Seksen ikilik adam

harp

Well-known member
Seksen ikilik adam
12 Mayıs 2011 Perşembe 07:18
Kendilerini özgür zanneden bazı insanlar, kapasitelerinin, ufuklarının, heveslerinin, yaşadıkları günlerin ve kabullerinin mahkumu olduklarının farkında bile değildirler. Mahkum oldukları için etraflarına duvarlar örer, duymaz, dinlemezler. Bir görenin kılavuzluğuna, yollarını aydınlatacak bir çerağa muhtaç olduklarını bilmezler. Hakikat kapılarının önüne kadar gelse kovar, yanılma ihtimallerini akıllarına getirmekten bile korkarlar.
Eşkıyalar, adamın evini yakmışlar. Adam, oğlunun da evle birlikte yandığını düşünmüş. İyice salmış kendisini, o yangında oğlunun da yandığına iyice inandırmış. Aradan yıllar geçmiş, oğlu eşkıyaların elinden kurtulup gelmiş, evinin kapısını çalmış. Babası, “Kim o?” diye sormuş.
-Benim baba, oğlun.
Adam, kendi vehmine ve hayaline o kadar inanmış ki, hakikate kapıyı açmamış.
-Benim oğlum öldü, demiş oturduğu yerden.
Kalkıp bakmamış bile.
Ateş böceği kadar aklına itimad edip güneşe gözünü kapatan, hakikati cılız aklıyla armaya çalışan, Nil nehrinin kenarında bir testi su taşımayı akıllılık sanan, “Felsefenin halis tilmizi” de böyledir, dik başlı, inatçı, kibirli ve aldanmış… Ayakları kendi gölgesine takılır.
Birkaç programa katılmak için kitapevinin davetlisi olarak Kars’a gidiyordum. Yanımda, seksen iki yaşında bir adam oturuyordu. Emekli bir profesör…
Bütün bütün elden ayaktan düşmüş değilse de, yaşının tesiri her halinden belliydi. Yorgun olmayan bir yeri vardı, o da dili…
“İyi yolculuklar” dileyip yanına oturmuştum ki, sorusunu sordu.
-Siz de mi protesto gösterisine gidiyorsunuz?
-Hayır.
İşini yapmak için yanından gelip geçen hostesleri bile durduruyor, derdini anlatıyor, “memleketin en önemli meselesi” diyordu.
Ben yaşına göstermem gereken hürmeti koruyarak konuştum, o yol boyu anlattı. Bir aralık soluklanınca, önce baş, sonra şehadet parmağımı göstererek sordum.
-Bu parmağımdaki parmak izi ile bu parmağımdaki parmak izi farklı olduğu gibi, dünyanın herhangi bir yerinde, mesela Afrika’da veya Amerika’da şu anda dünyaya gelen bir çocuğun parmak izi de farklı. Hem onca parmakta iz olması ve hem de her parmağın üzerindeki çizginin farklı olması nasıl olabilir sizce?
-Bak anlatayım, dedi.
Gerçekten merak ettim, ne anlatacağını… Uzun uzun konuştu, nasıl olsa Kars’a daha çok vardı. İlim zannedildiği kadar ilerlememişti, yüz sene önce bilmediğimiz bir şeyi şimdi biliyorduk.
Yani cevabı, “bilmiyorum”du. Sadece bunu uzun sözlerle, vehmi kabullerle anlatıyordu.
-Bunda bilinmeyecek ne var ki, dedim, elimdeki bardağı tutarak. Sorumun cevabı zamanın değiştireceği bir cevap değil. Bu bardağı bir yapan olduğuna göre, bardağı yapan eli de bir yapan olmaz mı, bunu soruyorum.
-Sen, dedi, okumuşsun, fakat çok garip manalar çıkarmışsın. Bırak öyle parmağı, izi falan… Bak şu göklere, bulutlara…
-Bakalım, dedim biraz da gülerek. Ne güzel yapılmış, ne müthiş bir manzara…
-Hep aynı şeyi tekrarlıyorsun, takılıp kalmışsın.
-Siz sanata ilginiz olduğu için bu yaşınızda yollara düştüğünüzü söylemiştiniz. Şimdi birisi gelip bu bulutların, bu göklerin resmini çizse, sahtesini yapanı takdirle kabul ediyorsunuz da, hakikisini yapan sanatkarı niye kabul etmiyorsunuz?
-Ben artık bir şey konuşmayacağım.
Konuştu. Özünde bana ait olmayan bu bakış ona çok farklı geldi.
İçimden dua ettim, nefsini tahrik etmemeye çalıştım, o bazen öfkelenmiş gibi konuşsa da ben hep nezaketle davrandım. Karşımda, hayattan hiçbir şey anlamadan koca bir ömrü heder etmiş bir adam vardı. Dün helvadan yaptığı puta tapanlardan daha komik bir durumda olduğunu, hayatı sadece madde görürken, helvanın maddesine, atomuna, elektronuna taptığını bilmiyor, “bir kase cansız toprak bütün ağaçların şeklini, meyvesini, tadını biliyor olamaz” dediğimde, hiçbir şey duymamış gibi, bir lahza olsun düşünmeye tenezzül etmeden kavgalarını anlatmaya devam ediyordu.
Acıdım…
Hem ona, hem onlar bizim elimizdeki nura tenezzül edip bakmıyorken, onların zulmetine kıymet verircesine bakanlara, iki cami arasındaki beynamaz gibi yolunu, yönünü tayin edemeyip şaşkın şaşkın duranlara, biraz oradan biraz buradan olmayı doğru sananlara acıdım.
Yol boyu ona bir defa “Allah” dedim, “karıştırma” dedi.
“Hayatınız hafızanızda kaydedilmiş, demek hesap var” dedim, kimseye hesap vermeyeceğini söyledi. Kendisinin olmayan bir hayatı ve dünyayı kullandığını bile bilmiyordu.
Düşüncemi anlamasına rağmen, beni protestoya destek vermeye davet etti, “gittiğin yerlerde anlat” dedi. Hosteslerin adamın yanında durmadan, birkaç cümle duymadan geçmeleri mümkün olmadı. O taşlar çok manalıydı. Orada dünya çapında bir sanat eseri vardı.
Seksen iki yaşına rağmen davasının derdiyle oralara kadar gelen adamın yanından “ulaşılacak çok insan var” düşüncesiyle ayrıldım.
Ama bu, günah kalpte katmerleşmeden, hayal hakikat gibi kutsanmadan evvel olmalıydı. Yoksa bir terzi bile elden ayaktan düştüğünde, yıllarca yaptığı en kolay şeyi, yani kumaşı kesmeyi bile beceremiyorken, bir insanın ömür boyu yapmadığı şeyi son günlerinde yapması çok zordu.
Kapısına gelen hakikati kovabilirdi.
 
Üst