Şeytan cennete ve Hz. Nuh’un gemisine nasıl girdi?
Tevrat’ın “Tekvin” bölümünün başında Hz. Âdem’le Hz. Havva’nın kıssasına yer verilir. Burada yılanın Havva’yı kandırdığı, Havva’nın da Hz. Âdem’i ikna ettiği anlatılır. Buna mukabil yılana sürünme ve Havva’ya da zahmetle doğum yapma cezası verildiği bildirilir. Halkımız arasında kıssanın bu kısmı da hayli meşhurdur. Hatta bazı İslami eserlerde şeytanın yılanın içine girerek böyle bir vesvese verdiği söylenir. Bu hususta çok kesin bir ifade kullanmanın doğru olmadığını söyleyip şuna dikkat çekmek isteriz:Şeytanın Cennetteki Hz. Âdem Ve Hz. Havva’ya vesvese verebilmesi için illa Cennete girmesine, kendini yılan içinde gizleyerek kamufle etmesine ihtiyacı yoktur. Bizlere görünmeden şu anda herkese nasıl vesvese verebiliyorsa, Hz. Âdem Ve Hz. Havva’ya da vesvese vermiştir.
Bir de bazı kitaplarda geçen şu anlatıma bakalım:Tufan zamanında Nuh Peygamber tarafından davet edilmedikçe hiç kimsenin Nuh’un gemisine binmesine imkân yoktu. Şeytan bu münasebetle insanlardan ayrı düşeceğini anlamıştı. Fakat gemiye binmesine sıra gelince, eşeğin inadı tutmuştu. Sonunda sabrı tükenen Nuh Peygamber, eşeği tekmeleyerek, “Girsene be şeytan!” diye bağırmıştı. O anda şeytan da görünür ve gemiye girer. Nuh “Sen kimsin, nereden geldin?” der. Şeytan da “Beni çağırıp ‘Girsene be şeytan!’ dedin ya, işte geldim, giriyorum” der. Böylece şeytan da gemiye binmiş, orada yerini almış olur.
Bu anlatımda şeytanı adeta bir insan veya cismani bir varlık gibi düşünme hatası vardır. Bu anlatıma göre, “Böyle bir olay olmasa, şeytan artık insanlara vesvese veremeyecekti” zannedilebilir. Hâlbuki şeytan cismani bir varlık değil, ruhanidir. Her tarafı kuşatan bir tufan olayında onun sularda boğulması düşünülemez. Böyle bir anlatım, olsa olsa sembolik bir anlatım olarak kıymet kazanır, tufandan sonra da şeytanın insanlarla beraber olduğunu, onları kandırmak için gayret içinde olduğunu anlatmaya yardım eder. Anlatılır ki, tufan olayından sonra şeytan Hz. Nuh’a varıp “Ey Nuh, benim için Rabbine aracı olsan. Böyle bir hayattan usandım. Rabbimin affını bekliyorum” der. Hz. Nuh, Cenab-ı Hakk’a dua ile bu talebi arz eder. Cenab-ı Hakk şunu bildirir: “Ben Âdem’e secde etmediği için onu rahmetimden uzaklaştırdım. O’na söyle, Âdem’in kabrine gitsin, secde etsin, O’nu affedeceğim.”Hz. Nuh durumu şeytana iletir. Şeytan büyük bir öfkeyle “Ben O’nun dirisine secde etmedim, ölüsüne mi secde edeceğim!” der, çeker gider.Böyle kıssalarda kıssayı zahirine göre değerlendirmek yerine bundan alınacak hisseye bakmak gerekir.
Bunlar gibi Tevrat veya onun yorumu vasıtasıyla kültürümüze ve kitaplarımıza giren, halk arasında anlatılan İsrailiyat haberleri karşısında Hz. Peygamber’in şu istikametli ölçüsü esas alınmalıdır: “Ehl-i kitabı ne tasdik edin, ne de yalanlayın. ‘Biz Allah’a ve O’nun indirdiklerine iman ettik’ deyin.” (Buhari, Tefsir I/11)Mübareze Kanunu ve Zıtların Mücadelesi Allahu Teala, âlemde renklilik murat etmiş ve monotonluk yerine daimi hareketliliği tercih etmiştir. Bunun sonucu olarak görürüz ki, gece ve gündüz birbirini kovalar, mevsimlerin biri biter, diğeri gelir.
Bu renklilik ve hareketliliğin önemli bir sebebi, şu âlemde birbirine zıt şeylerin olmasıdır. Allahu Teala, ışığı yarattığı gibi karanlığı da var etmiş, melekleri yarattığı gibi şeytanları da yaratmış, hayatı halk ettiği gibi ölümü de halk etmiş, kalpte melek ilhamına yer verdiği gibi şeytan vesvesesine de yer vermiştir.
Bu mübareze ve mücadelenin en geniş alanı, şeytanlar ve melekler arasında gerçekleşir. Şöyle ki:Hicr Suresi 16-18, Saffat Suresi 6-10, Cin Suresi 8-9 ve Mülk Suresi 5. ayetlerinden anlaşıldığına göre, cinler ve şeytanlar semavî birtakım haberler alabilmek için semadaki bazı dinleme yerlerine çıkıp kulak hırsızlığı yaparlar. Fakat melekler eliyle atılan ve “şihab” denilen “ilâhî roketlerle” veya diğer bir ifade ile “semâvî mermilerle” tardedilirler.
Kur’ân inmezden önce medyumlara bu türden yarım yamalak haber getiren cinler ve şeytanlar, Kur’an’ın nüzulüyle beraber bu tür haberlerden alıkonulmuştur.
Cinlerin bu gibi haberler için semavata çıkmaları, koca sema ülkesini baştanbaşa katedip haber getirmeleri anlamına gelmez. Bilakis, atmosferi de içine alan sema memleketinin karakolları hükmünde bazı mevkilere gitmelerini ifade eder.
