Şeriat getireceksiniz ha!”

Eyvàh!

Well-known member
Şeriat getireceksiniz ha!”
Ben Ankara hapishanesinde iken anam da 'Devletin temel nizamlarını dinî inanç ve akidelere uydurmak maksadiyle propaganda yapmak' suçundan yargılanıyordu. Oysa devleti de temel nizamlarını da bilmiyordu, propaganda kavramından habersiz bulunuyordu, ama savcı parmağını namlu gibi yüzüne uzatıp uzatıp çekiyor, sesindeki tehdit pürüzleri salonun grî duvarlarını sıvayarak. ‘Sen şeriatı getireceksin ha!...’ diye itham ediyordu.(...)
Anamın yanında halam, onun yanında kızkardeşlerim vardı. Halam ellisini geçmiş, anam ise yetmişini sürüyor. Ve savcı bey durmadan, dinlemeden ithamlarını sıralıyordu:
- Şeriat getireceksiniz ha!..
- Ayin yapıyorsunuz ha!..
- Dini siyasete âlet ediyorsunuz ha!.. (...)
İhbar almışlardı. Bir solcu öğretmenle bir CHP üyesi şikâyet etmişti onları. (...) İhbarları değerlendirmeye koşmuşlardı. Yanlarında muhbirler, jandarmalar, polis ve muhtar olduğu halde, evin üst yanındaki tümseğe çöreklenip geceler boyu beklemişlerdi. (...) Komiser bey orada sıkılmış, muhbirlere çıkışmıştı:
"Hani?"
Arada jandarma başçavuşu fikir yürütmüştü:
"Bir yanlışlık olacak, hiçbir şey olmuyor."
Muhbirler işi sıkı tutmaya kararlıydılar.
"İçerde neler var neler, girmeden anlayamazsınız ki."
"Nur Risâlelerini çoğaltıp dağıtıyorlar. Bunlar çok tehlikeli insanlardır. Makineli tüfek filan bulunduruyorlardır mutlaka."
"Evi basalım..."
Muhtar akraba gelirdi bize. Gelirdi ya, Halkçı oluşunu akrabalığından öne çıkarmıştı. Bu ev Demokrattı. Birinci düşmanlık sebebi. Bu evdekiler çok dindardı ve Risâle-i Nur okuyorlardı; ikinci düşmanlık sebebi. Köylülere tesir ediyor, Halk Partisine oy verdirmiyorlardı. Üçüncü düşmanlık sebebi. (...) “Basalım” demişti muhtar, “Evi basalım.”
Bir jandarma eri içeriye dalmıştı. (...)Kapıyı açmıştı diğerlerine, içeri fışkırmışlardı. (...) Muhtar sofada dinleniyordu. Raftan aldığı kitabı ileri geri sallıyor, hıncına salyalarını katarak hım hım sesi isli duvarlara çarpıyordu:
"Ben size bu kitapları okumayacaksınız demedim miydi? Ben size tembih vermedim miydi? Ben size..." (...)
Anam... Devletin düzenini değiştirmekten sanık... Yetmiş yaşında okuma yazması olmayan bir köy kadını, mantık tepe taklak olmuş, dört kadının ne yapıp da, nasıl bir ordu kurup da, ne gibi silâhlar kullanıp da düzeni değiştirebileceklerini soran, düşünen yok.
Köylü sabahın erken saatinde yankılanan bu haberle korkunun cenderesine kısılmış. Kur'ân-ı Kerim'leri bile saklama telâşında. Şimdi düşünüyorum, bir sonuç alamayacaklarını bile bile kasıtlı davranışlar acaba halkı ürkütüp dinden uzaklaştırmaya mı matuftu? Şayet öyle ise başaramadılar. (...) Ağır cezaya kaldırılmasına rağmen beraat kararı, muhbirlerin ve müttehimlerin yüzüne kırbaç kırbaç şakladı. “Suçsuzdurlar!”
Ben, mahkemeden sonra köye gitmiş, hâdiseyi köyde öğrenmiştim. Birkaç gün kaldıktan sonra yine Ankara'ya döndüm. Yeni bir şevk, taze bir heyecanla Risâlelerin tab işleri ile tekrar başbaşa kaldım.
Son Şahitler, s. 397
 
Üst