükmüne gelen bir meşher-i nurânidir. O sergide, îmanî nurlar teşhir ediliyor. Ve velâyet-i kübrâ yollarını gösterdiğini, iki kere iki dört eder derecesinde kanaatim gelmiştir.
İkinci gördüğüm rüyanın tabiri, Allahu a’lem şöyle olsa gerektir: Kıbleye karşı kışla ise, Allah’a mânevî asker olan gençlerin Isparta Vilâyeti’ndeki geniş dershanelerine işarettir. Ekmeği dağıtan zât ise, Üstad-ı Muhterem Said Nursî’dir. Ekmek pişiren fırın ise, Üstadımın hususî medresesidir. Fırının ekmeğinin müşterileri ise, Risaleleri okuyup, lezzetini anlayan -benim gibi ve arkadaşlarım gibi- “Hel min mezîd?” (Daha var mı?) diyenlerdir.
Evet Üstad-ı Muhterem, insanlara mânevî ekmek dağıtıcıdır. Bu fırında çok işaretler vardır. Aklım bu kadar yetişiyor. Gençlerin ayakta olması ise, gençlerin îmanî Risaleleri okuyup imanları kuvvetleneceğine işarettir. O tatlı ve yedikçe noksan olmayan üzüm ve ekmek ise, her şeyden daha tatlı i’caz-ı Kur’ân esrarına ve imanın envârına işarettir ki, onları Risale-i Nur dağıtıyor. Âciz talebeniz ise, gençlerin başında ve sağ tarafta bulunmamın sebebi ise, gençlere ihsan-ı İlâhî, ikrâm-ı İlâhî ve Üstad-ı Muhteremin himmetiyle o gençlere vesile olacağıma işarettir inşaallah. Benim aklım bu kadar eriyor, bu kadar tabir edebildim. Rüyalarımın ıslâh ve tâbirini rica ederim.
Yirmi gün zarfında bir rüya daha gördüm: Eğirdir Gölü’nün kenarında, yani çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde Üstadım Said (ra) bulunuyor. Bu esnada eline büyük kırmızı kaplı bir kitap alıp, çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilâhare hâriçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip Üstadımın elinden o kitabı -yani okuduğu hutbeyi- istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara, “Bu âna gelinceye kadar böyle bir hutbeyi hiç bir imam okumamıştır.” diyerek, o kitâbeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım, Allah hayretsin.
Bu rüyayı da bildiğim kadar tâbir edeceğim: O deniz ise, Şeriat-ı Muhammediye’dir (sas). O çadır ise Isparta Vilâyeti’dir. O hutbe ise, Risaletü’n-Nur ve Mektubâtü’n-Nur’dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise, ya Şeyh-i Geylânî, ya İmam-ı Rabbânî’dir. Risaleler Makam-ı Mahmud yolunu tarif ediyorlar. Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.
Bu rüyaların tesiri altında Risaleleri devam üzere yazmakta iken, Allah’ın tevfiki ve Üstad-ı Muhteremin himmeti erişti. Çok çok istifade etmeye başladım. Bilâhare, bütün o rüyamda gördüğüm gençler etrafıma toplandı. Her birisi bana arkadaş ve Kur’ân’a talebe oldu. Bir de bizim memleketin insanları, bir parça ehl-i tarikat ve ehl-i takvâdır. Memleketimizde zâhir ve bâtın hocası olmadığından şeytana ve nefse çok defa hedef oluyorduk ve evham içinde boğuluyorduk. Risaleleri okudukça, melûn şeytanın ve nefsin hilelerini ve evhamlarını Cehennem’in dibine atıyordu. Risaleleri okuyorken, çok arkadaşlar çok hayrette kalırlardı. ‘Bu koca Bedi’, lülü-misâl bu sözleri, bu kelimeleri nereden buluyor?’ diye birbirimize çok defa söylüyorduk. Lisânına baksan, bir şey istifade edilmez gibi görünüyor. Halbuki, söyledikleri hep hikmettir. Nazarıma dehşet veriyor, nur seriyor, diye tekrar tekrar iştiyakla okuyorduk. Bunun üzerine, ‘Risaletü’n-Nur ve Mektûbâtü’n-Nur, okuyanlara bir iksîr-i azamdır.’ diye hükmettik.
