Konuya cevap cer

NÜKTELER..

EŞEK TÜCCARI ŞEYTAN VE MÜŞTERİLERİ

Şeytan ateşten yaratılmıştır. Böyle yaratılışı O’na bazı hususiyetler de kazandırmıştır. Nitekim şeytan çeşitli kılık kıyafete girer, muhtelif görünüşlerde dolaşabilir. İsa (as) da bir gün eşek tüccarı kılığında görünmüştür. Kendisini hemen tanıyan Allah’ın Nebisi sormuş:

-“Ey şeytan, böyle eşek tüccarı kılığında nereye gidiyorsun?” tanındığını anlayan şeytan gerçeği gizlemeyi ihtiyaç duymadan cevap vermiş:

-“Nereye olacak pazara gidiyorum!”

-“Ne yapacaksın pazarda?”

-“Şu eşekleri yükleriyle birlikte satacağım.” İsa (as) merak etmiş. Eşekleri yükleriyle birlikte kim alır diye sormuş:

-Eşekleri ayrı, yüklerini de ayrı satman gerekmez mi?

-“Hayır, eşeklerimin yükleri de kendileri gibi kıymetlidir. Eşeği almak isteyenler yükünü de almak isterler. Onun için onları üzerindeki yükleriyle birlikte satacağım.” Hz. İsa büsbütün meraklanmış.

-“Ey şeytan, sen bu eşeklere ne yükledin ki, ikisini birden satacağını sanıyorsun? Eşeğin yükü çok mu kıymetli sanki?” demiş. Şeytan kahkahayı basmış:

-Sen, demiş, bu yükleri bilsen şaşıp kalırsın. Bilmiyorsun da onun için tereddüt ediyorsun.

-“Anlat bakayım neler yükledin eşeklerine.” Şeytan başlamış anlatmaya:

-“Şu birinci eşekte (hased), İkincisinde (kibir), üçüncüsünde (zulüm) yüklüdür.” Hz. İsa (as) daha çok meraklanmış:

-Ey şeytan, kim alır senin hased, kibir, zulüm yüklü eşeklerini? Deyince bir kahkaha daha atan şeytan:

-“Bak demiş, anlatayım kimler müşteri olacak, eşeklerimi yükleriyle birlikte satın almaya?” En öndeki eşeği göstermiş:

-“Şu birinci eşekte hased yüklüdür. Bunu, bilginlere, azıcık ilim sahiplerine satarım. Zira bilginlerin bir kısmında hased arzusu zirvededir. Onlar kendileri gibi olan diğer bilginlere hased etmekten duramazlar. Hased ve kıskançlık onların en çok kullandıkları sermayelerdir. Bu eşek onlarındır.” Sonra ikinci eşeği göstermiş:

-“Şu ikinci eşekte kibir yüklüdür. Bunu da cahil zenginlere satarım. Serveti çok, bilgisi az zenginler, çok kibirli olurlar. Başkalarını küçük, kendilerini büyük görürler. Kibirsiz duramazlar. Bu eşek de onlarındır.” Son eşeği gösterirken de şöyle demiş:

-Bu üçüncü eşekte ise zulüm yüklüdür. Bunu da salahiyet sahibi amirlere, hükümet büyüklerine satarım. Onlar vatandaşın istediklerini rüşvetsiz yapmazlar. İstedikleri zamana kadar geciktirirler. Zulümsüz duramazlar. Bu da onlarındır.

Bunları dinleyen İsa (as) ellerini açıp Allah’a yalvarmaya başlamış:

-“Ey Rabbim, bu eşek tüccarlarına müşteri olmak istemeyenleri sen koru, hased, kibir, zulüm eşeklerine muhtaç eyleme.” Duayı işiten şeytan bağırmaya başladı:

-Ne yapıyorsun, ben kiminle alış veriş yapacağım, müşterilerimi kaçıracaksın?

ŞEYTANI DİZE GETİREN TÖVBE-İSTİĞFARLAR

Bir sabah meşhur sahabelerden birisinin şiddetle kapısını vurup uykudan uyanması sağlanır. Güneşin doğmasına az kalmıştır. Sahabe, “sen kimsin? Bu saatte benden ne istiyorsun?” diye sorar. Kapıyı vuran, “ben inanmayacaksın ama şeytanım, senin güneş doğmadan önce sabah namazını kılmanı istiyorum. Hemen acele et!...” der.

