Hayat gemisi, ezeliyet ikliminden ebediyet âlemine doğru hızla akıp gitmektedir. Hayy olan Allah’tan gelip “Hû”ya; yani O’nun katına doğru koşmaktadır. Bu yüzden son nefes gerçeğini solukladığı ve ölüm haberi duyduğu demlerde insan, teslimiyetini şöyle ifade eder:
“إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ” O’ndan geldik, O’na aidiz; O’na döneceğiz. (el-Bakara, 2/156)
İnsanoğlu, ebediyet tutkunluğu sebebiyle...Hayat gemisi, ezeliyet ikliminden ebediyet âlemine doğru hızla akıp gitmektedir. Hayy olan Allah’tan gelip “Hû”ya; yani O’nun katına doğru koşmaktadır. Bu yüzden son nefes gerçeğini solukladığı ve ölüm haberi duyduğu demlerde insan, teslimiyetini şöyle ifade eder:
“إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ” O’ndan geldik, O’na aidiz; O’na döneceğiz. (el-Bakara, 2/156)
İnsanoğlu, ebediyet tutkunluğu sebebiyle hep ötelerde görse de, ölüm ona nefes kadar yakındır. Ölüm denilen şey aldığı nefesi verememek, verdiğini alamamaktan ibarettir. Çünkü insan için kaçınılmaz bir son ve ebediyete açılan bir yol vardır. Şairane ifadesiyle:
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Evet, ölüm hayat için son derece anlamlıdır. Hayatı olmayan bir ölüm nasıl hiçlik ve yokluk demekse; ölümü olmayan bir hayat da öyledir. Eşya zıtlarıyla kâim olduğu için gecenin varlığı gündüzü, akın varlığı karayı, ölümün varlığı da hayatı anlamlı kılar. Allah Teâlâ Mülk Sûresinde: “Sizin hanginizin daha iyi amel yaptığını sınamak için ölümü de, hayatı da yaratan Allah’tır” buyrulmaktadır. Ayetten anlaşıldığına göre hayat ve ölüm imtihan amaçlıdır. Hayat olmasa ölümün; ölüm olmasa hayatın imtihan gayesi tahakkuk etmezdi.
Âyette ölümün hayattan önce zikredilmiş olması dikkat çekicidir. Bu durumu insanın doğmadan önceki ölü haliyle irtibatlandırmak mümkün olduğu gibi ölümün hayırlı işler yapmaya daha müessir oluşu üzerinde de durulabilir. “Lezzetleri tarumar eden ölümü çokça hatırlayın” hadîsi de ölümün hayat üzerindeki düzenleyici etkisine ve terbiye edici tesirine dikkat çekmektedir.
“Hâfıza-i beşer nisyan ile ma’luldür” demişler. İnsan unutmaya meyyal bir varlıktır. Bu yüzden her zaman bir hatırlatıcıya ve uyarıcıya ihtiyaç duyar. Kâinattaki değişmeler, mevsimlerin peş peşe gelmesi; özellikle sonbahar ve kış mevsimleri ölümü, bahar mevsimi ise öldükten sonra dirilmeyi çağrıştıran ve insan hafızasında uyarılmalar sağlayan fırsatlar ve demlerdir. Hele her gün karşılaştığımız ölüm ve cenâze olayları, bizlere “ölümün ne güzel bir öğütçü ve nasihatçı” olduğunu haykırmaktadır.
Ölümü nazar-ı itibara alıp onunla son bulacak bir hayatın kıymetini ölçüp tartmak akıllıca bir hareket olmakla birlikte yeterli değildir. Çünkü ölüm sonrasını düşünmeyenler için, sadece ölümü düşünmek kaygı verici bir olaydır. Hatta ümitsizlik kaynağıdır. Ölüm kaygısı taşıyanların bir kısmı, “nasıl olsa bir daha dünyaya gelmeyecekleri” düşüncesiyle hiç ölümü ve ölüm ötesini düşünmeden dünyadan kâm almaya kalkarlar. Bir kısmı da ölüm rahatlığına ermek sevdasına kapılırlar. İkisi de güzel değil. Doğrusu ölüm ve hayatın ikisinin de imtihan gayeli olduğunu bilip ebedi hayat için hazırlanmaktır.
