Seyyid Taha (Arvasi)

yozgati

Well-known member
Seyyid Taha Arvasi, Abdülhakim Arvasi hazretlerinin küçük kardeşi olup, büyük bir âlim idi. Merhum Abdurrahim Zapsu'nun kendisinden ilmi icazetini aldığı bu zat, Üstad Bediüzzaman'ın da yakın dostlarındandı. Bu zat hakkında kısa da olsa bir malumatı sitemiz yozgatnur66'da neşretmekten huzur duyuyoruz. Ruhu şad olsun. .

Taha Efendi hicri 1285 (M: 1868-69) senesinde daha önce Hakkâri'ye, bilahare Van'a bağlanan Başkale kazasının Arvas köyünde dünyaya geldi. Seyyid Mustafa Efendi'nin dokuz erkek evladından üçüncüsüdür. Mustafa Efendi'nin iki de kız evladı vardı.

İlk tahsilini ve Rüşdiyeyi Başkale'de okuduktan sonra, yine 12 sene Başkale medresesinde tahsil ile icazetname aldı. Dini ilimlerin yanında Hesap, Hendese, Coğrafya ve Astronomi ilimlerini de okudu. 15 sene kadar talebe okutup, birkaç devre talebeye icazet verdi.

Hakkâri sancağının Vilayet-i Mektûbî Kaleminde yazı işleri vazifelerinde bulundu. Daha sonra Çölemerik'e tayin edildiyse de, talebe okuttuğu için vazifeden istifa etti.

1901-1908 seneleri arasında Başkale Rüşdiyesinde muallim vekilliği yaptı. Yine aynı seneler arasında Osmanlı Meclis-i Meb'usanında Hakkâri milletvekili oldu. Ve 1908'e kadar mebusluk yaptı. Temiz seciyesi, zarafeti, güzel ahlakı ile herkesin çok sevdiği bir insandı. Kendisine "Hacı Baba" lakabı verildi.

Daha sonra sırasıyla Hakkâri Evkaf Müdürü oldu. Bu sırada patlak veren Birinci Dünya savaşı her şeyi ve herkesi alt üst ettiği gibi onun da hayatını etkiledi. Ağabeyi Seyyid Abdülhakim Efendi ile birlikte Kafkas cephesinde Ruslara karşı savaştı. Gösterdiği kahramanlıklar ve fedakârlıklardan dolayı, grup komutanı Ömer Naci beyin isteği ile devlet tarafından ödüllendirildi. Ömer Naci Bey, İstanbul'a gönderdiği telgraflarda kendisinden "Mücahid-i Muhterem Hacı Baba Şeyh Hazretleri" diye bahsetmektedir.

Rusların Van'a iyice yaklaşması üzerine hükümetin kararıyla geri çekilme emri verilince ağabeyi Abdülhakim Efendi öncülüğünde 150 kişilik bir grup ile birlikte Erbil'e hicret etti. Bu çok meşakkatli yolculuk sırasında kardeşi İbrahim Efendi'nin de dâhil olduğu birçok akrabasını kaybetti.

Erbil'de bir ay kadar kalan Taha Efendi daha sonra yine ağabeyi ile birlikte Musul'a hicret etti ve 18 ay burada kaldı. Bu süre zarfında Musul İdadisi Edebiyat Muallimliği, Kerkük medresesi Müdürlüğü, Türkçe ve Belagat-ı Arabiye müderrisliği vazifelerinde bulunmuştur.

Savaş şartları yüzünden Musul'da kıtlık ve sefaletin dayanılmaz boyutlara varması ve Bağdat'ın İngiliz birliklerinin eline geçmesi üzerine, yine ağabeyi ve yolculuktan geri kalan 66 kişi ile birlikte 1917'de Adana'ya göç eden Taha Arvasi, Halep'in düşman işgaline uğraması üzerine Eskişehir'e oradan da Bursa üzerinden İstanbul'a gitti.(1919)

İstanbul'a gelen bu hicret kafilesi Evkaf nezareti tarafından Eyüp'te Yazılı medresesinde yerleştirildiler. Daha sonra ağabeyi Abdülhakim Efendi, Darûl Hilafe Süleymaniye medreseleri Tasavvuf müderrisliğine, kendisi ise Şafii fıkhı müderrisliğine atandı.