Sahabe, “sen hep şer peşinde koşarsın, niçin böyle bir hayra sebeb olmak istiyorsun?” diye sorunca:

-“Evet doğru…ama hatırlayacaksın geçen, seni bir defa seni meşgul ettim, gaflete boğdum ve sabah namazına kalkmanı engelledim. Fakat sen öyle bir pişmanlık gösterdin, öyle bir tevbe istiğfar ettin ki, sabah gafletinle beraber daha pek çok günahlarını da affettirdin. Bu işten ben zararlı çıktım. Onun için şimdi kurnazlık yapıp, bir daha öyle bir dua ve yalvarmayla tövbe etmemen için sana iyilik yapıyormuşum gibi davrandım. Fakat sen acele et, yeni geç kalıp başıma iş açacaksın,” diye cevap verir.

ŞEYTAN NEDEN BEDBAHT OLDU?

Ebu Muhammed Mervezi der ki:

-“Şeytan ancak şu beş hasletten dolayı bedbaht olmuştur:

Günahlarını ikrar ve itiraf etmedi.

İsyanından dolayı pişman olmadı.

Kendisini hiç kınamadı.

Tevbe etmedi.

Allah’ın rahmetinden ümidini kesti.

Âdem (as) ise, bunların aksine 5 hasleti yüzünden saadete kavuşmuştur:

Günahlarını itiraf etti.

Günahından dolayı pişman ve nâdim oldu.

Kendini kınadı.

Hemen tevbe etti.

Allah’ın rahmetinden ümit kesmedi.

HEPSİNİ DOĞRU SÖYLÜYOR

İbni Abbas (r.a) Hazretlerinden naklen Muaz bin Cebel naklediyor:

-Bir gün Resulallah ile beraberdik. Ensardan birisinin evinde toplanmıştık. Tam bir cemaat olmuştuk. Sohbete dalmıştık. Bu arada dışarıdan bir ses geldi:

-Ev sahibi, içeridekiler, eve girmem için bana izin verir misiniz? Benim sizden bir dileğim var. Görülecek bir işim var.

Bunun üzerine herkes Efendimizin (s.a.s.) yüzüne bakmaya başladı. Efendimiz duruma vakıf oldu ve: -“Bu seslenen kimdir, bilir misiniz? Buyurdu. Biz hep birden şöyle dedik:-“En iyi bilen Allah ve Resulüdür.”

Bunun üzerine Efendimiz:-“O lain İblistir, (şeytandır) Allah’ın laneti onun üzerine olsun” buyurunca hemen Hz. Ömer: -“Ya Resulallah bana izin veriniz onu öldüreyim” dedi. Efendimiz bu izni vermedi ve şöyle buyurdu:-“Dur ya Ömer, bilmiyorsun ki, ona belli bir vakte kadar mühlet verilmiştir. Öldürmeyi bırak” sonra şöyle buyurdu:-“Kapıyı ona açın gelsin. O buraya gelmek için emir almıştır. Diyeceklerini anlamaya çalışınız. Size anlatacaklarını iyi dinleyiniz” bundan sonra raviden dinleyelim:

Kapıyı ona açtık. İçeri girdi ve bize göründü. Bir de baktık ki, şekli şu: bir ihtiyar. Şaşı, aynı zamanda köse. Çenesinde altı veya yedi kadar kıl sallanıyor. At kılı gibi. Gözleri yukarı doğru açılmış, kafası büyük bir fil kafası gibi. Dudakları da, bir manda dudağı gibiydi. Sonra şöyle selam verdi:

-“Selam sana Ya Muhammed, selam size ey cemaat-i müslimin” Onun bu selamına Efendimiz şu mukabelede bulundu:

-“Selam Allah’ındır, ya lain” Sonra ona şöyle buyurdu:-“Bir iş için geldiğini duydum, nedir o iş?”