Muhterem Üstadım, maddî ve manevî yaraları bulunan, bu yüz arkadaşımın yaralarını, Risaleler tedâvî ediyor. Hattâ, bazen bizden uzak olanlar evhama boğulur, gelirler; âciz talebeniz, bir Risale okursam evhamını kaldırır, giderlerdi. Cenab-ı Hak, Feyyâz-ı Mutlak ve Hallak-ı Azîm mevcudat ve câmidat ve zerreler adedince sizden râzı olsun. Âmin.
Cenab-ı Hak, nasıl ki Cehennem gibi bir zaman içinde Cennet gibi bir zamanı halk eder ve her zamana lâyık çareleri icad eder ve her yaraya muvafık ilâcı ihsan eder. Öyle de bu medresesiz zamanımızda bizim gibi yaralılara Üstad-ı Muhterem vasıtasıyla Risaleleri Türkçe olarak telif ettiriyor. Buna ne kadar şükredeyim; lâyuâd velâ yuhsâ Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ve Üstad-ı Muhteremi de Kur’ân hizmetinde muvaffak edip iki cihanda aziz eylesin. Âmin.
Eğer sesim erişseydi, olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki gençlere diyecektim: ‘Risaleleri ciddi okumak ve yazmak yirmi sene medresede okumaktan fâiktir ve daha menfaatlidir.’ Medresede okumaktan maksad, evvelâ kendini kurtarıp, sâniyen Ümmet-i Muhammed’i (sas) kurtarmaya çalışmak değil mi? Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım.
Herbir Risale, tek başına bir mürşid-i ekmeldir. Kalbi bozulmamış herhangi bir genç, bir Risaleyi alıp dikkatle ve teslimiyetle okusa, inkıyad, itaat dairesine geliyor, ıslah oluyor. Herhangi bir maddiyyun bir Risaleyi alıp okursa, iman etmezse de hiçbir bahane bulamıyor. Herhangi bir dinsiz okusa ve tamam mânâsıyla anlasa, imana geliyor. Herhangi bir feylesof okusa ‘Bundan daha yüksek akıl olamaz ve akıllar toplansa bunun fevkine çıkamaz, akıl buna yol bulamaz.’ diyor.”
Bu mektubu yazan Mustafa Hulusî Bey’in Üstad’la görüşmesi şöyle oluyor: Üstad Hazretleri yeğeni Abdurrahman’ın vefatı dolayısıyla üzgündür ve bu sebeple Barla’nın dere ve dağlarını yalnız olarak gezmekte, Kur’ân’dan gelen nurların tesellisiyle dayanmaya çalışmaktadır. Bu gezilerden birinden Barla’ya döndüğünde, Kuleönü’nden Mustafa isminde bir gencin kendisine abdest ve namaza dâir birkaç meseleyi sormak için geldiğini öğrenir. O dönem misafir kabul etmediği hâlde, ileride Risale-i Nur’a yapacağı kıymetli hizmeti ve ruhundaki ihlâsı okuyarak, onu kabul eder.
İnsanı hayrette bırakacak samimi ifadelerle yazılan bu mektup bir hârika... Ben, lise veya üniversitede okuyanların veya buralardan mezun olmuşların ‘Risalelerin dili ağır, okuyamıyorum, okusam da anlayamıyorum.’ diyenlerine, Kuleönülü Sarıbıçak Mustafa Hulûsî’nin yukarıdaki mektubunu okuyarak şunları söylüyorum: “Bu ağabeyimiz nereden mezun? Acaba ilkokuldan sonra hangi tahsili yaptı? Şu ifadeler bize neyi anlatıyor? Risaleleri okuyup yazmasa ve anlamasa idi bu mektubu nasıl yazabilirdi? Şimdi lûgatler var... Ayrıca her sayfanın altına kelimelerin mânâları yazılmış Risaleler var... Biz hâlâ niçin olgun bir Türkçe ile yazılmış Nur Risalelerini okumaktan ve meseleleri idrakten kendimizi mahrum etmeye çalışıyoruz. Bir eseri yazıldığı hâliyle okuyup anlamak kadar büyük bir zevk olabilir mi? Bu gaflet neden? Benim fark edebildiğim bir husus var: Başka eserler çok okununca ülfet ve ünsiyet verebiliyor. Ama Risaleler okundukça, ülfet ve ünsiyet perdelerini parça parça edip kendilerini daha taze ve yepyeni güzelliklerle arz ediyorlar. Ülfet ve ünsiyet gafletine düşenler, onu okumaya ve tekrar tekrar müzakereye yanaşmayanlardır. İsteyen bu tespitimi, çok okuyarak tecrübe edebilir. Yeter ki, tam olarak kendimizi Risalelere verebilelim...”