Bu mübarezenin insanlık âleminde tezahürü, iyilerle kötülerin, ehl-i imanla ehl-i küfrün mücadeleleri şeklinde kendini gösterir. Ehl-i iman ve ehl-i küfür, insanlık ağacının iki dalıdır. Kur’an’ın bildirdiğine göre, “İnsanlar bir tek ümmet idi.” (Bakara Suresi, 213; Yunus Suresi, 19) Basit düşünceleri, basit hayat tarzları vardı. Dünya geniş, rızıkları boldu. Derken, çoğaldılar ve sosyal hayat başladı, aralarında ihtilaflar ortaya çıktı. “Bunun üzerine, Allah müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. İhtilafa düştükleri şeylerde insanlar arasında hak ile hükmetmesi için, o peygamberlerle beraber kitap indirdi...” (Bakara Suresi, 213)
İnsanlar arasında ilk ciddi ihtilaf, Hz. Âdem’in iki oğlu olan Kabil ve Habil arasında meydana gelir. Habil, masumdur; Kabil ise, saldırgan. Bir kız meselesi yüzünden, Kabil Habil’e saldırır ve onu öldürür. (Maide Suresi, 27-31) Bu, yeryüzünde akan ilk kandır. Fakat bu kan, zaman içinde artacak, dünyanın hemen her yerini kaplayacaktır.Habil ile Kabil, mahiyetleri farklı iki ekolün temsilcisidirler.
Hz. Âdem’in bu iki oğlunun mahiyeti, zamanın akış seyri içinde “ehl-i iman ve ehl-i küfür” şeklini almıştır. “İşte bu ikisi, Rableri hakkında hasımlaşan iki grup” ayeti, farklı mahiyetteki bu iki ekole işaret eder. (Hac Suresi, 19)Bu iki ekolün mücadelesi, kuvvet ile Hakk’ın mücadelesidir. Ehl-i iman hakk’a dayanır, ehl-i küfür ise kuvvete... Onlar ehl-i iman karşısında fikren mağlup olduklarında kuvvet kullanarak, galip gelmeye çalışırlar. Güçleri yeterse zindana atarlar, vatandan ihraç ederler, döverler, hatta öldürürler.İşte Hz. Nuh’a karşı kavminin durumu... Hz. Nuh’un Allah yoluna davetine şu şekilde karşılık veriyorlar:“Ey Nuh, vazgeçmezsen taşa tutulanlardan olacaksın!” (Şuara Suresi, 116)İşte, Hz. Lut’a ve O’na inananlara karşı kavimlerinin tutumu... Kendilerini günahlardan uzak kalmaya çağıran bu bahtiyar zümre için şöyle diyorlar: “Onları memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar, fazla temiz insanlar!” (A’raf Suresi, 82)İşte Hz. Şuayb’a karşı kavminin önde gelenlerinin cevabı... O’nun ölçü ve tartıda adaletli olma çağrısına şöyle mukabele ediyorlar: “Ey Şuayb! Ya bizim dinimize dönersiniz, ya da seni ve sana inananları memleketimizden sürüp çıkaracağız.” (A’raf Suresi, 88) Ve işte Hz. Musa’ya karşı Firavun’un despot tavrı… Hz. Musa’nın tek Allah’a çağrısına şöyle cevap veriyor: “Benden başkasını ilah edinirsen, andolsun ki, seni zindana atarım.” (Şuara Suresi, 29)Örnekler çoğaltılabilir…
Şeytan bir şer ilahı mı? Mecusilerde olduğu gibi bazı dinlerde “şer ilahı” kavramı vardır. Bunlar, kötülüklerin icadını Allah’a vermeyi uygun görmediklerinden âlemde görülen şerleri ve kötü şeyleri şer ilahına isnat etmeyi tercih etmişlerdir. Tevhid dini olan İslam, böyle bir inancı asla kabul etmez, bunu şirkin bir çeşidi olarak değerlendirir.
Allah hem hayır hem de şerrin yaratıcısıdır. Söz gelimi, koyunu O yarattığı gibi, domuzu da O yaratmıştır. Toprağı O yarattığı gibi ateşi de O yaratmıştır. Topraktan Âdem’i O yarattığı gibi, ateşten şeytanı da O yaratmıştır.Bütün bunlarda şer olarak gördüklerimiz insana bakan yönüyledir. Yoksa gerçekte bunların hepsi ilahi birer sanat harikasıdır. Koyun güzel olduğu gibi, ekolojik denge açısından bakıldığında domuzun yaratılması da güzeldir. Çirkin olan, Allah’ın yasağına rağmen domuzun etini yemektir. Âdem güzel olduğu gibi, yaratılış hikmetleri düşünüldüğünde şeytanın yaratılması da güzeldir. Çirkin olan, şeytana uymaktır.Allah her şeyin yaratıcısıdır. Şeytan da buna dâhildir. Yaratılmış bir mahlûkun Allah’ın şeriki olması elbette düşünülemez. Şeytan, Allah’ın mülkünde asla bir yaptırım gücüne sahip değildir. Yapabildiği tek şey haramları cazip göstermek, helallerin önüne geçmeye çalışmaktır. İyilikleri yaptırmamak suretiyle kötülükleri yaptırır, hayra engel olmaya çalışarak şerlere sebebiyet verir. Yoksa yaratma noktasında asla Allah’a bir şerik değildir.Şeytan ve Yokluk Âlemleri Şeytan, menfiliğin, olumsuzluğun sembolüdür. Bütün vesveseleri, menfi şeylere sevk etmek şeklindedir. Öyle ki müspet görülen telkinlerinde bile menfilikler vardır. Mesela “Rüşvet ye” derken, aslında “Helalinden kazanma!” mesajını vermiş olur.
Şeytan, yokluk âlemleri hesabına çalışır. Mesela, namaz kılmak bir iştir, kılmamak ise yokluk âlemlerine girer. “Namaz kılmamak” diye ayrı bir fiil yoktur.Aynı şekilde zekât vermek hayırlı bir iştir, vermemek ise bir eylem sayılmaz.Hidayet vücut âlemindendir, dalalet ise yokluk âleminden. İman ve hidayet ile kalp gözü açılır ve insan sonsuz bir varlığa kavuşur.
İşte şeytan iman yerine inkârı, hidayet yerine dalaleti, şükür yerine nankörlüğü, ilim yerine cahilliği… teşvik ederek devamlı yokluk alemleri hesabına çalışır. Bütün bu olumsuz şeyler biriktirilir, cehenneme gönderilir. Kâfir orada olumsuz tavırlarının cezasını görür.Mümin ise, sergilediği olumlu tavırların sonucu olarak bütün menfiliklerden sıyrılmış olarak cennete alınır, ebedi mükâfatlandırılır.