Şeytan şöyle anlattı:-Benim buraya gelişim, kendi arzumla olmadı. Mecburen geldim. Efendimiz (s.a.s.) sordu: -“Nedir o mecburiyet?” Şeytan anlattı:-“İzzet sahibi Rabbin katından bir melek geldi ve dedi ki: “-Allahu Teala sana emrediyor, Muhammed’e gideceksin. Ama düşük ve zelil bir halde. Tevazu ile ona gideceksin ve ademoğullarını nasıl aldattığını söyleyeceksin. Sonra o sana ne sorarsa doğrusunu söyleyeceksin. Sonra Allahu Teala buyurdu ki: söylediklerine bir yalan katarsan , doğruyu söylemezsen seni kül ederim, rüzgar savurur. Düşmanlarının önünde seni rüsvay ederim. İşte böyle Ya Muhammed, o emir üzerine sana geldim. Arzu ettiğini bana sor, şayet bana sorduklarına doğru cevap vermezsem düşmanlarım benimle eğlenecek. Şu muhakkak ki, düşmanlarımın eğlencesi olmaktan daha zor bir şey yoktur. 

Bundan sonra Efendimiz (s.a.s.) şöyle sordu:-“Madem ki sözlerinde doğru olacaksın. O halde bana anlat Halk arasında en çok sevmediğin kimdir? Şeytan cevap verdi: “-Sensin Ya Muhammed…Allah’ın yarattıkları arasında senden daha çok sevmediğim bir kimse yoktur. Sonra, senin gibi kim olabilir ki? Efendimiz (s.a.s) sordu: -“Benden sonra en çok kimlere buğuzlusun ve sevmezsin?” Şeytan anlattı: “-Muttaki bir genci ki, varlığını Allah yolunda vermiştir.” Bundan sonra sual-cevap aşağıdaki şekilde devam etti. Resulullah Efendimiz (s.a.s.) sordu; Şeytan anlattı:

-Sonra kimi sevmezsin. “-Kendisini sabırlı bildiğim, şüpheli şeylerden sakınan alimi”

-Sonra? “-Temizlik işinde yıkadığı şeyleri üç defa yıkamaya devam eden kimseyi”

-Sonra? “-Sabırlı olan bir fakir ki, ihtiyacını hiç kimseye anlatmaz. Halinden şikayet etmez.”

-Peki bu fakirin sabırlı olduğunu nerden bilirsin? “-Ya Muhammed, ihtiyacını kendi gibi kimseye açmaz. Her kim ihtiyacını kendi gibi birisine üç gün anlatırsa Allah onu sabredenlerden yazmaz. Sabırlı kimselerin işi buna benzemez. Hasılı onun sabrını, halinden, tavrından ve şikayet etmeyişinden anlarım.”

-Sonra kim? “-Şükreden zengin” 

-Peki, ama o zenginin şükreden olduğunu nasıl anlarsın? “-Onu görsem ki, aldığını helal yoldan alıyor ve mahaline harcıyor. Bilirim ki, o şükreden bir zengindir.” Efendimiz (s.a.s.) bu defa mevzu değiştirdi ve ona başka sualler sordu:

-Peki ümmetim namaza kalkınca senin halin nice olur? “-Ya Muhammed, beni bir sıtma tutar, titrerim.”

-Neden böyle olursun ya Lain? “-Çünkü bir kul, Allah için secde edince bir derece yükselir.”

-Peki ya oruç tuttukları zaman nasıl olursun? “-O zaman da bağlanırım, ta onlar iftar edinceye kadar.”

-Peki ya Hacc yaptıkları zaman nasıl olursun? “-O zaman da çıldırırım.”

-Peki ya Kur’an okudukları zaman nasıl olursun? “- O zamanda eririm. Tıpkı ateşte eriyen bir kurşun gibi.”

-Peki ya sadaka verdikleri zaman halin nasıldır? “-İşte, halim pek yaman olur. Sanki sadaka veren, bir testere alır eline ve beni ikiye böler.”