İstanbul'da, o sıralar Darül Hikmet Azası olan kadim dostu Üstad Bediüzzaman ile tekrar buluşma imkânını buldu. Yeğeni merhum Tevfik Demiroğlu (1908-1984) bu konuda bize şu bilgileri vermektedir;"Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini, Doğu Anadolu'da yapmak istediği Medresetü'z-Zehra zamanından duymuştum. Zaten o zaman şöhreti büyük, her yerde bilinir ve tanınırdı. Fakat ilk görüşmemiz Eyüp'teki Sokullu Medresesinde oldu. O zaman Şeyh Şefik Efendi vardı. Büyük bir adamdı. Esasen benim bir dayım vardı. Seyyid Tahâ Efendi. Uzun zaman Van Mebusluğu yaptı. Üstad ile o birbirlerini çok severlerdi. Bu sebeple bir ay mütemadiyen geldi ve bizde beraber yatarlardı." (Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, 2. Cilt)

Bediüzzaman hazretleri ise, kendisiyle beraber olan bir hatırasını şöyle anlatmaktadır. "Hem kırk sene evvel İstanbul'da Kâğıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, Köprüden tâ Kâğıthane'ye kadar Haliç'in iki tarafında binler açık-saçık Rum ve Ermeni ve İstanbul'lu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum meb'us Molla Seyyid Taha ve meb'us Hacı İlyas ile beraber kayığa bindik, o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Hâlbuki Molla Taha ve Hacı İlyas beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassud ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip dediler: "Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın." Dedim: "Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum." (Emirdağ Lahikası-1 s:264 )

23 Ağustos 1922 tarihinde Umûr-u Şer'iyye ve Evkâf Vekâleti Heyet-i İtfâiye azalığı görevine getirildi. Şer'iyye vekâletinin lağvı üzerine kurulan Diyanet İşleri Heyet-i Müşavere Azalığına 26 Nisan 1924 tarihinde naklen tayin edilmesi üzerine Ankara'ya yerleşti. Bu vazife sırasında 19 Eylül 1928'de dar-ı bekaya irtihal etti.

Arapça, Farsça ve Türkçe'yi gayet ileri seviyede bilen Taha Efendi hazretlerinin Kaside-i Bürde(Bânet Suad)'nin Türkçe Şerhi, Bürhan-ı Gelenbevi'ye Şerh, Tehzib-ü Tehzib Fi'l Mantık, Kalaid-ül Fevaid isimlerinde basılmamış eserleri bulunmaktadır. Kabri Ankara'da Bağlum Köyündedir.

Şimdi sizlere bu muhterem zatın 1928 yılında eleminden nasıl vefat ettiğini arz edeceğiz. Ruhu şâd olsun.

Yeğeni Tevfik Demiroğlu anlatıyor:

"Millî Mücâdele yıllarında bir ara Umur-i Şer'iye ve Evkaf Vekâleti'ni deruhte etmiş bulunan meşhur Konya meb'usu Vehbi Hoca bu vazifede iken Hey'et-i İftâiye Reisi yani bir nevi 'fetvâ emini' olarak Seyyid Tâhâ Efendi'yi Ankara'ya aldırtmıştı. Bu zat, sadece dinî mes'elelerde değil, astronomi sahasında da son derecede malûmatlı idi. Vaktiyle rasathânenin mâruf müdürü Fatin Hocaya da bu mevzuda yardımlarda bulunmuştu. Aynı zamanda edip ve hattattı. Ama öyle sıradan bir hattat değil!..