Aslında bu dünyâda insanları en çok korkutan şeylerden biri ölümdür. Ölümün soğukluğu insanları ürkütmekte, ellerini kollarını bağlamakta ve hatta bazen insanlara hayâtı anlamsız göstermektedir. Bu durum ölümün zâhirine bakanlar içindir. Oysa ki işin özüne bakıp bâtını görenlere göre ölüm, Allah’tan gelen rûhun yine O’na yükselmesidir. Çünkü insan rûhu bedende olduğu sürece geldiği ve döneceği âleme göre zindandadır. Nasıl zindanda olan insan hapishânenin yıkılmasından incinmez ve yıkanlara: “Bu binayı niye yıkıyorsunuz?” diye karşı çıkmazsa, aynı şekilde insan ölümle beden mülkünün vîrân olmasından incinmez, aksine sevinir. Nitekim Mevlânâ şöyle der: “Sen yaşıyorum sanırsın. Aslında beden zindanında mahbûssun. Zindandan kurtulur, beden kuyusundan çıkabilirsen Yûsuf gibi Mısır’a sultan olursun.”
Bu dünyâ her ne kadar var gibi görünse de önü ve sonu yokluk olduğuna göre, yok hükmündedir. Bu sebeple insana yakışan sonsuzluk âlemine kanat açmaktır. Ölüm insanoğlunun dünyaya gelişiyle birlikte başlamaktadır. Her an insanın bir cüz’ü ölüm halindedir. İnsan her an can vermede; canından bir miktarı yokluğa göndermededir. Allah’ın Muhyî/dirilten ve Mümît/öldüren sıfatları sürekli tecellî hâlindedir. Bu sıfatların gereği olarak insanda her an on binlerce hücre ölmekte ve on binlerce hücre yeniden yaratılmaktadır. Ancak bu olma ve yok olma o kadar hızlı gerçekleşmektedir ki biz hayâtı devam ediyor zannediyoruz. Nitekim ucunda ateş bulunan bir çubuğu hızla çevirdiğimiz zaman ışıktan oluşan bir dâire görürüz. Aslında ortada dâire yoktur, bu bir algı yanılmasıdır. Hayât da böyledir. Bir tarafta hızlı bir oluş, öbür tarafta hızlı bir yok oluş. Bütün bunlar bizi, “hayat devam ediyor” algı yanılmasına sevk etmektedir.
Bize ölüm gibi görünen hakîkatte ölümsüzlüktür. Bu dünyada maddî rızkın kesilmesi ya da azalması, öteki dünyanın rızkının artmasına vesîleyse ne güzel! İnsanlara soğuk ve korkutucu gelen ölümün dış görünüşü, can vermenin şeklidir. Yoksa ölümün iç yüzü diriliktir, yaşayıştır. Görünüşte her ne kadar bir tükenme gibi algılansa da hakîkatte ölüm, hayât ve ebedî hayâta geçiştir. Nitekim bizim geleneğimizde ölen kişi için “dünyâsını değiştirdi” ifâdesi kullanılmaktadır.
Herkesin ölümü kendi rengindedir. Allah’a kavuştuğunu düşünmeden ölümden nefret edenler, ölümü düşman gibi görür. Ölüme dost olanlarsa onu candan bir dost olarak karşılarlar. Ölümü Yûsuf gibi görenle kurt gibi gören arasında elbette fark vardır. Ölümü Yûsuf gibi gören, canını fedâya hazırdır. Ama gözüne ölüm kurt gibi görünen, ölümle karşılaşınca sapıtır, yolunu şaşırır, hattâ yoldan çıkar. Aslında ölümü bir ayna gibi görmek lazımdır. Nasıl ayna güzeli güzel, çirkini çirkin, beyazı beyaz, zenciyi siyah gösterirse, ölüm aynası da insanlara gerçek kimlik ve kişiliklerini gösterir.
Ölümde insana korku veren bir boyutun olduğu bilinmektedir. Ancak ölüm korkusundan kurtuluş reçetesi Hz. Muhammed’in nûru sâyesinde fânî dünyaya bağlanmamak ve ona boyun eğmemektir. Böylece ölümün korkunçluğu zâil olur. Çünkü böyleleri gerçek hayatını ölümünde görür. Dünyada kalmayı yerinden, yurdundan ayrı kalma olarak değerlendirir. Bu dünyada bulunuş bir ayrılık olduğundandır ki biri ölünce: “Hiç şüphe yok ki, biz Allah’a âidiz, yine dönüp O’na varanlarız” diye ilticâ edilmektedir.