-Neden böyle testere ile ikiye bölünürsün, ya Eba Mürre? Bunun sebebini İblis “-Onu da anlatayım” dedikten sonra anlatmaya başladı: Çünkü sadakada dört güzellik vardır. Şöyle ki: Allah’u Telala sadaka verenin malına bereket ihsan eder. O sadaka veren kimseyi halkına sevdirir. Allahu Teala, onun verdiği sadakayı cehennemle arasında perde yapar. Allahu Teala, belayı, sıkıntıyı ve ahları ondan defeder.

Bundan sonra Efendimiz (s.a.s.) ashabı hakkında ona bazı sorular sordu: -Ebu Bekir için ne dersin? İblis buna şu cevabı verdi: “- o bana cahiliyet devrinde bile itaat etmedi. İslama girdikten sonra nasıl itaat eder.”

-Ömer Bin Hattab hakkında ne dersin? “-Allah’a yemin ederim ki, her gördüğüm yerde ondan kaçarım.”

-Peki Osman bin Affan için ne dersin? “-Ondan utanırım. Hem de çok. Nasıl ki, Rahman’ın melekleri ondan utanırlar.”

-Peki, Ali bin Ebi Talip için ne dersin? “-Ah, onun elinden bir kurtulsam. O, kendi başına kalsa ben de kendi başıma kalsam. O beni bıraksa, ben de onu bıraksam. Ben onu bırakırım ama o beni bırakmaz.”

Efendimiz (s.a.s.) yukarıda soruları sorduktan sonra ve şeytanın verdiği cevaplarda kısmen bittikten sonra “-Ümmetime saadet ihsan eden, seni de ta belli bir vakte kadar şaki kılan Allah’a hamd olsun.” Efendimizin o cümlesini duyan lain şöyle dedi:

-Heyhat…Heyhat… ümmetin saadeti nerede? Ben o belli vakte kadar diri kaldıkça, sen ümmeti için nasıl ferah diyorsun? Ben onların kan mecralarına girerim. Etlerine karışırım. Ama onlar, benim bu halimi göremezler ve bilemezler. Beni yaratan ve baas gününe kadar bana mühlet veren Allah’a yemin ederim ki, onların bütününü azdırırım. Cahillerini ve alimlerini, ümmilerini ve okumuşlarını, facirlerini ve abidlerini…Hasılı, bunların hiç biri elimden kurtulmaz. Fakat, Allah’ın halis kullarını, evet bunları azdıramam.

Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) sordu: “-Sana göre ihlas sahibi olan muhlis kullar kimlerdir? Bu suale İblis şu cevabı verdi:

-Bilmez misin ya Muhammed? Bir kimse ki, dirhemi ve dinarı sever, o Allah için bir ihlasa sahip değildir. Bir kimseyi görsem ki, dirhemi ve dinarı sevmez, övünmekten ve methedilmekten hoşlanmaz, bilirim ki, o ihlas sahibidir. Hemen onu bırakır kaçarım. Bir kul malı ve övünmeyi sevdiği süre, kalbi de dünyaya arzulu kaldığı müddetçe, o size vasfını yaptığım kimseler arasında bana en çok itaat edendir. Bilmez misin ki, mal sevgisi günahların en büyüğüdür. Bilmez misin ki, Ya Muhammed baş olma sevgisi büyük günahların en büyükleri arasındadır. Ya Muhammed bilmez misin ki, benim yetmiş bin tane çocuğum var. Bunların her birini bir başka yere tayin etmişimdir. Sonra her çocuğumla birlikte yetmiş bin tane şeytan vardır. Onların bir kısmını ulemaya gönderdim. Bir kısmını gençlere yolladım, bir kısmını da meşahiye saldım. Bir kısmını da kadınlara musallat ettim. Gençlere gelince aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktur. Onlarla gayet iyi geçiniriz. Çocuklara gelince: Onlar da bizimkilerle istedikleri gibi oynarlar.

Bizimkilerin bir kısmı da abidlerin başına dert ederim. Bir kısmını da zahitlerin. Onlar, bunların yanına girer, halden hale sokarlar. Bir tepeden öbürüne hep dolaşıp durular. Öyle bir hal alırlar ki, başlar, sebeplerden her hangi birine sövmeye. İşte böylece onlardan ihlası alırım. Onlar, bu halleriyle yaptıkları ibadeti, ihlassız yaparlar. Ama bu hallerinin farkına varmazlar. 