Şeytanın Yemesi ve İçmesi Acaba şeytan ne yer, ne içer? Bunu kendi aklımızla bilmemiz mümkün değildir. Ama Peygamber Efendimizden nakledilen bazı rivayetler bize bu konuda ışık tutar. Şöyle ki:Şeytan, besmelesiz başlanan yemeğe ortak olur.“Kişi evine döndüğünde, içeri girerken ve yemek yerken besmele çekip Allah’ın adını zikretse, şeytan yardımcılarına ‘Size burada gecelemek de yok, akşam yemeği de yoktur.’ der. Ama o kişi, evine girerken Allah’ı zikreder fakat yemeğini yerken zikretmezse, şeytan yardımcılarına ‘Akşam yemeğine kavuştunuz ama burada gecelemeniz mümkün değil’ der. Adam eve girerken ve yemeğe başlarken besmele çekmezse, şeytan yardımcılarına ‘Yemeğe de yetiştiniz, yatmaya da!’ der.” (Müslim, Eşribe, 103)Hadis-i şeriflerde eve girerken ve yemeğe başlarken besmele çekilmesi halinde şeytanın o evden ve sofradan uzaklaşacağı anlatılmakta, şeytanın besmelesiz yenilen yemeği ev sahipleriyle beraber yiyeceği, bu sebeple de yemeğin bereketinin gideceği bildirilmektedir.
Başka bir rivayette ise şöyle bildirilir:“Sol el ile yiyip içmeyin. Zira şeytan sol eliyle yer ve içer.” (Müslim, Eşribe, 104-106)İmam Gazalî, İhyâ’da şöyle bir rivayete yer verir:“Bir gün bir müminin şeytanı ile bir kâfirin şeytanı karşılaşırlar. Kâfirin şeytanı kilolu, semiz, temiz ve şık giyimlidir. Müminin şeytanı ise, zayıf, pis, kirli ve çıplaktır. Kâfirin şeytanı, müminin şeytanına ‘Bu ne hâl?’ diye sorar. Müminin şeytanı ‘Ne yapayım, bir adama düştüm ki, adam yiyeceği zaman besmeleyi okur, ben aç kalırım. İçeceği zaman besmeleyi okur, ben susuz kalırım. Giydiği zaman elbiseyi besmele ile giyer, çıplak kalırım. Temizlendiği zaman besmele ile temizlenir, ben de pis kalırım’ der. Bunun üzerine kâfirin şeytanı da, ‘Ben öyle bir adam ile arkadaşım ki bunlardan hiçbirisine besmele getirmez. Yemesinde, içmesinde ve giymesinde ben kendisine ortak olurum,’ der.” Öyle anlaşılıyor ki, insan yemesinde içmesinde besmele çekmemek veya şeytana uymakla kendi şeytanını beslemiş olmaktadır.
Nefis Şeytan İlişkisi
Nefis ve şeytan, insanın manevi ilerleyişinde en mühim iki engel. Nefis içeriden, şeytan dışarıdan dünya ve ahiretimizi perişan etmek için durmadan çalışıyorlar. Nefsin mahiyetinde gurur- kibir- menfaatçilik gibi pek çok zararlı özellikler var.
Şeytan ise, işletilmeye uygun bu madenleri iyi biliyor ve işletiyor. Nefsin zaaflarını tanıyor ve yakalıyor. Nefis insanın içinde bir mahiyet, şeytan ise insanın dışında bir hakikattir.İnsanın nefs-i emmaresi, şeytanın bir talebesi gibidir.
Şeytan kuvvetli bir verici, nefis hassas bir alıcıdır. Şeytandan gelen telkinlere kulak veren nefis, insanı fısk ve fücura, isyan ve inkâra, gaflet ve dalalete, her türlü rezalet ve malayaniyata sevk eder.Nefis, içimizde şeytanın temsilcisi... Onun yerli iş birlikçisi... Eğer terbiye edilmezse, onun bir öğrencisi…Nefis, ıslah olmaya kabiliyetlidir. Bir atın veya bir köpeğin iyi bir terbiye ile faydalı hale gelebilmesi gibi, nefis dahi terbiye ile uysal ve söz dinler bir hale gelebilir. Şeytan için ise bu kapı artık kapalıdır, ıslah olması düşünülemez.
Herkese Bir Şeytan
Hz. Âîşe şöyle rivayet eder:“Rasulullah bir gece yanımdan çıkıp gitmişti. Ben bundan dolayı kıskançlık duydum. Biraz sonra geldi ve benim kıskandığımı hissetti. Bana:‘Neyin var ey Âişe, yoksa kıskandın mı? ‘ diye sordu. Ben, ‘Neyim olacak, benim gibisi senin gibi bir zatı kıskanmaz mı?’ dedim.Rasulullah,
‘Sana, şeytanın mı geldi?’ dedi.
Ben, ‘Ey Allah’ın elçisi, benimle beraber bir şeytan mı var?’ dedim.O da, ‘Evet...’ dedi.‘Her insanın yanında bir şeytan mı var?’ dedim. O da, ‘Vardır’ dedi.Bunun üzerine ‘Senin de var mı ey Allah’ın Rasulü?’ diye sordum.
Şöyle buyurdu: ‘Evet, var. Fakat Rabbim bana yardım etti de benimki teslim oldu.’” (Müslim, Münafıkun, 11)
Bazı zatlar, hadisin son kısmında yer alan “Benimki teslim oldu” kısmını “Benimki Müslüman oldu.” şeklinde tercüme ederler. Bu, yanlış bir tercümedir.
Çünkü Müslüman olmak şeytanın tabiatına zıddır, şeytan Müslüman olmaz, ama şeytan teslim alınabilir. Bunu yapabilen zatlara şeytan artık bir zarar veremez.
Kalpteki Şeytanî Merkez Her insanda müstakil bir şeytan olduğunun bir tezahürünü en azından şu hadiste görebiliriz:
“Âdemoğlunda bir şeytanın lemmesi (dokunuşu) vardır, bir de meleğin lemmesi. Şeytanın lemmesi, şerre teşvik etmek ve hakkı yalanlamaktır. Meleğin lemmesi ise iyiliği ilham etmek ve hakkı tasdik etmektir. Bunu her kim vicdanında hissederse Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a hamdetsin. Öbürünü hisseden de şeytandan Allah’a sığınsın. (Tirmizi, Tefsir, 2/25) Daha sonra Rasulullah şu ayeti okur: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve fuhşiyata teşvik eder. Allah ise kendi lütfundan ve bağışlamasından vaatte bulunur. Allah’ın lütfu geniştir. O, herşeyi bilendir...” (Bakara Suresi, 268)Hadiste bildirilen iki lemme (lümme), kalbe gelen ilhamları beyan etmektedir.
Bunlardan biri melek ilhamı, diğeri ise şeytan vesvesesi içindir. Şeytan kendine ait olan kısmı bir üs olarak kullanır, buradan vesvese yayınları yapar.Herkes kendi kalbinde her iki yayını da hissedebilir. Mesela, rüşvetle karşı karşıya kalan bir memura içinden bir ses şöyle der: “Ne duruyorsun, alsana. Ömrün hep fakirlikle mi geçecek?”Ama başka bir ses de şöyle der:“Ne yapıyorsun, helal kazancına haram mı karıştıracaksın? Rüşveti verenin de alanın da ateşte olduğunu unuttun mu?”Bu seslerden biri şeytandan, diğeri ise melektendir.
Her insan hemen her gün binlerce bu tür seslere muhatap olur.
Şeytan nerelerde gezer?
Şeytan, aslında her yerde gezer, onun için her yer “aldatma alanıdır.” Ama bununla beraber bazı yerler onun daha çok gezdiği, adeta cirit attığı yerlerdir. Bu cümleden olarak, kahvehaneler, meyhaneler, gece kulüpleri, yol kenarları, plajlar, çarşılar… sayılabilir.
Kahvehaneler: Buralar “toplu halde vakit öldürme yerleridir.” Hâlbuki insan bu dünyaya vakit öldürmeye değil, vakti değerlendirmeye gönderilmiştir. Buralara takılan insanlar, hayatın ciddi gayelerinden uzaklaşırlar. Gayesizlik ve hedefsizlik, bunların en belirgin özellikleri haline gelir. Nemli mekânlarda demirin zamanla paslanması gibi, böyle yerlerde duranlar da ruhen paslanırlar. Kahvehanelerde içilen sigara buralarda oturanların bedenine sindiği gibi, yapılan abes konuşmalar, küfür sözleri, gösterilen tembelce tavırlar da adeta ruhlarına işler. Bu dumanlı mekânların müdavimleri, her türlü zararlı fikri akıma veya zararlı alışkanlıklara buralarda maruz kalabilirler.
Meyhaneler:
Meyhaneler, mutluluğu yanlış yerde aramanın adresidir. Buralar adeta birer “düşkünler yurdudur.” Feleğin sillesine maruz kalmış, ama buna karşı net tavır geliştirememiş kimselerin uğrak yeridir. Meyhaneye gidip “kafa bulmaya çalışmak”, susuzluğunu deniz suyuyla telafiye çalışan kimsenin şaşkınlığı içerisinde, aklını başından alacak şeyi içmeyi akıllılık zannetme divaneliğidir.
Gece Kulüpleri: Gece kulüpleri, aslında bizim kültürümüzde olmayan ve de olmaması gereken yerlerdir. Batılılaşma serüveninin milletimize kötü hediyelerindendir. Buralar, çalınan müziğiyle, gelenlerin kılık kıyafetiyle, içtikleri içkiyle, kullandıkları uyuşturucuyla, yaptıkları dans ve benzeri tavırlarıyla bize tamamen yabancı yerlerdir. Bu izbe yerler, insanın maneviyatını silip süpüren, insanı adeta insanlıktan çıkaran batakhanelerdir. İffetiyle bilinen bir toplumun fertlerinin, gayr-i meşru beraberlik ortamı içerisinde çılgınca eğlenmeleri, uyuşturucuyla kendilerinden geçmeleri hazin bir manzaradır.
Yol Kenarları:
Yol kenarları, işsiz güçsüz insanların tembelce oturduğu, gelene geçene baktıkları birer mekân olarak da kullanılabildiğinden, şeytan buradaki insanları boş işlerle oyalamakta, boş sözlerle avutmaktadır. Peygamber Efendimiz bir keresinde “Yol kenarlarında oturmaktan kaçınınız” buyurdu.Ashab, “Ya Rasulallah, bizim için bundan tamamen sıyrılmak mümkün değildir. Oralar bizim meclislerimizdir, oralarda meselelerimizi görüşürüz” diye izin istediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz “İlla oturmak isterseniz, oraların hakkını veriniz” dedi.
Ashab, “Ya Rasulallah, yolun hakkı nedir?” diye sordular.
Hz. Peygamber, şöyle dedi:
“Haramdan göz yummak, halka eza vermekten kaçınmak, selam verenin selamını almak, iyiliği emredip kötülükten yasaklamak, sorana yol göstermek, mazluma yardım etmektir.” (Ebu Davud, Edeb, 12)
Öyle anlaşılıyor ki, yol kenarlarında oturmak haram olmamakla birlikte doğru da değildir. Oturmak mecburiyetinde kalındığı zaman ise, -hadiste belirtildiği gibi- belli esaslara riayet edilmesi gerekmektedir.
Plajlar: Yüzmek, Peygamber Efendimizin tavsiye ettiği sporlardan biridir. Ama üç tarafı denizlerle çevrili yurdumuzda, günümüz şartlarında bunu yapabilmek hayli riskli hale gelmiştir. Çünkü plajlarda kadın erkek karışıktır. Yüzmek gibi gayet masumane ve faydalı bir aktivite için plaja giden biri, tam bir günah ortamına girmektedir. Dini duyarlılığı olan kimselerin bu ortamda bulunmaları maneviyatlarına ciddi zarar verir, kendilerini gittikçe lakayt hale getirir. Buna mukabil, biraz uzaklarda da olsa sakin yerler bulup orada yüzmek tercih edilmelidir.
Çarşılar:
Çarşı ve pazar, insanların kalabalık bir şekilde bulundukları yerlerdir. İnsanlar buralarda gezer dolaşır ve alış verişte bulunurlar. İnsanın gözü o kalabalık içinde harama da kayabilir, dikkat etmesi gerekir. Peygamber Efendimiz, ister istemez görülenden bir vebal olmadığını, ama tekrar bilerek bakılırsa günah olduğunu bize anlatır. (Ebu Davud, Nikah, 43)
Ayrıca şeytan, yapılan alış verişlerde hile yapılması için durmadan dürtükler. Mesela, satıcıları saf gördüklerini aldatmaya teşvik eder, yalan yeminler ettirir.
Tevrat’ın “Tekvin” bölümünün başında Hz. Âdem’le Hz. Havva’nın kıssasına yer verilir. Burada yılanın Havva’yı kandırdığı, Havva’nın da Hz. Âdem’i ikna ettiği anlatılır. Buna mukabil yılana sürünme ve Havva’ya da zahmetle doğum yapma cezası verildiği bildirilir. Halkımız arasında kıssanın bu kısmı da hayli meşhurdur. Hatta bazı İslami eserlerde şeytanın yılanın içine girerek böyle bir vesvese verdiği söylenir. Bu hususta çok kesin bir ifade kullanmanın doğru olmadığını söyleyip şuna dikkat çekmek isteriz:Şeytanın Cennetteki Hz. Âdem Ve Hz. Havva’ya vesvese verebilmesi için illa Cennete girmesine, kendini yılan içinde gizleyerek kamufle etmesine ihtiyacı yoktur. Bizlere görünmeden şu anda herkese nasıl vesvese verebiliyorsa, Hz. Âdem Ve Hz. Havva’ya da vesvese vermiştir.
Bir de bazı kitaplarda geçen şu anlatıma bakalım:Tufan zamanında Nuh Peygamber tarafından davet edilmedikçe hiç kimsenin Nuh’un gemisine binmesine imkân yoktu. Şeytan bu münasebetle insanlardan ayrı düşeceğini anlamıştı. Fakat gemiye binmesine sıra gelince, eşeğin inadı tutmuştu. Sonunda sabrı tükenen Nuh Peygamber, eşeği tekmeleyerek, “Girsene be şeytan!” diye bağırmıştı. O anda şeytan da görünür ve gemiye girer. Nuh “Sen kimsin, nereden geldin?” der. Şeytan da “Beni çağırıp ‘Girsene be şeytan!’ dedin ya, işte geldim, giriyorum” der. Böylece şeytan da gemiye binmiş, orada yerini almış olur.
Bu anlatımda şeytanı adeta bir insan veya cismani bir varlık gibi düşünme hatası vardır. Bu anlatıma göre, “Böyle bir olay olmasa, şeytan artık insanlara vesvese veremeyecekti” zannedilebilir. Hâlbuki şeytan cismani bir varlık değil, ruhanidir. Her tarafı kuşatan bir tufan olayında onun sularda boğulması düşünülemez. Böyle bir anlatım, olsa olsa sembolik bir anlatım olarak kıymet kazanır, tufandan sonra da şeytanın insanlarla beraber olduğunu, onları kandırmak için gayret içinde olduğunu anlatmaya yardım eder. Anlatılır ki, tufan olayından sonra şeytan Hz. Nuh’a varıp “Ey Nuh, benim için Rabbine aracı olsan. Böyle bir hayattan usandım. Rabbimin affını bekliyorum” der. Hz. Nuh, Cenab-ı Hakk’a dua ile bu talebi arz eder. Cenab-ı Hakk şunu bildirir: “Ben Âdem’e secde etmediği için onu rahmetimden uzaklaştırdım. O’na söyle, Âdem’in kabrine gitsin, secde etsin, O’nu affedeceğim.”Hz. Nuh durumu şeytana iletir. Şeytan büyük bir öfkeyle “Ben O’nun dirisine secde etmedim, ölüsüne mi secde edeceğim!” der, çeker gider.Böyle kıssalarda kıssayı zahirine göre değerlendirmek yerine bundan alınacak hisseye bakmak gerekir.
Bunlar gibi Tevrat veya onun yorumu vasıtasıyla kültürümüze ve kitaplarımıza giren, halk arasında anlatılan İsrailiyat haberleri karşısında Hz. Peygamber’in şu istikametli ölçüsü esas alınmalıdır: “Ehl-i kitabı ne tasdik edin, ne de yalanlayın. ‘Biz Allah’a ve O’nun indirdiklerine iman ettik’ deyin.” (Buhari, Tefsir I/11)Mübareze Kanunu ve Zıtların Mücadelesi Allahu Teala, âlemde renklilik murat etmiş ve monotonluk yerine daimi hareketliliği tercih etmiştir. Bunun sonucu olarak görürüz ki, gece ve gündüz birbirini kovalar, mevsimlerin biri biter, diğeri gelir.
Bu renklilik ve hareketliliğin önemli bir sebebi, şu âlemde birbirine zıt şeylerin olmasıdır. Allahu Teala, ışığı yarattığı gibi karanlığı da var etmiş, melekleri yarattığı gibi şeytanları da yaratmış, hayatı halk ettiği gibi ölümü de halk etmiş, kalpte melek ilhamına yer verdiği gibi şeytan vesvesesine de yer vermiştir.
Bu mübareze ve mücadelenin en geniş alanı, şeytanlar ve melekler arasında gerçekleşir. Şöyle ki:Hicr Suresi 16-18, Saffat Suresi 6-10, Cin Suresi 8-9 ve Mülk Suresi 5. ayetlerinden anlaşıldığına göre, cinler ve şeytanlar semavî birtakım haberler alabilmek için semadaki bazı dinleme yerlerine çıkıp kulak hırsızlığı yaparlar. Fakat melekler eliyle atılan ve “şihab” denilen “ilâhî roketlerle” veya diğer bir ifade ile “semâvî mermilerle” tardedilirler.
Kur’ân inmezden önce medyumlara bu türden yarım yamalak haber getiren cinler ve şeytanlar, Kur’an’ın nüzulüyle beraber bu tür haberlerden alıkonulmuştur.
Cinlerin bu gibi haberler için semavata çıkmaları, koca sema ülkesini baştanbaşa katedip haber getirmeleri anlamına gelmez. Bilakis, atmosferi de içine alan sema memleketinin karakolları hükmünde bazı mevkilere gitmelerini ifade eder.
Bu mübarezenin insanlık âleminde tezahürü, iyilerle kötülerin, ehl-i imanla ehl-i küfrün mücadeleleri şeklinde kendini gösterir. Ehl-i iman ve ehl-i küfür, insanlık ağacının iki dalıdır. Kur’an’ın bildirdiğine göre, “İnsanlar bir tek ümmet idi.” (Bakara Suresi, 213; Yunus Suresi, 19) Basit düşünceleri, basit hayat tarzları vardı. Dünya geniş, rızıkları boldu. Derken, çoğaldılar ve sosyal hayat başladı, aralarında ihtilaflar ortaya çıktı. “Bunun üzerine, Allah müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. İhtilafa düştükleri şeylerde insanlar arasında hak ile hükmetmesi için, o peygamberlerle beraber kitap indirdi...” (Bakara Suresi, 213)
İnsanlar arasında ilk ciddi ihtilaf, Hz. Âdem’in iki oğlu olan Kabil ve Habil arasında meydana gelir. Habil, masumdur; Kabil ise, saldırgan. Bir kız meselesi yüzünden, Kabil Habil’e saldırır ve onu öldürür. (Maide Suresi, 27-31) Bu, yeryüzünde akan ilk kandır. Fakat bu kan, zaman içinde artacak, dünyanın hemen her yerini kaplayacaktır.Habil ile Kabil, mahiyetleri farklı iki ekolün temsilcisidirler.
Hz. Âdem’in bu iki oğlunun mahiyeti, zamanın akış seyri içinde “ehl-i iman ve ehl-i küfür” şeklini almıştır. “İşte bu ikisi, Rableri hakkında hasımlaşan iki grup” ayeti, farklı mahiyetteki bu iki ekole işaret eder. (Hac Suresi, 19)Bu iki ekolün mücadelesi, kuvvet ile Hakk’ın mücadelesidir. Ehl-i iman hakk’a dayanır, ehl-i küfür ise kuvvete... Onlar ehl-i iman karşısında fikren mağlup olduklarında kuvvet kullanarak, galip gelmeye çalışırlar. Güçleri yeterse zindana atarlar, vatandan ihraç ederler, döverler, hatta öldürürler.İşte Hz. Nuh’a karşı kavminin durumu... Hz. Nuh’un Allah yoluna davetine şu şekilde karşılık veriyorlar:“Ey Nuh, vazgeçmezsen taşa tutulanlardan olacaksın!” (Şuara Suresi, 116)İşte, Hz. Lut’a ve O’na inananlara karşı kavimlerinin tutumu... Kendilerini günahlardan uzak kalmaya çağıran bu bahtiyar zümre için şöyle diyorlar: “Onları memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar, fazla temiz insanlar!” (A’raf Suresi, 82)İşte Hz. Şuayb’a karşı kavminin önde gelenlerinin cevabı... O’nun ölçü ve tartıda adaletli olma çağrısına şöyle mukabele ediyorlar: “Ey Şuayb! Ya bizim dinimize dönersiniz, ya da seni ve sana inananları memleketimizden sürüp çıkaracağız.” (A’raf Suresi, 88) Ve işte Hz. Musa’ya karşı Firavun’un despot tavrı… Hz. Musa’nın tek Allah’a çağrısına şöyle cevap veriyor: “Benden başkasını ilah edinirsen, andolsun ki, seni zindana atarım.” (Şuara Suresi, 29)Örnekler çoğaltılabilir…
Şeytan bir şer ilahı mı? Mecusilerde olduğu gibi bazı dinlerde “şer ilahı” kavramı vardır. Bunlar, kötülüklerin icadını Allah’a vermeyi uygun görmediklerinden âlemde görülen şerleri ve kötü şeyleri şer ilahına isnat etmeyi tercih etmişlerdir. Tevhid dini olan İslam, böyle bir inancı asla kabul etmez, bunu şirkin bir çeşidi olarak değerlendirir.
Allah hem hayır hem de şerrin yaratıcısıdır. Söz gelimi, koyunu O yarattığı gibi, domuzu da O yaratmıştır. Toprağı O yarattığı gibi ateşi de O yaratmıştır. Topraktan Âdem’i O yarattığı gibi, ateşten şeytanı da O yaratmıştır.Bütün bunlarda şer olarak gördüklerimiz insana bakan yönüyledir. Yoksa gerçekte bunların hepsi ilahi birer sanat harikasıdır. Koyun güzel olduğu gibi, ekolojik denge açısından bakıldığında domuzun yaratılması da güzeldir. Çirkin olan, Allah’ın yasağına rağmen domuzun etini yemektir. Âdem güzel olduğu gibi, yaratılış hikmetleri düşünüldüğünde şeytanın yaratılması da güzeldir. Çirkin olan, şeytana uymaktır.Allah her şeyin yaratıcısıdır. Şeytan da buna dâhildir. Yaratılmış bir mahlûkun Allah’ın şeriki olması elbette düşünülemez. Şeytan, Allah’ın mülkünde asla bir yaptırım gücüne sahip değildir. Yapabildiği tek şey haramları cazip göstermek, helallerin önüne geçmeye çalışmaktır. İyilikleri yaptırmamak suretiyle kötülükleri yaptırır, hayra engel olmaya çalışarak şerlere sebebiyet verir. Yoksa yaratma noktasında asla Allah’a bir şerik değildir.Şeytan ve Yokluk Âlemleri Şeytan, menfiliğin, olumsuzluğun sembolüdür. Bütün vesveseleri, menfi şeylere sevk etmek şeklindedir. Öyle ki müspet görülen telkinlerinde bile menfilikler vardır. Mesela “Rüşvet ye” derken, aslında “Helalinden kazanma!” mesajını vermiş olur.
Şeytan, yokluk âlemleri hesabına çalışır. Mesela, namaz kılmak bir iştir, kılmamak ise yokluk âlemlerine girer. “Namaz kılmamak” diye ayrı bir fiil yoktur.Aynı şekilde zekât vermek hayırlı bir iştir, vermemek ise bir eylem sayılmaz.Hidayet vücut âlemindendir, dalalet ise yokluk âleminden. İman ve hidayet ile kalp gözü açılır ve insan sonsuz bir varlığa kavuşur.
İşte şeytan iman yerine inkârı, hidayet yerine dalaleti, şükür yerine nankörlüğü, ilim yerine cahilliği… teşvik ederek devamlı yokluk alemleri hesabına çalışır. Bütün bu olumsuz şeyler biriktirilir, cehenneme gönderilir. Kâfir orada olumsuz tavırlarının cezasını görür.Mümin ise, sergilediği olumlu tavırların sonucu olarak bütün menfiliklerden sıyrılmış olarak cennete alınır, ebedi mükâfatlandırılır.
Şeytanın Yemesi ve İçmesi Acaba şeytan ne yer, ne içer? Bunu kendi aklımızla bilmemiz mümkün değildir. Ama Peygamber Efendimizden nakledilen bazı rivayetler bize bu konuda ışık tutar. Şöyle ki:Şeytan, besmelesiz başlanan yemeğe ortak olur.“Kişi evine döndüğünde, içeri girerken ve yemek yerken besmele çekip Allah’ın adını zikretse, şeytan yardımcılarına ‘Size burada gecelemek de yok, akşam yemeği de yoktur.’ der. Ama o kişi, evine girerken Allah’ı zikreder fakat yemeğini yerken zikretmezse, şeytan yardımcılarına ‘Akşam yemeğine kavuştunuz ama burada gecelemeniz mümkün değil’ der. Adam eve girerken ve yemeğe başlarken besmele çekmezse, şeytan yardımcılarına ‘Yemeğe de yetiştiniz, yatmaya da!’ der.” (Müslim, Eşribe, 103)Hadis-i şeriflerde eve girerken ve yemeğe başlarken besmele çekilmesi halinde şeytanın o evden ve sofradan uzaklaşacağı anlatılmakta, şeytanın besmelesiz yenilen yemeği ev sahipleriyle beraber yiyeceği, bu sebeple de yemeğin bereketinin gideceği bildirilmektedir.
Başka bir rivayette ise şöyle bildirilir:“Sol el ile yiyip içmeyin. Zira şeytan sol eliyle yer ve içer.” (Müslim, Eşribe, 104-106)İmam Gazalî, İhyâ’da şöyle bir rivayete yer verir:“Bir gün bir müminin şeytanı ile bir kâfirin şeytanı karşılaşırlar. Kâfirin şeytanı kilolu, semiz, temiz ve şık giyimlidir. Müminin şeytanı ise, zayıf, pis, kirli ve çıplaktır. Kâfirin şeytanı, müminin şeytanına ‘Bu ne hâl?’ diye sorar. Müminin şeytanı ‘Ne yapayım, bir adama düştüm ki, adam yiyeceği zaman besmeleyi okur, ben aç kalırım. İçeceği zaman besmeleyi okur, ben susuz kalırım. Giydiği zaman elbiseyi besmele ile giyer, çıplak kalırım. Temizlendiği zaman besmele ile temizlenir, ben de pis kalırım’ der. Bunun üzerine kâfirin şeytanı da, ‘Ben öyle bir adam ile arkadaşım ki bunlardan hiçbirisine besmele getirmez. Yemesinde, içmesinde ve giymesinde ben kendisine ortak olurum,’ der.” Öyle anlaşılıyor ki, insan yemesinde içmesinde besmele çekmemek veya şeytana uymakla kendi şeytanını beslemiş olmaktadır.
Nefis Şeytan İlişkisi
Nefis ve şeytan, insanın manevi ilerleyişinde en mühim iki engel. Nefis içeriden, şeytan dışarıdan dünya ve ahiretimizi perişan etmek için durmadan çalışıyorlar. Nefsin mahiyetinde gurur- kibir- menfaatçilik gibi pek çok zararlı özellikler var.
Şeytan ise, işletilmeye uygun bu madenleri iyi biliyor ve işletiyor. Nefsin zaaflarını tanıyor ve yakalıyor. Nefis insanın içinde bir mahiyet, şeytan ise insanın dışında bir hakikattir.İnsanın nefs-i emmaresi, şeytanın bir talebesi gibidir.
Şeytan kuvvetli bir verici, nefis hassas bir alıcıdır. Şeytandan gelen telkinlere kulak veren nefis, insanı fısk ve fücura, isyan ve inkâra, gaflet ve dalalete, her türlü rezalet ve malayaniyata sevk eder.Nefis, içimizde şeytanın temsilcisi... Onun yerli iş birlikçisi... Eğer terbiye edilmezse, onun bir öğrencisi…Nefis, ıslah olmaya kabiliyetlidir. Bir atın veya bir köpeğin iyi bir terbiye ile faydalı hale gelebilmesi gibi, nefis dahi terbiye ile uysal ve söz dinler bir hale gelebilir. Şeytan için ise bu kapı artık kapalıdır, ıslah olması düşünülemez.
Herkese Bir Şeytan
Hz. Âîşe şöyle rivayet eder:“Rasulullah bir gece yanımdan çıkıp gitmişti. Ben bundan dolayı kıskançlık duydum. Biraz sonra geldi ve benim kıskandığımı hissetti. Bana:‘Neyin var ey Âişe, yoksa kıskandın mı? ‘ diye sordu. Ben, ‘Neyim olacak, benim gibisi senin gibi bir zatı kıskanmaz mı?’ dedim.Rasulullah,
‘Sana, şeytanın mı geldi?’ dedi.
Ben, ‘Ey Allah’ın elçisi, benimle beraber bir şeytan mı var?’ dedim.O da, ‘Evet...’ dedi.‘Her insanın yanında bir şeytan mı var?’ dedim. O da, ‘Vardır’ dedi.Bunun üzerine ‘Senin de var mı ey Allah’ın Rasulü?’ diye sordum.
Şöyle buyurdu: ‘Evet, var. Fakat Rabbim bana yardım etti de benimki teslim oldu.’” (Müslim, Münafıkun, 11)
Bazı zatlar, hadisin son kısmında yer alan “Benimki teslim oldu” kısmını “Benimki Müslüman oldu.” şeklinde tercüme ederler. Bu, yanlış bir tercümedir.
Çünkü Müslüman olmak şeytanın tabiatına zıddır, şeytan Müslüman olmaz, ama şeytan teslim alınabilir. Bunu yapabilen zatlara şeytan artık bir zarar veremez.
Kalpteki Şeytanî Merkez Her insanda müstakil bir şeytan olduğunun bir tezahürünü en azından şu hadiste görebiliriz:
“Âdemoğlunda bir şeytanın lemmesi (dokunuşu) vardır, bir de meleğin lemmesi. Şeytanın lemmesi, şerre teşvik etmek ve hakkı yalanlamaktır. Meleğin lemmesi ise iyiliği ilham etmek ve hakkı tasdik etmektir. Bunu her kim vicdanında hissederse Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a hamdetsin. Öbürünü hisseden de şeytandan Allah’a sığınsın. (Tirmizi, Tefsir, 2/25) Daha sonra Rasulullah şu ayeti okur: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve fuhşiyata teşvik eder. Allah ise kendi lütfundan ve bağışlamasından vaatte bulunur. Allah’ın lütfu geniştir. O, herşeyi bilendir...” (Bakara Suresi, 268)Hadiste bildirilen iki lemme (lümme), kalbe gelen ilhamları beyan etmektedir.
Bunlardan biri melek ilhamı, diğeri ise şeytan vesvesesi içindir. Şeytan kendine ait olan kısmı bir üs olarak kullanır, buradan vesvese yayınları yapar.Herkes kendi kalbinde her iki yayını da hissedebilir. Mesela, rüşvetle karşı karşıya kalan bir memura içinden bir ses şöyle der: “Ne duruyorsun, alsana. Ömrün hep fakirlikle mi geçecek?”Ama başka bir ses de şöyle der:“Ne yapıyorsun, helal kazancına haram mı karıştıracaksın? Rüşveti verenin de alanın da ateşte olduğunu unuttun mu?”Bu seslerden biri şeytandan, diğeri ise melektendir.
Her insan hemen her gün binlerce bu tür seslere muhatap olur.
Şeytan nerelerde gezer?
Şeytan, aslında her yerde gezer, onun için her yer “aldatma alanıdır.” Ama bununla beraber bazı yerler onun daha çok gezdiği, adeta cirit attığı yerlerdir. Bu cümleden olarak, kahvehaneler, meyhaneler, gece kulüpleri, yol kenarları, plajlar, çarşılar… sayılabilir.
Kahvehaneler: Buralar “toplu halde vakit öldürme yerleridir.” Hâlbuki insan bu dünyaya vakit öldürmeye değil, vakti değerlendirmeye gönderilmiştir. Buralara takılan insanlar, hayatın ciddi gayelerinden uzaklaşırlar. Gayesizlik ve hedefsizlik, bunların en belirgin özellikleri haline gelir. Nemli mekânlarda demirin zamanla paslanması gibi, böyle yerlerde duranlar da ruhen paslanırlar. Kahvehanelerde içilen sigara buralarda oturanların bedenine sindiği gibi, yapılan abes konuşmalar, küfür sözleri, gösterilen tembelce tavırlar da adeta ruhlarına işler. Bu dumanlı mekânların müdavimleri, her türlü zararlı fikri akıma veya zararlı alışkanlıklara buralarda maruz kalabilirler.
Meyhaneler:
Meyhaneler, mutluluğu yanlış yerde aramanın adresidir. Buralar adeta birer “düşkünler yurdudur.” Feleğin sillesine maruz kalmış, ama buna karşı net tavır geliştirememiş kimselerin uğrak yeridir. Meyhaneye gidip “kafa bulmaya çalışmak”, susuzluğunu deniz suyuyla telafiye çalışan kimsenin şaşkınlığı içerisinde, aklını başından alacak şeyi içmeyi akıllılık zannetme divaneliğidir.
Gece Kulüpleri: Gece kulüpleri, aslında bizim kültürümüzde olmayan ve de olmaması gereken yerlerdir. Batılılaşma serüveninin milletimize kötü hediyelerindendir. Buralar, çalınan müziğiyle, gelenlerin kılık kıyafetiyle, içtikleri içkiyle, kullandıkları uyuşturucuyla, yaptıkları dans ve benzeri tavırlarıyla bize tamamen yabancı yerlerdir. Bu izbe yerler, insanın maneviyatını silip süpüren, insanı adeta insanlıktan çıkaran batakhanelerdir. İffetiyle bilinen bir toplumun fertlerinin, gayr-i meşru beraberlik ortamı içerisinde çılgınca eğlenmeleri, uyuşturucuyla kendilerinden geçmeleri hazin bir manzaradır.
Yol Kenarları:
Yol kenarları, işsiz güçsüz insanların tembelce oturduğu, gelene geçene baktıkları birer mekân olarak da kullanılabildiğinden, şeytan buradaki insanları boş işlerle oyalamakta, boş sözlerle avutmaktadır. Peygamber Efendimiz bir keresinde “Yol kenarlarında oturmaktan kaçınınız” buyurdu.Ashab, “Ya Rasulallah, bizim için bundan tamamen sıyrılmak mümkün değildir. Oralar bizim meclislerimizdir, oralarda meselelerimizi görüşürüz” diye izin istediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz “İlla oturmak isterseniz, oraların hakkını veriniz” dedi.
Ashab, “Ya Rasulallah, yolun hakkı nedir?” diye sordular.
Hz. Peygamber, şöyle dedi:
“Haramdan göz yummak, halka eza vermekten kaçınmak, selam verenin selamını almak, iyiliği emredip kötülükten yasaklamak, sorana yol göstermek, mazluma yardım etmektir.” (Ebu Davud, Edeb, 12)
Öyle anlaşılıyor ki, yol kenarlarında oturmak haram olmamakla birlikte doğru da değildir. Oturmak mecburiyetinde kalındığı zaman ise, -hadiste belirtildiği gibi- belli esaslara riayet edilmesi gerekmektedir.
Plajlar: Yüzmek, Peygamber Efendimizin tavsiye ettiği sporlardan biridir. Ama üç tarafı denizlerle çevrili yurdumuzda, günümüz şartlarında bunu yapabilmek hayli riskli hale gelmiştir. Çünkü plajlarda kadın erkek karışıktır. Yüzmek gibi gayet masumane ve faydalı bir aktivite için plaja giden biri, tam bir günah ortamına girmektedir. Dini duyarlılığı olan kimselerin bu ortamda bulunmaları maneviyatlarına ciddi zarar verir, kendilerini gittikçe lakayt hale getirir. Buna mukabil, biraz uzaklarda da olsa sakin yerler bulup orada yüzmek tercih edilmelidir.
Çarşılar:
Çarşı ve pazar, insanların kalabalık bir şekilde bulundukları yerlerdir. İnsanlar buralarda gezer dolaşır ve alış verişte bulunurlar. İnsanın gözü o kalabalık içinde harama da kayabilir, dikkat etmesi gerekir. Peygamber Efendimiz, ister istemez görülenden bir vebal olmadığını, ama tekrar bilerek bakılırsa günah olduğunu bize anlatır. (Ebu Davud, Nikah, 43)
Ayrıca şeytan, yapılan alış verişlerde hile yapılması için durmadan dürtükler. Mesela, satıcıları saf gördüklerini aldatmaya teşvik eder, yalan yeminler ettirir.