Sisede Türk Kani.

Eyvàh!

Well-known member
Dünyânın insanı çok muzdarip eden hâllerinden sıkılmış, başka bir âleme göçmüştüm.

Melekler beni Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in huzûruna getirdiler.
Peygamberimiz sordu:

"-Bana o âlemden bir hediye getirdin mi?"

"-Yâ Rasûlallâh!" dedim


Osmanlı Devleti'nin son günlerinde devlete ârız olan zaafların, batılılaşmış yarı câhil bir kadronun ihânet ve acziyyetinin eseri olarak gerçekleştiği mâlumdur. Bundan istifâde ederek son darbeyi vurmak isteyen düşmanların ilk olarak açtıkları cephe Trablusgarb Harbi'dir.
İttihatçıların âlim(!) sadrâzam diye Roma büyükelçiliğinden getirtip hükü-metin başına geçirdikleri, -günümüz tâbiriyle- devletler hukuku profesörü Sadrâzam İbrâhim Hakkı Paşa, bugünkü Libya devletinin esâsı olan Trablusgarb vilâye-timizi, âdetâ İtalyan işgâline âmâde bir hâle getirmişti. İtalyanların oraya saldıracağını Roma'da büyükelçilik mevkiinde bulunması sebebiyle en iyi bilmesi gereken bu gâfil sadrâzam, Trablusgarb'daki askerleri gereksiz bir sûrette Yemen'e göndermiş, oradaki vâliyi de basit bir mes'ele için merkeze çağırmıştı. İtalyanlar, vâlisiz ve askersiz Trablusgarb vilâyetimize trampet çala çala çıkarma yapmıştı. Bunun üzerine îmân heyecânı ile oraya koşan pek çok vatanperver askerin nispetsiz güçler arasındaki dâsitânî mücâdelesi, bütün dünyâ umûmî efkârında haklı bir takdîr ve hayranlık uyandırmıştı.
Bu takdîr ve hayranlığı duyanlardan biri de Pâkistan'ın kuruluşunda fikir babalığı yapmış olan şâir, Muhammed İkbâl'dir. O büyük ve mütefekkir zât, kendi ülkesinde Hindûlara karşı müslümanları ayrı ve müstakil bir siyâsî varlık hâline getirebilmek için çalışırken, İtalyanların Trablusgarb vilâyetimize saldırmasına dâir haberle sarsılmıştı. Fakat çok geçmeden bir avuç Türk'ün orada ortaya koyduğu yiğitlik ve fedâkarlık haberleri ile tesellî bulmuş, hattâ bu kahramanlıkları kendi halkına cesâret vermek için şiirleriyle ebedîleştirmiştir.
O sırada Hind müslümanları (bugünkü Pâkistanlılar) Türkiye'ye destek olabilmek için bir miting tertib etmişlerdi.. İkbâl, bu mitingde topluluğu heyecâna getiren Urduca müthiş bir şiir okumuştur. O şiirde deniliyordu ki:
"Dünyânın insanı çok muzdarip eden hâllerinden sıkılmış, başka bir âleme göçmüştüm. Melekler beni Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in huzûruna getirdiler. Peygamberimiz sordu:
"-Bana o âlemden bir hediye getirdin mi?"
"-Yâ Rasûlallâh!" dedim. "-Dünyâda huzur ve rahat kalmadı. Arzu edilen hayat ele geçmiyor. Varlık bahçelerinde binlerce lâle ve gül var, fakat hiçbirinde vefâ kokusundan eser yok. Buna rağmen huzûrunuza hediye olarak billur bir şişe getiriyorum. Bu billur şişenin içinde o derecede kıymetli bir şey var ki, emsâlini bulmak imkânsızdır. Bu şişede ümmetinizin şerefi vardır. Bu şişede, Trablusgarb İslâm beldesinde işgalci İtalyanlara karşı harb ederken şehid düşen Türk askerlerinin mübârek kanı vardır."Aynı İkbâl, harb-i umûmî musîbetleri karşısında bir başka şiirinde de:
"Osmanlıların üzerine kederden bir dağ yığılmışsa sen üzülme, çünkü bin yıldızın kanı dökülmeden şafak sökmez." diye ümmete şâirâne bir üslûbla ümîd ve şevk vermeye çalışıyordu.
İslâm şâiri İkbâl, "Tulû-i İslâm" adıyla millî mücâdelemiz için bir nevî destan kaleme almış ve bunda Türk askerinin kahramanlığını göklere çıkararak "Allâh onlara yardım etsin!" niyâzında bulunmuş ve:
"-Atınız nereye kadar giderse oraya kadar atılın, düşünmeyin! Biz bu meydanda nice kereler tedbîr yüzünden mat olduk. Âlem-i İslâm arkanızdadır!.." diye Türk'ün cesâretini daha da artırmak için şiirin tesir gücünü keskin bir kılıç gibi kullanmıştır.
Osmanlı cihan devleti, milletine yabancılaşmış ve gizli düşman faâliyeti netîcesinde devlete hâkim olmuş ittihatçı gürûhun elinde bâdireden bâdireye sürüklenmiştir. Bu bâdirelerin ilki, yukarıda zikretmiş olduğumuz gibi, (1911) Trablusgarb Harbi'dir. Onu tâkiben (1912) Balkan Harbi ve (1914-18) Birinci Cihân Harbi, Türk askerinin sayısız ve emsâlsiz kahramanlık menkıbeleriyle cereyan etmiştir ki bunun en muhteşem safhası 87. yıldönümünü idrâk etmekte olduğumuz, Çanakkale muhârebeleridir.
O büyük devlet, hayatına son verilirken bile Çanakkale'de mâzinin derinliklerinde kalmış, eski azametli zaferlerle boy ölçüşebilecek yeni ve nihâî bir destan yazmıştır. O derecede ki iki yüz elli bin vatan evlâdını şehid vermek paha-sına, teknik üstünlüğe sâhip üç yüz bin kişilik müstevlî askerlerinin Çanakkale'yi geçmesini engellemiş; izzet, şeref ve pâyitahtını korumuştur.
Ciltlerle yazılsa anlatılamayacak bu "Çanakkale Destânı" hakkındaki takdirkârlıklardan küçük bir numûne ile yazımıza son verelim:
O yıllarda bir taraftan Kafkasya ve Galiçya'da Ruslarla, Filistin ve Sûriye havâlisinde İngilizlerle diğer taraftan da Çanakkale'de İngiliz, Fransız ve İtalyan asker ve donanmasıyla harbeden Osmanlı'nın müttefiki Almanlar, bizim Galiçya cephesine iki tümen göndermiş olmamıza rağmen, bize ancak birkaç generalle destek olmuşlardır. Bunlardan birisi Liman Von Sanders'tir ki, önce Çanakkale sonra da Sûriye cephesinde, cephe kumandanlığını deruhte etmiş olması sebebiyle "Türk askeri"ni yakînen tanımak fırsatını elde etmişti. Alman asâlet ünvânı olan "Von" sıfatıyla anılmakta olan bu generalin Türk askeri hakkında sayısız hüsn-i şehâdetinden şu birkaç cümle, Mehmedçiğin dünyâda meşhûr olduğu karakter ve kahramanlığın, târihî tescil ve ikrârına en iyi bir misaldir:
"Çelikten, mânevî kuvvetten, vatan aşkından bir insan yapısı ne demektir? Bu sorunun cevâbı, işte bu gösterişten uzak, mütevekkil ve sâkin Anadolu çocuğunun ta kendisidir! Yaralı düşmanını sırtında siperlerine getiriyor, sargı bezi olmadığı zaman, bir yedeği daha bulunmayan gömleğini yırtarak onu sarı-yordu." (Çanakkale 5. Ordu Komutanı, Liman Von Sanders)
Bu sözler, milletimizin karakterine nakşolmuş olan îmân ve vatanperverlik duygusunu ifâde eden en müşahhas misallerinden sadece bir tânesidir.
Yâ Rabbî! Vatan ve milletimizin istikbaldeki kaderini, şerefli mâzîmizde olduğu gibi şanlı zaferlerle âbâd eyle! Mübârek ecdâdımızın dîn, îmân ve vatan müdâfaası uğrundaki cesâret ve sevdâ dolu fedâkârlıklarından biz-lere ve nesillerimize de hisseler nasîb
 
Üst