İblis, bundan sonra aldattığı bir rahibin hikayesini anlatmaya geçti. Ve şöyle dedi: “-Bilmez misin ya Muhammed, Rahip Barsiba, tam yetmiş yıl ihlas ile Allah’a ibadet etti. Bu ibadetlerinin sonunda, ona öyle bir hal ihsan edilmişti ki, her dua ettiği hasta, duası bereketi ile şifayab oluyordu. Onun peşine takıldım. Hiç bırakmadım. Zina etti, katil oldu. Sonunda küfre girdi. Bu o kimsedir ki, Allahu Teala Aziz kitabında onu şöyle anlatıyor:

-Şeytanın hali gibidir ki o insana,

-Kafir ol…dedi. Vaktaki o kafir oldu, bu defa ona şöyle dedi:

-Ben senden uzağım. Ben alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım(59 / 16)

İblis bundan sonra bazı kötü huylar üzerinde durdu. Ve onların her birerlerinden nasıl istifade ettiğini anlattı.

-Bilmez misin ya Muhammed, yalan bendendir ve ilk yalan söyleyen de benim. Herkim yalan söylese, o benim dostumdur. Her kim yalan yere yemin ederse, o da benim sevgilidir. Bilmez misin ya Muhammed? Ben adem ve Havva’ya yalan yere Allah adına yemin ettim. –Muhakkak ki ben nasihat ediyorum(7 / 16) dedim. Bunu yaparım. Çünkü yalan yere yemin gönlümün eğlencesidir.

-Gıybet ve koğuculuğa gelince, onlar benim meyvelerim ve şenliğimdir. –Her kim talak üzerine yemin ederse, günahkar olacağından endişe edilir. İsterse bir defa olsun. İsterse doğru bir şey üzerine olsun her kim talakı ağzına alırsa, taa hakikat belli oluncaya kadar karısı ona haram olur. Onlar bu halleriyle kıyamete kadar meydana getirecekleri çocuklar zina çocukları olur. Ağza alınan o talak kelimesi yüzünden hepsi cehenneme gider.

-Ya Muhammed namazı an be an tehir edene gelince onu da anlatayım. O her zaman ki, namaza kalkmak ister. Ona vesvese veririm. Derim ki: Henüz vakit var. Sen de meşgulsün. Hele şimdilik işine bak. Sonra kılarsın. Böylece o vaktinin dışında namazını kılar. Bu sebepten onun kıldığı namaz yüzüne atılır. Şayet o kimse beni mağlup ederse, ona insan şeytanlarından birini yollarım. Böylece onu vaktinde namaz kılmaktan alıkor. O bunda da beni mağlup ederse, bu sefer onun hesabını namazda görmeye bakarım. O namazın içindeyken:-“Sağa bak, sola bak” derim. O da bakar. O ki böyle yaptı. Yüzünü okşar alnından öperim. Bundan sonra ona: “- Sen ebedi yaramaz bir iş yaptın. Derim ve böylece onun huzurunu bozarım. Sen de bilirsin ki, ya Muhammed her kim namazda sağa sola çokça bakarsa, Allah onun namazını kabul etmez. Yüzüne atar. Bunda da mağlup olursam, yalnız başına namaz kıldığı zaman yanına giderim. Ona çabuk çabuk kılmasını emrederim. O da başlar, çabuk çabuk kılmaya. Tıpkı horozun gagası ile yerden bir şeyler topladığı gibi. 

Bu işi ona yaptırmada da başarı kazanamazsam, bu sefer cemaatle namaz kılarken yanına varırım. Orada onun başına bir gem takarım. Başını imamdan evvel secdede ve rükudan kaldırırım. İmamdan evvel de secde ve ruku yaptırırım. İşte o böyle yaptığı için, kıyamet günü, Allah onun başını eşek başına çevirir. –O kimse bunda da beni yenerse, bu defa, ona namazda parmaklarını çıtlatmasını emrederim. Böylece o, beni tesbih edenlerden olur. Ama bu işi ona namaz içinde yaptırmaya muvaffak olmazsam ve bunda da, ona mağlup olursam, bu sefer ona tekrar giderim.namaz içinde iken burnuna üfleyince esnemeye başlar. Şayet o bu esneme esnasında elini ağzına kapatmazsa, onun içine küçük bir şeytan girer. Dünya hırsını ve dünyevi bağlarını çoğaltır.