Seyyid Tâha Efendi Hazretleri, harf inkılâbının söylentileri çıktığı sırada, Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Müşavere Hey'etinde çalışmaktaydı. O zaman ben de vazifem icâbı Ankara'da ikamet etmekteydim. Bir gün Karaoğlan Çarşısı'ndan geçerken, Zincirli Câmii'nin yakınında kendisini ağlarken gördüm. Beyaz sakallarından aşağıya doğru yaşlar yuvarlanıyordu. Derhal yanına koştum, hürmetle elini öptüm ve niçin ağladığını sordum. Bana dedi ki:

- Duymadın mı, İslâm harflerini değiştiriyorlar!..

- Bunda ne var, sağdan sola doğru yazmayız da, soldan sağa doğru yazarız! diye karşılık verdim.

Efendinin o mükedder hâli birden bire değişti. Yüzünü öfke kaplamıştı. Bana dönerek hiddetle:

- Koca eşşek!, dedi, Keşke bunu yapmasalar da bir kanun çıkartıp boynumuza haç taksalar! Sonra daha çok coştu ve câli bir sûrette ağlamaya devam etti.

Hayretler içinde kalmıştım. Yakînen tanıdığım, ilmine, irfânına, şahsiyyetine son derecede güvendiğim bu hocaefendinin niçin böyle düşündüğünü bir türlü anlayamamıştım. Bu ölçüde teessür duyduğunu görünce kendisini teselli için:

- Merak buyurmayınız efendim. Mecliste birçok hocaefendi vardır, herhalde bu işe mâni olurlar, dedim.

Seyyid Tâhâ Hazretleri:

- Hiç sanmam, amma yine de bir ümit!.. Hadi birlikte eve gidelim, dedi.

Hoca Efendi'nin evi eski Meclis binasının karşısında, o zamanlar Hergele Meydanı (Hayvan Pazarı) diye anılan yerdeydi. Üstü toprak kaplı basit bir ikâmetgâh olan bu eve gittik. Hoca Efendi'nin teessürü bir türlü yatışmıyordu. Hâlâ ağlıyordu. Bu durumda kendisini teselli ve teskin etmek ihtiyacını hissettim ve kendisine:

- Benim husûsi bir kartım vardır. Bununla Meclis'e dilediğim zaman girip çıkar müzâkereleri takip ederim. Dilerseniz birlikte bu meb'us olan hoca efendileri ikaz edecek bir mektup yazınız. Ben götürüp kendilerine vereyim. Bu sûretle şâyet mes'elenin ehemmiyetini kavramamış olanları varsa, onları da ikaz etmiş oluruz" dedim.

Hoca efendi bu teklifime memnun kaldı. Eline bir tomar kâğıt alarak o zaman meb'us olan hocaların her birine ayrı ayrı, kısa fakat mânidâr birer mektup yazdı. Bunda İslâm harflerinin ehemmiyetini belirtiyor ve bunların değiştirilmesi hususundaki teşebbüse mâni olmaya çalışmaları rica ediliyordu.

Sarıklı meb'usların pek çoğunu şahsen tanırdım. Ancak ne yazık ki; Lâtin harflerini getirmeye çalışanlar arasında başında sarık bulunanlardan bazıları da vardı. Yazılan mektupları cebime koyarak Meclise gittim. Hepsini bir bir dağıttım. Dilimin döndüğü kadar da mes'eleyi şifâhen anlatmaya çalıştım. Meclis'te aslen Tatar olup sakalına kına süren Fehmi Efendi adında bir hoca vardı. Bu zat Lâtin asıllı rakamların kabulü sırasında kürsüye çıkarak:

- Asıl değişmesi lâzım gelen rakamlar değil, harflerdir. Onları ne zaman değiştirerek Lâtin asıllı yeni bir alfabe kabul edeceğiz!..' diye bağırmıştı.

Hakikaten Lâtin asıllı rakamlar kolaylığına binâen kabul ve tatbik olunmuştu. Fakat nihâyet az bir zaman sonra, sıra İslâm harflerine de gelmişti. Bir gece sabahlara kadar süren müzakere sonunda İslâm harfleri yasaklanmış, onların yerine bugünkü Lâtin asıllı alafranga harfler kabul olunmuştu. Ben de Seyyid Tâhâ Efendi'ye söz vermiş bulunduğum için buna dâir gelişmeleri günü gününe takip ediyordum. Nihâyet mâhud kanunun kabul edilmesi üzerine koşup kendisine haber verdim.

- Maâlesef kanun kabul edildi ve İslâm harfleri yasaklandı!.. dedim.

Hoca Efendi'nin aldığı bu haber üzerine rengi sarardı. Şimdi hatırlayamadığım bir âyet-i kerimeyi mütevekkilâne bir sûrette okudu. Bir bardak su istedi, kendisine verdik, içti. Sonra:

- Çok yorgunum. Seni bekledim, uyumadım. Ben biraz yatacağım. Sen sabah namazını bekle ve beni de uyandır! dedi.

Sabah olunca kendisini uyandırmak için yanına gittiğimde, onu yatağında cansız buldum. Seyyid Tâhâ Hazretleri duyduğu kahır ve ızdıraptan göçmüştü!..

Ankara'dan geldikten sonra bu hâdiseyi merhum Fuad Şemsi (İnan) Bey'e anlattım. Pek müteessir oldu ve:

- Hiç birimiz Tâhâ Efendi kadar doğru düşünemedik ve İslâm harflerinin ehemmiyetini anlayamadık! dedi.

Yanında merhum Babanzâde Nâim Bey de vardı. O da bu teessür ve hayıflanmaya iştirak eden birkaç söz söyledi.

Aradan yarım asra yakın bir zaman geçtiği halde hâlâ o günün te'sirinden kurtulmuş değilim. Mevlâ cümlesine rahmet eylesin ve bizlere de yüce kitabımızı yazıp okumaya yegâne vâsıta olan bu mübârek harflerin ehemmiyetini kavrayabilecek bir iz'an ve idrak nasib etsin!."

O yılların şahitlerinden olan Mahir İz de hatıratında bu hadiseye şöyle temas eder: "İnkılâbın en önemlisi harf inkılâbıydı; o Türk'ün bin senelik mazisiyle alâkasını kesiyordu. Mahiyeti anlaşılamadığı için kimsenin kılı kıpırdamadı. Yalnız Şer'iye ve Evkaf Vekâleti Şûrâ-yı İftâ âzâsından, Şarkın büyük mütefekkir âlimlerinden Tâhâ Arvâsî Efendi'nin çok büyük teessür duyduğunu işittim..." (Mahir İz, Yılların İzi, 2. bs. İstanbul 1990, s. 86).

Bir mülakatında Emin Saraç Hocaefendi de aynı hadiseye şöyle işaret etmektedir; "Yazının değişmesi çok büyük bir meseledir, o çok insanların kalbini yaktı. Hatta Abdülhakim Efendi'nin kardeşi Taha Efendi, harflerin değiştirildiği gün "Eyvah bu felakette mi başımıza gelecekti? Artık ben çok yaşamam" demiş ve o gün ikindi vakti vefat etmiştir. Ben Ahmet Tevfik Bey'den dinlemiştim." (Salih Okur, Hocalarımız Konuşuyor,1.bs İstanbul-2009-s.55)

Haşiye-Dipnot:

(1) "İslâm Harflerinin Yasaklanması Üzerine Teessüründen Ölen Seyyid Tâhâ", Sebil, 16 R. ahir 16 Nisan 1976, nr. 16, s. 15. Aynı yazı: Kadir Mısıroğlu, İslâm Yazısı'na Dâir, İstanbul 1993, s. 68-71.

2- İbrahim Baz, Abdülhakim Arvasi'nin Hayatı, Eserleri Ve Tasavvuf Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara 1996

3-Diyanet İşleri Başkanlığı Biyografik Teşkilat Albümü-Ankara 1989

4-Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması, cilt: 4, İ.B.B. Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yay. İst.1996

5-Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, Nesil Basım Yayın, İst. 1997

6-Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Envar Neşriyat, İst. 1991

7- Mahir İz, Yılların İzi, 2. bs. İstanbul 1990

8-Salih Okur, Hocalarımız Konuşuyor,1.bs İstanbul-2009
 
Son düzenleme:
Üst