Ölümden korkulmaz, çünkü son yolculuk olan ölümle insan şu kirli topraktan kurtulmakta, göklere ve ötelere yükselmektedir. Yine ölüm sâyesinde insan, ruhlar âleminden bu dünyaya geliş rövanşını, daha doğrusu gerçek âlemine doğru ikinci bir doğumu yaşamaktadır. İnsanoğlu bu âlem için süreli bir kandil yakmıştır. Bu yüzden insanoğlu ömür kandili sönmeden aklını başına almalı, fitilini düzeltmeli, yağını koymalı; yâni gönül kandilini uyandırmalıdır. Gönül kandilinin ışığı, ölüm karanlıklarını da, küfür karanlıklarını da ışıtır; insanın son yolculuğunu kolaylaştırır ve onu Hakk’a götürür.
Hakk’a giden yol, Kur’an’daki en kısa sûrelerden olan ve inananların kurtuluş reçetesi sayılan Asr sûresinde hulâsa edilmiştir. Asra yemîn eden Yüce Allah zaman ve dünyâyı değerlendirme konusunda genelde ziyânda olan insanoğlunun son yolculuktaki kurtuluşunu ve cennete yönelişini şu dört şarta bağlamaktadır:
1- Sağlam bir îmân,
2- Sâlih/dönüştürücü bir amel,
3- Hakk’a bağlılık ve tavsiye,
4- Sabra sarılmak ve sabrı öğütlemek.
Son yolculuğun selâmeti ibâdet ve tâatlara bağlı olduğu gibi kulun son nefesteki durumuna bağlıdır. Bu yüzden Allah Teâlâ kullarını uyarmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’tan nasıl sakınmak gerekiyorsa öyle sakının ve Müslüman olarak ölmeye bakın.” (Ali İmran, 3/102) Son yolculukta insan kendini net olarak tanır ve amellerinin akıbetini görür. Üstat Necip Fazıl bu hali şöyle ifade eder:
O demdeki, perdeler kalkar perdeler iner,
Azrail’e hoş geldin diyebilmekte hüner.
Son nefes endişesi taşıyan birisi için son yolculuk bir başlangıçtır. Son nefesi güzel bir şekilde verebilmek fâni dünyânın imtihanlarına sabretmekle mümkündür. Zîrâ sabır, sırat köprüsüne benzer. Bu köprünün üzerinden dikkatle, titizlikle öbür tarafa geçilir. Öbür tarafta ise son yolculuğun nihâî durağı olan cennet vardır. Cennet ise güzellik yurdudur.
Son yolculuktan korkanlar âşık olmayanlardır. Onlar ömürlerinin uzaması için mühlet isterlerken âşıklar bir an önce son yolculuğa çıkmayı, O’na kavuşmayı dilerler. Çünkü âşıklar ölmez.
“إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ” O’ndan geldik, O’na aidiz; O’na döneceğiz. (el-Bakara, 2/156)
İnsanoğlu, ebediyet tutkunluğu sebebiyle...Hayat gemisi, ezeliyet ikliminden ebediyet âlemine doğru hızla akıp gitmektedir. Hayy olan Allah’tan gelip “Hû”ya; yani O’nun katına doğru koşmaktadır. Bu yüzden son nefes gerçeğini solukladığı ve ölüm haberi duyduğu demlerde insan, teslimiyetini şöyle ifade eder:
“إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ” O’ndan geldik, O’na aidiz; O’na döneceğiz. (el-Bakara, 2/156)
İnsanoğlu, ebediyet tutkunluğu sebebiyle hep ötelerde görse de, ölüm ona nefes kadar yakındır. Ölüm denilen şey aldığı nefesi verememek, verdiğini alamamaktan ibarettir. Çünkü insan için kaçınılmaz bir son ve ebediyete açılan bir yol vardır. Şairane ifadesiyle:
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Evet, ölüm hayat için son derece anlamlıdır. Hayatı olmayan bir ölüm nasıl hiçlik ve yokluk demekse; ölümü olmayan bir hayat da öyledir. Eşya zıtlarıyla kâim olduğu için gecenin varlığı gündüzü, akın varlığı karayı, ölümün varlığı da hayatı anlamlı kılar. Allah Teâlâ Mülk Sûresinde: “Sizin hanginizin daha iyi amel yaptığını sınamak için ölümü de, hayatı da yaratan Allah’tır” buyrulmaktadır. Ayetten anlaşıldığına göre hayat ve ölüm imtihan amaçlıdır. Hayat olmasa ölümün; ölüm olmasa hayatın imtihan gayesi tahakkuk etmezdi.
Âyette ölümün hayattan önce zikredilmiş olması dikkat çekicidir. Bu durumu insanın doğmadan önceki ölü haliyle irtibatlandırmak mümkün olduğu gibi ölümün hayırlı işler yapmaya daha müessir oluşu üzerinde de durulabilir. “Lezzetleri tarumar eden ölümü çokça hatırlayın” hadîsi de ölümün hayat üzerindeki düzenleyici etkisine ve terbiye edici tesirine dikkat çekmektedir.
“Hâfıza-i beşer nisyan ile ma’luldür” demişler. İnsan unutmaya meyyal bir varlıktır. Bu yüzden her zaman bir hatırlatıcıya ve uyarıcıya ihtiyaç duyar. Kâinattaki değişmeler, mevsimlerin peş peşe gelmesi; özellikle sonbahar ve kış mevsimleri ölümü, bahar mevsimi ise öldükten sonra dirilmeyi çağrıştıran ve insan hafızasında uyarılmalar sağlayan fırsatlar ve demlerdir. Hele her gün karşılaştığımız ölüm ve cenâze olayları, bizlere “ölümün ne güzel bir öğütçü ve nasihatçı” olduğunu haykırmaktadır.
Ölümü nazar-ı itibara alıp onunla son bulacak bir hayatın kıymetini ölçüp tartmak akıllıca bir hareket olmakla birlikte yeterli değildir. Çünkü ölüm sonrasını düşünmeyenler için, sadece ölümü düşünmek kaygı verici bir olaydır. Hatta ümitsizlik kaynağıdır. Ölüm kaygısı taşıyanların bir kısmı, “nasıl olsa bir daha dünyaya gelmeyecekleri” düşüncesiyle hiç ölümü ve ölüm ötesini düşünmeden dünyadan kâm almaya kalkarlar. Bir kısmı da ölüm rahatlığına ermek sevdasına kapılırlar. İkisi de güzel değil. Doğrusu ölüm ve hayatın ikisinin de imtihan gayeli olduğunu bilip ebedi hayat için hazırlanmaktır.
Aslında bu dünyâda insanları en çok korkutan şeylerden biri ölümdür. Ölümün soğukluğu insanları ürkütmekte, ellerini kollarını bağlamakta ve hatta bazen insanlara hayâtı anlamsız göstermektedir. Bu durum ölümün zâhirine bakanlar içindir. Oysa ki işin özüne bakıp bâtını görenlere göre ölüm, Allah’tan gelen rûhun yine O’na yükselmesidir. Çünkü insan rûhu bedende olduğu sürece geldiği ve döneceği âleme göre zindandadır. Nasıl zindanda olan insan hapishânenin yıkılmasından incinmez ve yıkanlara: “Bu binayı niye yıkıyorsunuz?” diye karşı çıkmazsa, aynı şekilde insan ölümle beden mülkünün vîrân olmasından incinmez, aksine sevinir. Nitekim Mevlânâ şöyle der: “Sen yaşıyorum sanırsın. Aslında beden zindanında mahbûssun. Zindandan kurtulur, beden kuyusundan çıkabilirsen Yûsuf gibi Mısır’a sultan olursun.”
Bu dünyâ her ne kadar var gibi görünse de önü ve sonu yokluk olduğuna göre, yok hükmündedir. Bu sebeple insana yakışan sonsuzluk âlemine kanat açmaktır. Ölüm insanoğlunun dünyaya gelişiyle birlikte başlamaktadır. Her an insanın bir cüz’ü ölüm halindedir. İnsan her an can vermede; canından bir miktarı yokluğa göndermededir. Allah’ın Muhyî/dirilten ve Mümît/öldüren sıfatları sürekli tecellî hâlindedir. Bu sıfatların gereği olarak insanda her an on binlerce hücre ölmekte ve on binlerce hücre yeniden yaratılmaktadır. Ancak bu olma ve yok olma o kadar hızlı gerçekleşmektedir ki biz hayâtı devam ediyor zannediyoruz. Nitekim ucunda ateş bulunan bir çubuğu hızla çevirdiğimiz zaman ışıktan oluşan bir dâire görürüz. Aslında ortada dâire yoktur, bu bir algı yanılmasıdır. Hayât da böyledir. Bir tarafta hızlı bir oluş, öbür tarafta hızlı bir yok oluş. Bütün bunlar bizi, “hayat devam ediyor” algı yanılmasına sevk etmektedir.
Bize ölüm gibi görünen hakîkatte ölümsüzlüktür. Bu dünyada maddî rızkın kesilmesi ya da azalması, öteki dünyanın rızkının artmasına vesîleyse ne güzel! İnsanlara soğuk ve korkutucu gelen ölümün dış görünüşü, can vermenin şeklidir. Yoksa ölümün iç yüzü diriliktir, yaşayıştır. Görünüşte her ne kadar bir tükenme gibi algılansa da hakîkatte ölüm, hayât ve ebedî hayâta geçiştir. Nitekim bizim geleneğimizde ölen kişi için “dünyâsını değiştirdi” ifâdesi kullanılmaktadır.
Herkesin ölümü kendi rengindedir. Allah’a kavuştuğunu düşünmeden ölümden nefret edenler, ölümü düşman gibi görür. Ölüme dost olanlarsa onu candan bir dost olarak karşılarlar. Ölümü Yûsuf gibi görenle kurt gibi gören arasında elbette fark vardır. Ölümü Yûsuf gibi gören, canını fedâya hazırdır. Ama gözüne ölüm kurt gibi görünen, ölümle karşılaşınca sapıtır, yolunu şaşırır, hattâ yoldan çıkar. Aslında ölümü bir ayna gibi görmek lazımdır. Nasıl ayna güzeli güzel, çirkini çirkin, beyazı beyaz, zenciyi siyah gösterirse, ölüm aynası da insanlara gerçek kimlik ve kişiliklerini gösterir.
Ölümde insana korku veren bir boyutun olduğu bilinmektedir. Ancak ölüm korkusundan kurtuluş reçetesi Hz. Muhammed’in nûru sâyesinde fânî dünyaya bağlanmamak ve ona boyun eğmemektir. Böylece ölümün korkunçluğu zâil olur. Çünkü böyleleri gerçek hayatını ölümünde görür. Dünyada kalmayı yerinden, yurdundan ayrı kalma olarak değerlendirir. Bu dünyada bulunuş bir ayrılık olduğundandır ki biri ölünce: “Hiç şüphe yok ki, biz Allah’a âidiz, yine dönüp O’na varanlarız” diye ilticâ edilmektedir.
Ölümden korkulmaz, çünkü son yolculuk olan ölümle insan şu kirli topraktan kurtulmakta, göklere ve ötelere yükselmektedir. Yine ölüm sâyesinde insan, ruhlar âleminden bu dünyaya geliş rövanşını, daha doğrusu gerçek âlemine doğru ikinci bir doğumu yaşamaktadır. İnsanoğlu bu âlem için süreli bir kandil yakmıştır. Bu yüzden insanoğlu ömür kandili sönmeden aklını başına almalı, fitilini düzeltmeli, yağını koymalı; yâni gönül kandilini uyandırmalıdır. Gönül kandilinin ışığı, ölüm karanlıklarını da, küfür karanlıklarını da ışıtır; insanın son yolculuğunu kolaylaştırır ve onu Hakk’a götürür.
Hakk’a giden yol, Kur’an’daki en kısa sûrelerden olan ve inananların kurtuluş reçetesi sayılan Asr sûresinde hulâsa edilmiştir. Asra yemîn eden Yüce Allah zaman ve dünyâyı değerlendirme konusunda genelde ziyânda olan insanoğlunun son yolculuktaki kurtuluşunu ve cennete yönelişini şu dört şarta bağlamaktadır:
1- Sağlam bir îmân,
2- Sâlih/dönüştürücü bir amel,
3- Hakk’a bağlılık ve tavsiye,
4- Sabra sarılmak ve sabrı öğütlemek.
Son yolculuğun selâmeti ibâdet ve tâatlara bağlı olduğu gibi kulun son nefesteki durumuna bağlıdır. Bu yüzden Allah Teâlâ kullarını uyarmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’tan nasıl sakınmak gerekiyorsa öyle sakının ve Müslüman olarak ölmeye bakın.” (Ali İmran, 3/102) Son yolculukta insan kendini net olarak tanır ve amellerinin akıbetini görür. Üstat Necip Fazıl bu hali şöyle ifade eder:
O demdeki, perdeler kalkar perdeler iner,
Azrail’e hoş geldin diyebilmekte hüner.
Son nefes endişesi taşıyan birisi için son yolculuk bir başlangıçtır. Son nefesi güzel bir şekilde verebilmek fâni dünyânın imtihanlarına sabretmekle mümkündür. Zîrâ sabır, sırat köprüsüne benzer. Bu köprünün üzerinden dikkatle, titizlikle öbür tarafa geçilir. Öbür tarafta ise son yolculuğun nihâî durağı olan cennet vardır. Cennet ise güzellik yurdudur.
Son yolculuktan korkanlar âşık olmayanlardır. Onlar ömürlerinin uzaması için mühlet isterlerken âşıklar bir an önce son yolculuğa çıkmayı, O’na kavuşmayı dilerler. Çünkü âşıklar ölmez.