-İşte bundan sonra o kimse, hep bize itaat eder, sözümüzü dinler, dediklerimizi yapar. Şeytan bundan sonra konuşmasına devam etti.-sen ümmetinin hangi saadetinden ferah duyarsın ki? Ben onlara ne tuzaklar kurarım. Miskinlerine, çaresizlerine ve zavallılarına giderim. Namazı bırakmalarını emrederim. Ve onlara derim ki: “-Namaz size göre değil. O afiyet ihsan ettiği ve bolluk verdiği kimseler içindir”

-Sonra hastalara giderim. Namaz kılmayı bırak derim. Çünkü Allahu Teala “hastalara zorluk yok (24 / 61) buyurdu. İyi olduğun zaman çokça kılarsın. Ve o böylece namazını bırakır. Hatta küfre de girebilir. Şayet o hastalığında namazını terk ederek ölüp giderse, Allah’ın huzurunda vardığında, Allahu Teala’yı öfkeli bulur. Sonra şöyle dedi:

-Ya Muhammed eğer sözlerime yalan kattımsa, beni akrep soksun. Sonra eğer yalan varsa, Allah’tan dile beni kül eylesin... 

KOMADA DUYULAN SES

1989 yılında geçirdiğim bir trafik kazası sonucunda koma halinde hastaneye kaldırılmıştım. Yanımda bulunan eşim vefat etmiş, beni kontrol eden doktor, kan deryası içinde kalan vücudumda bir hayat emaresi göremediğinden, bana da ölü raporu vermişti. O akşamki TRT haber bülteninde, kazada ölen kişilerin arasında benim de ismim bulunuyordu.

Daha sonraları ölmediğim anlaşılmış ve üç gün devam eden koma halinden sonra kendime gelmiştim. Fakat kazadaki darbelerin tesiriyle gözlerimi açamıyor, vücudumun hiçbir noktasını kımıldatamıyordum. Koluma takılan serumdaki uyuşturucuların tesiriyle de, fazla bir şey düşünemez hâle gelmiştim. Tam manâsıyla yaşayan bir ölü gibiydim. İlk önce kendimi çok ağır bir uykuda zannettim. Bir türlü uyanamadığım bir uykuda. Bu sırada başucumdaki konuşmaları duydum. Sesinden tanıdığım amcam:

— Doktor bey, üç gündür hiçbir gelişme yok, diyordu. Müsaade ederseniz, hastamızı Ankara'ya götürelim.” Doktor ise:

— Hastanız her an ölebilir, diye cevap verdi. Bu durumda nakline izin vermek cinayettir. Zaten böyle bir mesuliyetin altına da giremem.

Bu konuşmalar üzerine büyük bir kaza geçirdiğimi anlamış ve doktorun "Her an ölebilir" sözüyle dehşete kapılmıştım. Fakat duyma ve düşünme duygularımın dışındaki bütün fonksiyonlarımı kaybettiğimi hissediyordum. Ölmekten çok Cenâb-ı Hakk'a hesap verememekten korkuyor ve boğazım sıkılmış gibi sık sık nefes alıyordum.

Ruhumu teslim etmekte olduğumu zannederken, nereden geldiğini anlayamadığım bir ses, benimle konuşmaya başladı. Ve ne için bu kadar korktuğumu sordu. Sebebini söylediğimde, aynı ses:

— Korkacak hiçbir şey yok, dedi. Tamamen asılsız ve hurafe şeylere inandırıldığın için böyle sıkıntı çekiyorsun. Allah ve âhiret günü diye bir şey yok ki sıkıntısı olsun. Sana bunların boş şeyler olduğunu ispat edeceğim. Eğer beni tasdik edersen, hiçbir sıkıntı ve endişen kalmadığını göreceksin.

Kendimi, yıkılan bir dağın altında kalmış gibi hissettiğim için:

— Peki hemen anlat ve beni bu sıkıntıdan kurtar, dedim. O ses:

_ Biliyorsun ki çekirdekler önce fidan, sonra ağaç olur, dedi. Daha sonra da ömrünü tamamlar sulan çekilir, kurur ve toprağa karışırlar. Hayvanlar da bizim gibi doğar, büyür, gelişir ve ömürlerini tamamladığında toprak olurlar. Sen o ağaçların veya hayvanların, senin gibi endişe duyup, korktuklarını gördün mü? Elbette hayır. Çünkü onlar, bâtıl şeylere inandırılmamışlar. Yani yeniden dirilme veya hesaba çekilme diye bir şey olmayacağı için, onların da bu tur şeylerden endişesi yoktur. Sen de boş şeyleri kafandan atarsan, hiçbir sıkıntın kalmayacak, gör bak nasıl rahat edeceksin!.

Bu sözleri işittikten sonra sıkıntım daha da artta. "Acaba dediği gibi inkâra sapsam, rahatlar mıyım?'1 diye düşünüyor, fakat kalp ve ruh gibi latifelerimin, bu inkârı kabule yanaşmadıklarını hissediyordum.

Birden, sanki bir elektrik lâmbasına dokunmuş gibi zihnim aydınlanmaya başladı. Daha evvel okuduğum veya dinlediğim imânî bahisler, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. O ses'e hitaben:

— Beni yalan ve cerbeze ile aldatmak istiyorsun dedim. Ama ben akıl sahibiyim ve bu yüzden yaptıklarımdan mes'ûlüm. Sen beni akılsız hayvanlar ve şuursuz bitkilerle nasıl bir tutabilirsin? Ben, elbette hesap vermekten endişe duyarım. Çünkü bana, hayvan ve bitkilere verilenlerden belki bin defa daha gelişmiş vaziyette ihsan edilen cihazları ve akü nimetini nefis ve heva yolunda sarfetsem, onlardan bin defa daha aşağılara düşerek âhirette cezaya müstehak olurum. Hem bir iğne ustasız, bir resim ressamsız bir köy muhtarsız olamazken, bu kusursuz kâinatın bir sahibi ve yaratıcısı olmaz mı? Ve bütün kâinatla birlikte beni de mükemmel şekilde yaratan Rabbim, beni hesaba çekmeyerek başıboş bırakır mı?

Evet, imân nurları o zor anlarımda imdadıma yetişmiş ve içinde bulunduğum karanlık dünyamı aydınlatmaya başlamıştı. Nurlardan edindiğim iman hakikatlerini anlattıkça, sıkıntılarımın hafiflediğini hissediyordum. Biraz sonra o ses tamamen susmuş ve bana cevap veremez hâle gelmişti.

Daha sonra kendime gelmişim ve arkadaşlarımın anlattıklarına göre dışarıdaki ezan sesini duyup, namaz kılmak istemişim.

Bu mektubu sizlere yazarak başımdan geçen bu ürpertici hâdiseyi anlatmamın sebebi, iman hakikatlerine ne kadar muhtaç olduğumuzu ifade etmek içindir. Çünkü son nefeste iman ile kabre gitmek ve onu cennet bahçelerinden bir bahçeye çevirerek inşaallah ebedî saadeti kazanmak, tamamen bu hakikatlann elde edilmesine bağlıdır.

Şeytanın, ölüm anındaki insanlara musallat olduğunu, onları inkara saptırmak için akıllarına vesvese verdiğini ve bu yüzden de kuvvetli bir imana sahip olunması gerektiğini bütün mü'min kardeşlerimiz biliyordur. Fakat ben, bu durumun bir örneğim, ölüm öncesinde, Cenâb-ı Hakkın izniyle yaşadım. Ve bu hâdiseyi de Zafer Dergisi kanalıyla bütün inananlara anlatmayı bir vazife bildim. İnşaallah bir alâmet-i gurur olmamıştır.

ŞEYTANIN ESPRİLERİ

Birgün şeytan Firavun'un yatak odasının kapısını hızlı hızlı vurmaya başlamış. Firavun da, bu densiz kapı vuruştan rahatsız olarak, "Kim o?" diye bağırmış. Şeytan, Firavun'a, "Sen insanlara hem, 'Ben sizin en yüce rabbinizim.' diyor, tanrılık iddia ediyorsun, hem de daha kapının arkasında kimin olduğunu bile bilmiyorsun, bu nasıl tanrılık böyle?" diyerek dalga geçmiş.

Şeytan birgün elinde büyük bir ip yumağı ile gidiyormuş. Adamın birisi, "Sen bu iplerle ne yapıyorsun?" diye sormuş. Şeytan, "İnsanları bağlayıp, istediğim yere götürüyorum." demiş. O adam, "Peki haydi beni bağla ve peşinden sürükle bakalım!" demiş. Şeytan, "Şu anda bir iş peşindeyim, istersen beraber gidelim. Onu bitirince ben sana nasıl bağladığımı göstererek merakını gideririm. Yalnız şimdilik, düş peşime." demiş. Şeytana kanan adam, onun arkasına takılmış. O dere senin, bu tepe benim akşama kadar şeytanın peşinde dolaşmış. Sonunda canı sıkılınca: "Yeter be... Bağlayacaksan bağla da nasıl peşinden sürüklüyorsun görelim." demiş. Şeytan o hınzır gülüşüyle adama demiş ki: "A koca ahmak, ben sana hiç ip bağlamadan bu kadar peşimden sürükledim. Bir de boynuna ip geçirmek için niye zahmet edeyim ki?"

Hakikaten dikkat ediyorum, en çok şeytanın peşinden koşanların en çok şeytanı İnkâr eden İnsanlar olduğunu görüyorum. Hatta onlar, "Yok canım şeytan diye bir şey mi olurmuş? Öyle şeylere inananlar çağ dışı kalmış kişilerdir." diye bir de akıl vermeye çalışıyorlar. Şimdi bunlar acaba yukarıda anlattıklarımdan çok mu farklılar? Bence aynı kategoride bulunuyorlar, harta ondan daha da geri bir durum sergiliyorlar. Çünkü iç sezgilerini olsun hiç dinlemiyorlar.

Kim bilir şeytan onlarla ne gibi espiriler yapıyordur?...

ALACA BULACA SÖZLERLE

Herhâlde eskiden şeytanlar görünürmüş. Yahut görünenler insan şeytanlarıymış. Her neyse. Bir adamın düğünü olacakmış. Şeytana demiş ki, "Hiç olmazsa şu düğünüme olsun gelme de, rahat bir evlilik yapayım." Şeytan, "Tamam gelmeyeceğim." diye söz vermiş. Düğün zamanı sağdan soldan dost, akraba, yakın uzak köyler gelmeye başlamış. Şeytan da gitmiş köyün dışında bir çeşme başına oturmuş. Düğüncülerden bir gruba, "Ben işin içinden çıkamadım ama acaba siz düğün yerine varınca bir sorsanız, belki bir bilen çıkar. Şu alaca kargaların beyazı mı çok, yoksa siyahı mı?" demiş. Onlar düğün yerine gelince bu soruyu oradakilere sormuşlar. Bunun üzerine bir münakaşa başlamış. Bir kısmı "Beyazı çok!" diyormuş, bir kısmı da "Hayır siyahı çok!" diyorlarmış. Ağız dalaşları daha sonra gerçek bir kavgaya dönüşmüş. Ölenler, yaralananlar gırla. Neyse bizimki şeytanla karşılaşmış. Şeytan "Bak sözümde durdum ve gerçekten düğününe gelmedim." demiş. Ama o bir "Ah!" çektikten sonra demiş ki, "Gelmedin ama, alacalı bulaşalı sözlerinle ortalığı kırmızı kana buladın!" demiş.

Ben şimdi şeytanın bu hilesini öğrendikten sonra artık kimlerin insi şeytan, kimlerin çeşme başından uçurdukları sözlerle pişmiş aşlara su, daha doğrusu kan-irin kattıklarını daha iyi anlamaya başladım.

Sizler de biraz dikkat etseniz hemen fark edersiniz. Bunun için de benim kadar zeki olmanız gerekmez. Aferin bana, dolambaçlı sözlerle de olsa, yine kendi propagandamı aynalı biçimde yaptım.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst