Konuya cevap cer

Son Şahitler'den Abdulkadir Badıllı Anlatıyor...                 


                                                                                                                                                                                                                                                                            

                            

ABDÜLKADİR BADILLI



"İsmini nasıl duydum"


"Bu fakir, Urfa'nın çevresindeki sakin, nim-bedevi, ekrad aşairinden  birisi olan Badıllı aşiretinin çok eskiden beri an'anevi bir şekilde  devam edip gelen ve beyleri olarak bilinen kısmından ve bir derece  dinine merbut bir hanenin efradındanım. Bu cibillî ve çok daracık bir  çerçeve içindeki dindarlık cihetiyle babam ve biraderlerim dine ve  tarikata karşı incizapları vardı. Ben de aynı şekilde o çocukluk  zamanında yegâne halâs çaresi olarak bildiğimiz tarikat adabını, o  muhitin rengine göre bir derece ifaya çalışıyordum. Herkeste olduğu  gibi, bende de o çocukluk zamanımdan bir mürşid-i kâmil bulmak ve ona  intisab etmek meyli aşk derecesinde vardı. İşte tam o sırada bir isim  duydum:


"Bediüzzaman Molla Said-el Kürdî ismini daha önce değişik ünvanlarla  Şeyh Said isyanından sonra sürgüne gidip gelen amcalarımdan da çok defa  sitayişkârane duyardım. Fakat bu defaki duyuş bambaşka bir duyuştu. Öyle  bir duyuş ki, tarikatı ve âdabını bıraktırıp o ismin muhabbeti ve  sevdasıyla yaşatan bir duyuştu.


"O zamanlardaki sevgili Üstadın yalnız ismine karşı duyduğum sevgiyi,  şimdi yaşamak, devam etmek değil, kalemle bile tariften acizim. O ism-i  pâk-ı muallâyı bizim köylerde tahsildarlık yapan ve Üstadımızla  Kastamonu'da tanışan, Tillolu Tahsin Efendiden tafsilâtlı olarak duydum.  Ve bir derece Üstadın şahsiyeti, ilmi ve velâyeti hakkında bilgi  edindim. Bundan sonra artık benim için Üstadı ziyaret edip tarikatına  intisap etmek işi, dünyada en azim bir gaye-i hayâlim oldu. Fakat Tahsin  Efendi, Üstadın adresini tam bilmiyordu. Ve çok sıkı takipler ve  tecessüslerin onu ablukaya aldığını söyledi.



"Babamın getirdiği büyük müjde"


"Sene 1951 idi. Urfa'dan başka hiçbir memleket görmeyen ben, bu ziyaret  için ister istemez sabredip, beklemek mecburiyetinde kalmıştım. Sene  1953 oldu. Yaz günlerinden bir gündü. Merhum babam Urfa'dan geldi. Bana  çok büyük bir müjde getirmişti. Muazzez sevgili Üstadın Urfa'da biricik  ve güzide talebelerinin varlığından bahsetmişti. Birisinin adı Abdullah,  diğerinin adı Hüsnü idi. Ve bu talebelerin meziyetlerinden olan  ubudiyet-i kâmile, kahramanlık, pervasızlık ve mücadelelerinden  bahsetmişti. Bu müjde benim için dünyalar kadar ehemmiyetli idi. Merhum  peder, altı evlâdı olan bizlere Kur'ân okutmuştu. Türkçe mevlid, ilmihal  ve yazı dersleri gibi ilmi ancak o kadar olan köy hocalarından okutmak  suretiyle bir derece okur yazar yaptırmıştı. O zamanlar etraf hiçbir  köyde okul olmadığından yeni yazıyı hiçbirimiz öğrenemedik, fakat peder  bundan memnundu. Ve bize 'Evlâtlarım, siz şehre gidip, sinemaya, saza  gitmeyin de size avcılık, at koşuculuğu v.s. izin vardır, yoksa hakkımı  helâl etmem' diyordu. Kendi de avcılık yapardı. Bu münasebetle hemen  hemen hepimiz basit dindarlığımızla beraber avcılığa, at koşturmaya  fazlası ile meraklı idik. Bundan dolayı ekser akrabalarımızda olduğu  gibi bizim evimizin etrafı atlarla, av köpekleriyle, av kuşlarıyla ve av  tüfekleriyle doluydu.


"Bizim peder birgün yine Urfa'ya gitti. Tekrar Üstadın talebeleriyle  görüşmüş ve onlara benden bahseylemiş. 'Yazısı güzel zeki bir oğlum var,  hem annesi ölmüş yetimdir, onu size göndereyim ve sizin olsun' demişti.  Hem bir istida ve arz-ı hallerini, dostu olan Demokrat fikirli valiye  götürmüştü. O zamanki emniyetin onların üstündeki baskısını kaldırmak ve  Risale-i Nur'un bu memlekette menfaatinden ve mahiyetinden bahseden  hususa dairmiş o istida...


"İşte bu münasebetle babamla Üstadın talebeleri iyi dost olmuşlardı.



"Risale-i Nur mesleği, tarikat değildir"


"Sene 1953... Eylül ayı içinde idi. Birgün kalktım, artık bu gaye-i  kalbiyemi tahakkuk ettirmek, gidip sevgili Üstadı ziyaret edip,  tarikatını almak niyetiyle Urfa'ya gittim. Vakit, kuşluk vaktiydi.  Rıdvaniye Camiine doğru yürüdüm. Yaşım 16-17 civarındaydı. Vücutça hayli  gelişmiş, pehlivan tipliydim. Fakat çok utangaç ve çekingendim. Camiin  dış kapısından avluya girdim. Fakat şimdi girip ne diyeceğim diye çok  utanıyordum. İki defa talebelerin bulunduğu hücrenin köşesinden başımı  çıkarıp, bir daha içeri çekildim. Üçüncü defasında kendimi sıkıp  yürüdüm, hücrenin kapısına vardım. 'Esselâmü aleyküm' deyip kuru bir  tahta ve üstüne serilmiş çok eski bir kilim üstünde oturdum.  Talebelerden birisi çok genç, birisi de 25-30 yaşlarında idi. İkisi de  bana 'Hoşgeldin kardaşım' dediler. Yarım yamalak Türkçem ile pek  anlaşamıyordum. O çok genç dediğim Hüsnü Ağabey, mütemadiyen yazıyordu.  Abdullah Ağabey benimle alâkadar oldu, sohbet ediyordu. Biraz sonra  niyetimi izhar ettim. Ve 'Sizden Şeyh Said-el Kürdî'nin adresini alıp  ziyaretine gitmek ve tarikat almak için yanına gideceğim' dedim. Baktım  her iki talebe de gülüşmeye başladılar. Biraz sonra Abdullah Ağabey,  'Kardeşim, Üstadımız tarikat vermez, Risale-i Nur mesleği tarikat  değildir' dedi. Ben ilkin şaka ediyorlar diye bekledim, sonra bu mesele  üzerinde konuşmaya devam etti ve kitaptan bazı yarler okudu ise de, ben  bir türlü inanamıyordum. Ne demek, bir mürşid, bir şeyh nasıl tarikat  vermez, tarikatsız olur mu? Fakat Abdullah Ağabey, ciddi ciddi ikna  etmeye çalışıyordu. Öğle zamanı oldu namaz kıldık. Öğle yemeğine dışarı  gidip birşeyler yiyip, tekrar dönmek istedimse de beni bırakmadılar.  Öğle yemeğini beraber yedik. İkindi oldu, yatsı oldu. Hem Abdullah  Ağabey konuşuyor. Risale-i Nur'un mahiyetini ve Üstadın mesleğini  anlatıyordu. Fakat Abdullah Ağabey, hep Üstad, Üstad diye konuşuyordu.  Ben ise Şeyh Said, yahut Molla Said diye konuşuyordum. Yatsıdan sonra da  beni bırakmadılar. O gece orada kaldım. İkinci gün öğleye kadar  yanlarında kaldım. Artık Üstadın tarikat vermediğini, tarikatın zamanı  olmadığını bir derece anladım.



"Yola revan oldum"


"Üstadın ziyaretine gitmeyi musirrâne istiyordum. Ve adres istiyordum.  Onlar birçok şeyi ileri sürdülerse de, ben dinlemedim, mutlaka adres  istiyordum. Çare bulamadılar, dediler ki: 'Şu kitabı yazıp, bitirmeyince  seni göndermeyiz. Yazıp bitirdiğin gün gel, seni göndeririz.' Ben de  'Peki' dedim. El yazma 20-30 büyük sahifelerden müteşekkil o kitabı  aldım ve hemen köye döndüm, yazmaya başladım.


"Üç gün içinde renkli ve süslü olarak bildiğim yazıyla yazdım ve  bitirdim. Hemen Urfa'ya döndüp, 'İşte yazdım' dedim. Onlar hayret  ettiler. 'Ne çabuk bitirdin?' dediler. Vaadleri vardı. Yazıp bitirdiğim  gün göndereceklerdi.


"Dediler. 'Kardeşim, biz, bir iş yaptık ve vaaddettik ki seni  göndeririz. Fakat sen köye yazmaya gittiğin gün, Üstadımıza bir mektup  yazdık, 'Abdülkadir isminde ziyaretine müştak bir genç var. Ziyaretinize  gelmek istiyor. Gönderelim mi acaba?' diye sorduk. Size de kat'î  vaadettik. Üstaddan gelecek cevapta 'Mutlaka gelmesin' denecektir. Bu  cevabı alırsak, seni artık gönderemeyiz. Şu halde bir cevap almadan  hemen seni gönderelim ki, Üstadın emrine karşı itaatsiz duruma  düşmeyelim. Hemen yola çık' dediler ve bir mektup yazdılar, adres  yazdılar. 'Yazdığın kitabı Üstada hediye et' dediler.


"Antep'e doğru yola revan olduk. Gaziantep'ten trene binip gideceğiz. Henüz Birecik köprüsü  yapılmamıştı. Yollar çok kötü, Otobüsler köhne, sekiz saatte zorla  Antep'e ulaşabildik. Akşam saat 10'da tren geldi. Tren o kadar kalabalık  ki ayak atacak yer yok. Treni ilk defa görüyorum. Ayağımızı trenin  içine attık. Değil kompartımanlarda, aralarda bile duracak, oturacak yer  yok. Konya Ereğli'sine kadar öyle ayakta gittik. Ereğli'den sonra  salonlar biraz tenhalaşmaya başlamıştı. O sırada büyükçe bir bavulunu  bir kenara koyup üstünde oturan ve elinde Sebilürreşad gazetesini okuyan  bir adam gördüm. Sebilürreşad gazetesini Urfa'daki talebelerin yanında  da görmüştüm. Bu adam acaba Üstadla alâkadar olmasın diye düşündüm. Çok  yorgun ve bitkindim. Ona selâm verdim.


"Ben de şu fazla kalan bavulunuzun köşesine oturabilir miyim' dedim. Adam:


"Otur, merhaba' dedi. 'Nerelisin?'


"Urfalıyım' dedim.


"Ooo! Hemşehriyiz öyleyse, ben de Adıyamanlıyım. Nereye kadar gideceksin?'


"Isparta'ya kadar' dedim.


"Hayrola nereye gidiyorsun?'


"Bediüzzaman'ı ziyarete gidiyorum' dedim.


"Ben de onu ziyaret etmişim' dedi. Ve benimle daha fazla ilgilenmeye  başladı. Çok acıkmıştım. Bir şeyler ikram etti ve o vaziyette Afyon'a  kadar beraberce yolculuk yaptık. Kendisi Afyon'da ayrılacaktı. Bana  aktarma olacak treni tarif etti. 'Sen Afyon'dan sonra, Karakuyu  istasyonundan Isparta trenine binersin ve doğru Isparta'ya gidersin'  dedi. O zatın ismi Emin Akbaş'tı. Nihayet mahall-i matlubumuz olan  mübarek Isparta şehrine ulaştık.


"İlk arayacağım adres Çarşı Camii civarında Bakkal Nuri Benli idi.  Isparta istasyonundan bir faytonla doğru Çarşı Camiinin yakınında indim.  Öğle namazına henüz vakit vardı. Biraz şehri gezeyim dedim.  Bazılarından Üstadın ismini sordum. Kimisi tanımıyor, kimisi uzaktan  işitmiş. Vakit yaklaşınca camiye gittim. Abdest almak için musluk başına  gittim. Baktım yaşlı bir adam abdest alıyor. Benim şalvarıma,  kıyafetime dikkat ediyor. Abdest alırken o zat başını üç defa meshetti.  Bizde ise umum herkes başını bir defa mesheder. Bu üç defa meshi  Urfa'daki Üstadın talebelerinden olmasın dedim. Abdestini bitirdi, ben  de bitirdim, selâm vererek, 'Amca' dedim 'siz Nuri Benli'yi tanıyor  musunuz?' Bana dikkatle baktı ve 'Gel' dedi yürüdü. Ben de arkasına  düştüm. Çarşı Camii yakınlarında bir kapıdan girip merdivenden yukarı  çıkmaya başladım. Henüz bitmemiş bir inşaat idi. Üst damına çıkıp orada  oturduk. 'Nuri Benli benim' dedi. 'Sen Hoca Efendinin ziyaretine mi  geldin? Hoca Efendi namaz tesbihatını henüz bitirmedi. Biz şimdi bir  yemek yiyelim. Sonra seni kapıya kadar götürürüm. Kabul eder mi, etmez  mi onu bilemem' dedi.



"Huzura kabul olundum"


"Yemek yedik, kahve içtik. Kalk beni uzaktan takip et' dedi. Öyle  yaptık. Hayli gittik. Bir kapı çaldı. Yukarıdan da Zübeyir Ağabey veya  Bayram Ağabey geldi. Aşağı indi. Evvelâ Nuri Benli Ağabey kendisine  benim Üstadı ziyarete geldiğimi söyledi. Ve Nuri Benli geri döndü.  Kapıya inen o ağabey benimle merhabalaştı. 'Nereden geliyorsun? Adın  nedir? Ne için geldin?' dedi. Urfa'dan geldiğimi, ismimin Abdülkadir  olduğunu, Üstadı görmeye geldiğimi söyledim. 'Peki kardeşim biraz bekle,  Üstadımıza gidip haber verelim' dedi. Kapıyı kapatıp yukarıya çıktı.  Fakat bu arada benim yüreğim pat-pat atıyordu. 'Ya Üstad kabul etmezse  ne yaparım' diye düşünüyordum.


"Fakat Cenab-i Hakka şükür, biraz sonra kapı açıldı. 'Gel kardaşım,  Üstadımız seni bekliyor' müjdesiyle sanki dünyalar benim oldu. Çok  heyecan içinde merdivenleri çıkıyordum. Evvelâ Zübeyir Ağabey huzur-u  pâke girdi. Ben de arkasından. Koşup hemen ellerinden sarılıp öptüm,  başıma koydum. O şefkat sultanı da beni ağuşuna kemâl-i alâka ile çekip  başımdan öptü. Ve 'Otur kardaşım' dedi. Hemen diz çöküp oturdum.  'Merhaba, safa geldin kardaşım' dedi. Ben de mukabele ettim. 'Senin adın  nedir?' dedi. Ben de, 'Abdülkadir' dedim. 'Maşallah ben Abdülkadir  ismiyle çok alâkadarım' dedi. Ve 'Ben birkaç gündür kimseyi kabul  etmiyordum, hattâ yanımdaki talebelerimi de... Bana birşey lâzım olduğu  zaman yazıp kapının arkasından gönderiyordum. Fakat sen bana şifa oldun.  Öyle değil mi Zübeyir' diye sordu. Zübeyir Ağabey 'Evet öyledir  Üstadım' dedi. Ben daha Urfa'dan dün mektup aldım. Senin için gelmeye  lüzum yok, ben onu Abdülkâdir'lerin en birincisi olarak kabul edip duama  dahil ettim, dedim. Sen niye geldin?' dedi. Fakat bunu söylerken  inciterek, tenkit ederek değil, belki okşayarak şaka ederek söylüyordu.  'Madem öyledir, ceza olarak seni bugün tekrar geri göndereceğim.' 'Peki  efendim' dedim. Sonra yazdığım o kitabı çıkarıp kendilerine hediye  getirdiğimi söyledim. O kitapla beraber Abdullah Ağabeylerin yazdıkları  mektupları kendilerine sundum. 'Maşaallah, bu senin hattın mıdır?' dedi.  'Evet efendim' dedim. 'Ben bunu aldım, kabul ettim. Şimdi arkasına bir  dua yazıp benden sana bir hatıra olarak hediye edeceğim' dedi. Ve  kalemini çıkarıp bir dua yazdı ve bana uzattı. Ben kalkıp aldım ve  teşekkür ettim.


"Bu muhavereden sonra benim şahsî ve ailevî ahvalimi sormaya başladı.  'Senin babanın adı nedir?' 'Abdurrahman' dedim. 'Kaç kardeşsiniz?' 'Altı  erkek kardeşiz' dedim. 'Tamam öyle ise' dedi. 'Ben seni Abdurrahman'a  vermeyeceğim. ' Sonra 'Kürt müsün, Arap mısın?' dedi. 'Kürdüm efendim'  dedim. 'Zübeyir, bu Kürt oğlunu babasına vermeyeceğiz' dedi. 'Ne iş  yaparsın?' dedi. 'Avcılık efendim' dedim. 'Sizin oralarda ne gibi  hayvanlar bulunur?' dedi. 'Ceylan, tavşan, ördek ve keklik bulunur'  dedim. 'Her ava çıktığınızda ne kadar para masraf edersiniz?' 'Bazen  olur ki 50 lira da masraf yaparız' dedim. 'Peki' dedi. 'Siz o parayla  ehlî hayvan alıp etini yeseniz, daha iyi olmaz mı?' 'Evet efendim, daha  iyi olur muhakkak' dedim.


"Sonra 'Sen hangi aşirettensin?' dedi. 'Badıllı aşiretindenim' dedim.  'Aşiretin kaç çadırdır?' dedi. Dedim, 'Efendim şimdi çadır yok, 25 kadar  köy vardır. ' 'Peki aşiretinizin reisi kimdir?' dedi. 'Amcamdır' dedim.  'Baban mı?' dedi. 'Hayır efendim amcamdır' dedim. Yine anlamadı gibi  göründü. 'Ben babanı eski adil reisler gibi kabul ediyorum' dedi.



"Risale-i Nur okudun mu?"


"Sonra mevzuu değiştirdi.


"Sen Risale-i Nur okudun mu?' dedi.


"Okuyacağım efendim' dedim. 'Ve ben de Urfa'daki talebelerinizin yanına gidip onlar gibi hizmet etmek istiyorum' dedim.


"Peki benden kabul, fakat onlarla da istişare et' dedi.


"Peki efendim' dedim. Sonra sordu.


"Urfa'dan Van'a yol var mı?'


"Evek efendim' dedim.


"Peki ya Van'dan Bağdat'a?'


"Onu bilmiyorum efendim' dedim.


"Ben Şeyh Abdülkadir-i Geylâni ile çok alâkadarım' dedi. 'Oralara gelsem  Bağdat'a gitmeyi düşünmüyorum. Ve seni talebelerimin içindeki bütün  Abdülkadir'lerin birincisi olarak da kabul ettim' dedi. Daha sonra,  'Zübeyir ve Ceylân gibi kabul ettim, sen benim Abdurrahman'ımsın' dedi.  Sonra 'Sen Tarihçe-i Hayat'taki Abdurrahman'ın resmini gördün mu?' dedi.  Ve çıkarttı bana gösterdi. 'Buna benziyorsun, seni onun gibi kabul  ettim. Maşaallah benim Abdurrahmanım maşaallah' dedi. 'Sen madem benim  için geldin, senin yol masraflarının iki mislini vermek  mecburiyetindeyim. Fakat madem 'Gelmesin' dediğim halde geldin, yalnız  iki buçuk lira vereceğim' dedi. Kesesini çıkardı, iki buçuk lira demir  paradan bana verdi. Aldım bir kağıda sardım cebime koydum. Sonra sordu:


"Sen Urfa'daki talebelerimden olan Vahdi Gayberi'yi tanıyor musun?'


"Hayır efendim tanımıyorum' dedim. Biriki zat daha sordu.


"Tanımadığımı söyledim. Sonra,


"Nurşin Şeyhleri Risale-i Nur'la alâkadar oluyorlar mı?' dedi.


"Bilmiyorum efendim' dedim.


"Maşaallah kardaşım sen bana şifa oldun. Sesim bütün bütün kesilmişken,  şimdi bak tam açıldım. Ben seni has talebelerim içinde evlâd-ı mânevî  olarak kabul edip duama dahil ettim. Sen de bana dua et.'


"İnşaallah efendim' dedim.


"Vakit bir saat kadar geçmişti. Dedi:


"Kardeşim bir saatlik görüşmemiz Allah için olduğundan, bin saat  değerindedir. Beni tarassutlarıyla çok taciz ediyorlar. Yoksa seni  yanımda bırakırdım. Yine de inşaallah seni bir zaman yanıma alacağım.  Madem öyledir, seni bugün Urfa'ya göndereceğim. Bütün Urfa'lılara selâm  söyle.


"Bütün onlara dua ettiğimi söyle. Hattâ onların mezarda yatanlarına da  dua ediyorum. Urfa'nın hükûmetine dua ediyorum. Onun Belediye Reisine  selâm söyle, ' 'Peki kardeşim' dedi. 'Peki kardeşim' der demez, Zübeyir  Ağabey ayağa kalktı. Ben de kalktım. Bir daha mübarek ellerini tutup  doya doya öptüm. O da yine beni kucaklayıp boynumdan öptü. Ve huzur-u  pâkinden yavaş yavaş çıktık. O da arkamdan 'Maşaallah Abdurrahman'ım'  diye söylüyordu.



"Yüzüne bakamıyordum, gözlerim kamaşıyordu"


"Üstadın odasına girer girmez, yaşlı, çok hasta, yatak içinde uzanmış,  başında yeşil, siyah ve beyaz karışımı bir sarık vardı. Mübarek yüzünün  bana ilk görünen şekli, televizyon ve perdelerinin boş oynadığı zaman  elektirik dalgalarıyla bir titreşim vaziyetini gösterdiği gibiydi.  Birkaç dakika o nurânî vaziyet mübarek simasında lemean etti. Adetâ  mübarek yüzüne bakamaz oldum. Gözlerim kamaşıyordu. Hep dikkatle mübarek  yüzüne bakıyordum. Yüzü kırmızıya meyyal bir buğday renginde idi.  Mübarek gözleri mavi ve iri idi. Bir gözü diğer gözünden farklı idi.  Yani birisi maviden ziyade yeşile mâyil idi. İri ve âsâr-ı şecaat  gösteren gözünün beyazı kırmızı damarlarla dolu idi. Kaşları ileriye  doğru dik ve çatık idi. Yüzü değirmi, alnı geniş idi. Burnu koç burnu  gibi çıkık, şahin kuşu gibi atik idi. Ağzı geniş, çehresi iri idi.  Mübarek çehresinde lemean eden nur-u velâyet zahir ve bahirdi. Sinekler  konmak için yaklaştıkları vakit anında uçup kaçarlar idi. Mübarek  ellerinin derisi altından damarlar görünürdü. Parmakları iri ve uzun  idi. Saçları sarığın kenarından çıkmış ve kıvrılmıştı.



"Odasını güzel koku kaplamıştı"


"Saçları ve bıyıkları kınalı idi. Şivesi Van köylerinin yeni Türkçe  öğrenmiş adamı şeklinde idi. Güzel kokular odasının her tarafını  sarmıştı.


"Her iki elinin parmaklarında üç tane gümüş halka yüzükler vardı.  Odasından çıkıp, karşı tarafta talebe ve hizmetkârlarının oturduğu yere  Zübeyir Ağabeyle beraber geldik. Onların yanında ikindiye kadar kaldık.  İstasyona kadar Bayram Ağabey benimle beraber geldi.


"Dönüyordum. Fakat memnun ve mahzun olarak dönüyordum. Muradına nail  olmuş bir âşıkın süruruyla dönüyordum. O bir saatlik sohbet artık benim  için herşeydi. Kendimde sanki dünyayı fethedebilecek bir iktidar ve  cesaret hissediyordum. Sanki kalbim Üstadım olan Hz. Said'le çelik  halatlarla perçinleşmişti. Çünkü onun o lütufkâr, o keremkâr nurânî  şefkati ve benim gibi ilimden irfandan, terbiye-i İslâmiyeden adetâ  mahrum olan biçareye karşı gösterdiği şefkat, merhamet, talebeliğine  kabul iltifatları benim bütün vücut ülkemi muhabbetle sarsmıştı. O  andaki hissiyatımı ifade etmek mümkün değildir. Yine kara trene binip  Urfa'ya müteveccihen hareket ettim. Nihayet Urfa'ya geldim.



"Hizmete girdim"


"Urfa'da iki sene medresede Abdullah Ağabeylerle beraber kaldık.  Avcılığı bıraktım, av tüfeğini sattım. Bu arada eski bir teksir makinesi  alıp Urfa'da bazı risaleleri yazmak ve pek çok yerlerle muhabere  ettiğimizden lâhika mektuplarını kolaylıkla neşretmek için hizmet görmek  fikri ortaya çıktı. Benim de annemden kalan 40 kadar koyunum vardı.  Hemen satıp bir teksir makinesi alalım dedim. Koyunları sattık. Bin beş  yüz küsûr lira tutmuştu. Teksir makinesini almak için İstanbul'a gitmek  icabetti. Giderken yine Üstada uğrayıp hem ziyaret etmek, hem de  Üstadımızla istişare etmek lâzım geliyordu. Daha doğrusu ben böyle arzu  ediyordum.



"Üstadı ikinci ziyaretim"


"1955 senesinin tahminen Eylül Ekim aylarında, Isparta'ya revan oldum.  Bir iki gün sonra Isparta'ya vasıl oldum. Bu defa Hz. Üstad Isparta'da  değildi. Barla'da olduğunu söylediler. Nuri Benli Ağabey bana 'Gitme'  dedi. 'Her gideni yakalayıp taciz ediyorlar.' Sonra Rüştü Çakın Ağabeye  uğradım, ona arzettim. O dedi, 'Sen durma git.' 'Zaman ikindi zamanı  idi. Doğru Eğir1dir'e gittim. Pazar günüydü. Hiçbir vasıta Barla'ya  gitmiyordu. Çilingir Ali Ağabeye dedim, ne yaparsan yap mutlaka  gideceğim. 'Hususi bir şey bul' dedim. Çilingir Ali Ağabey çıktı. Yarım  saat sonra geldi. 'Müjde' dedi. 'Bir motorlu kayık tuttum, hadi kalk.'  Motorluya binerek bir saat sürmeden Barla'nın sahiline ulaştık.


"Deniz (göl) kenarında harmancıların yanına gittim. Onlara söyledim.  Hepsi dost ve Üstada muhib idiler. Dediler: 'Bizim hanımlar saman  götürecekler. Onlarla gidersin, hiç kimse görmez.' Beraber hayvanlarla  Barla'ya doğru gittik. Hanımlar gayet mestûre idiler, konuşmuyorlardı.  Köye vardığımız zaman 'Kardaş!'dediler. 'Biz şimdi Hoca Efendinin evinin  önünden geçeceğiz. Evini sana göstereceğiz ve geçeceğiz.'


"Üstad Barla'da esas evinin üstünde başka bir evde kalıyordu. Kapıyı  çaldım, Zübeyir Ağabey çıktı. Konya Ereğli'sinden biraz elma almıştım.  Elimden aldı ve 'Hoş geldin kahraman kardaşım!' deyip beni kucakladı.  İçeri girdik. Yan odalardan birisine geçtik. Güneş batmak üzereydi.


"Üstad Sıddık Süleyman'a ders veriyordu. Zübeyir Ağabey dedi ki: 'Üstad  dersini bitirsin, sonra yanına gireriz.' Üstad dersini bitirdi, sonra  abdest aldı. Zübeyir Ağabey, 'Gel kardaşım, Üstada gidelim' dedi. Tam o  sırada abdestini bitirmiş, havlu ile siliniyordu. Ziyaret etmek istedim.  Havluyu bana uzattı. Ben de havluyu öptüm, yüzüme sürdüm. 'Niye  geldin?' dedi. 'Efendim ben yalnız sizin için gelmedim' diye zevahiri  kurtarmak için bir tevil yaptım. 'Peki ya niye geldin?' dedi. 'Teksir  makinesi almak için İstanbul'a gidiyordum da' dedim. 'Sen 1500*  fedakârlık yapıyorsun ama, teksir edeceğin risalelerin sıhhatine azamî  dikkat etmek lâzımdır.' 'İnşaallah efendim' dedim. 'Peki kardaşım' dedi.  Biz öbür tarafa geçtik.


"Akşam namazından sonra bana bir miktar hususi yemeğinden göndermişti.  Onu yedim. Yatsıdan sonra yorganını bana gönderdi. O gece o mübarek  yorganında yattım. Sabahleyin namazdan epey sonra ders için bizleri  çağırdı. Gittik. Halka halinde oturduk. Hepimiz okuduk. Kendisi de  okudu. Zübeyir Ağabey, hediye getirdiğim o elmayı, Antep'ten aldığım  baklavayı kendisine arzetti. Kemâl-i samimiyetle alakâdar oldu. Açtırıp  baktı. Şaka ederek merhum Ceylân ve Hüsnü'ye 'Ben bunu size  yedirmeyeceğim' dedi. 'Ben bunu bin altun lira kadar kabul ettim. Fakat  kaideme göre bunun iki bedelini vereceğim. Kaça aldın bunları?' dedi.  Ben o anda ne diyeceğimi şaşırdım. Hemen Hüsnü Ağabey dedi ki: 'Efendim!  Hepsini iki buçuk liraya almış.' 'Madem öyledir, yalnız bir kat  fiyatını vereceğim' dedi ve çıkarttı verdi, ben de aldım.



"Kahramanlık Risal-i Nur ile inkişaf ederse kimse karşı koymaz"


"Dersten sonra çok mesrur ve coşkundu Üstad. Halbuki geldiğim gün  hiddetliydi. Hattâ Zübeyir Ağabey 'Kardaşım, bugün Üstadımız fazla  hiddetlidir' demişti. Bana çok iltifat etmeye başladı. 'Kürdoğlu' diye  hitap ediyordu. Bir ara bir münasebetle kendi eski talebelerinin  kahramanlıklarından, şecaatlerinden bahsetti. 'Hattâ öyle ki, ' dedi,  'benim bir işaretimle ruhunu feda edecek derecede idiler.'


"Eski Harb-i Umûmide benim Mîr Mahey isminde bir talebem vardı. Biz  Ruslarla harbederken bazen Mîr Mahey tek başına Rusların tabyalarının  içine hücum eder, içlerinde dolaşır, birkaç Rus öldürür, sağ olarak geri  dönerdi. Hattâ bir gün Diyarbakır Valisi Cevdet Paşanın benim aleyhimde  konuştuğunu duyunca vali konağının karşısındaki bir evin üstüne  çıkarak, 'Ulân Cevrik Paşa!* Cevrik Paşa! Eğer yiğitsen parmağını çıkar,  bakalım' dedi. Ve bu münasebetle dedi ki, 'Bu millette fıtrî bir  kahramanlık seciyesi vardır. Bu seci


ye eğer Risale-i Nur'la inkişaf ederse, hiçbir millet karşılarında  duramaz. Hattâ Rus'u dahi teslim alırlar. 'Ve bana dönerek, ' İşte sen o  eski talebelerime benzersin. Fakat benim şimdiki talebelerim ölünceye  kadar, Risale-i Nur hizmetinde sadıkâne bir şekilde vakf-ı hayat ederek  çalışıyorlar. Bunlar eski talebelerimden fazilet bakımından daha  üstündürler' deyip hayli uzun bir ders yaptı.



"Teksir makinesine çok memnun oldu"


"Teksir makinesinin alınıp hizmet-i Nuriyede istimaline dair  teşebbüsümüze çok memnun oldu ve çok dua etti. 'İnşaallah bu teksir  makinesi ileride Urfa'nın âlem-i İslâma ilim hakikatını neşreden bir  merkez halini almasına vesile olacak. Bütün Nurları neşir için sana izin  veriyorum' dedi ve şahsım hakkında iltifatkâr bazı şeyler söyledi.


"Ders sona erdi. Benim İstanbul'a gideceğimi biliyordu. 'Haydi  Abdülkadir'e bir hayvan bulun. Eğirdir'e hayvanla gitsin' dedi. Ben  'Efendim! Yürüyebilirim' dedim. Merhum Ceylân Ağabey, 'Üstadım o  aşirettendir. Yürür' dedi. 'Peki öyle ise' dedi. İzin istedim. Elini  öptüm. Barla'dan ayrıldım.


"Tam altı saat göl kenarını takip ederek Eğirdir'e geldim. Isparta'ya  vardım. Aynı akşam İstanbul'a hareket ettim. İstanbul'da bir hafta kadar  kaldım. Teksir makinesini alarak Isparta'ya yolladım. Ben de Isparta'ya  gidip orada kullanılmasını öğrenecektim. Bu arada Üstadı ziyaret de en  büyük maksadımdı. Yine Üstadımızın ziyaretiyle müşerref oldum. Bir hafta  yanında talebeleriyle birlikte kaldık. Çünkü makine henüz gelmemişti.  Onu bekliyordum. Artık bu defa sevgili Üstadı bol bol görmeye ve  dersinde bulunmaya muvaffak oldum. Çok iltifat ediyordu. Dua ediyordu.


"İstanbul'dan geldiğim gün huzur-u pâke girdiğimde Üstad Mesnevi'nin  başındaki Türkçe mukaddimeyi telif ediyordu. O söylüyordu, merhum Ceylân  da yazıyordu. Lillahilhamd Risale-i Nur'un küçücük bir parçasının  telifi anına tesadüf ettim. Hakikaten telif anıyla sair hususî  sohbetleri birbirinden çok farklı idi. Çok coşkun, sürurlu, def'i ve anî  söylüyordu.


"Bu bir haftalık zaman içinde birgün sabah dersinde Meyve Risalesi  okundu, Siracü'n-Nûr mecmualarını iki üç sandık halinde kendi odasında  durduruyordu. O sırada Siracü'n-Nûr mecmuaları başka bir yerde  bulunmuyordu. Ben onun içindeki Beşinci Şua için Siracü'n-Nûr'u çok  arıyordum. Üstad sabah derslerinde her bir talebesinin eline bir tane  verip, ders yaptırıyordu. Kendileri de dinlerdi. Biraz bir talebesi  okur, sonra yanındaki talebesine sen oku diye işaret eder, o da okurdu.  Risale okunurken mübarek gözlerinden yaşlar revan oluryordu. Ayrılacağım  sırada Zübeyir Ağabeyden bir tane Siracü'n-Nûr'dan istirham ettim.  Dedi, 'Kardeşim! Hepsi Üstadımızın yanındadır. Ben isteyemem, sen gir,  bir tane iste.' Bunun üzerine huzuruna girip ayakta durup, boynumu  bükerek bir tane istediğimi izhar ettim. Dedi, 'Kürdoğlu! Ben bunları  kimseye vermiyordum. Bu mecmualar Afyon Adliyesinde sekiz sene hapis  yattılar. Bunlar gazidirler. Ben bunları istirahat ettiriyorum. Fakat  senin hatırın için bir tane vereceğim. Bunların bedelleri yüz  banknottur. Fakat ben senin için on banknota vereceğim. 'Ben on lira  kağıt para çıkarıp, kendilerine takdim ettim. ' Ben bu parayı tutmam.  Ceylân, gel al' dedi ve bir tane kendi mübarek eliyle bana uzattı. Ben  de aldım, öptüm, başıma koydum. Ve huzurundan ayrıldım.


"Meyve Risalesi'nden Hafız Ali'nin sual meleklerine Risale-i Nur'la  verdiği cevap münasebetiyle bir ehl-i keşfe'l-kubur'un bir ilim  talebesinin medresede vefatıyla sual meleklerine ilm-i nahivle cevabı  geçtiği zaman buyurdular ki: 'Kardeşlerim gerçi ehl-i keşfe'l-kuburluk  benden yüz derece uzaktır. Fakat o mesele aynen öyle cereyan ettiğinden  emin olunuz.



"Dünyalar gencin olmuştu"


"Başka bir gün Malazgirt'in köylerinden hiç Türkçe bilmeyen bir genç  Üstadın ziyaretine gelmişti. Türkçeyi hiç bilmiyordu. Benim ilk  ziyaretimde bana 'Kürt müsün, Arap mısın?' diye sorduğunda ben de  'Kürdüm efendim' dediğim zaman 'Kardeşim, ben elli senedir Kürtçeyi  konuşmuyorum, unutmuşum' buyurmuşlardı. Malazgirtli o genç Türkçe  bilmediği için herhalde Üstad beni tercüman olarak çağırır diye kendi  kendime bekliyordum. O genç Üstadın huzuruna girdi. Baktık Üstad onunla  Kürtçe konuşuyor. Beni çağırmadı. Sonra o genç çıktı. Sordum: 'Seyda ile  ne konuştunuz? Ne istedin ondan?' Hiç, yalnız dedim ki, Seyda! Benim  sizi ziyaret etmekteki maksadım sekerat vaktinde bana ulaşıp imanımı  kurtarasınız, diye istirhama geldim. Ve Seyda peki diye kabul etti. 'O  genç neşesinden, sürurundan uçuyordu. Ben kend kendime 'Ben ne  bedbahtım. Hiçbir istirhamda bulunmadım Üstaddan' diye düşündüm.



"Senin de bundan hissen çoktur"


"Ayrılacağımın son günü idi. 'Seni yanımda bırakmak istiyorum. Seni  artık Abdurrahman'a (babam) vermeyeceğim, bana Tahirîyi çağırın' ded.  Tahirî Ağabey geldi, 'Buyurun efendim' dedi. 'Tahirî ne dersin ben bu  Kürdoğlunu göndereyim mi? Yoksa burada yanımda mı kalsın?' Tahirî  Ağabey, 'Efendim! Siz bilirsiniz ama gidip Urfa'da hizmet etse daha iyi  olmaz mı acaba?' dedi. 'Peki öyleyse, Urfa'ya gitsin' dedi. Bende gayr-i  ihtiyarî , fakat çocukcasına bir hevesle Urfa'ya gidip teksir  makinesiyle hizmet etmek hissi daha çok galipti. Artık karar verildi.  Urfa'ya dönecektim. bir ara beni Ali İhsan Tola ile Sav köyüne makinenin  çalışmasını görmem için gönderdi. Birgün bir gece Sav'da kaldık.  Makineyi aşağı yukarı öğrendim. Yine Üstadın huzuruna geldim.


"Bir sabah dersinde çok neşeli idi Üstad. Dokuz kişi dersi sıra ile  okuyordu. O gün Hasbiye Risalesi okunuyordu. Bir ara sual melekleri  meselesi geçti. Tahirî Ağabeye dönerek, 'Tahirî! Senin imanın bundan  aşağı değil' buyurdular. Tahirî Ağabey 'Elhamdülillah' dedi. Bana da  'Kürdoğlu! Senin de bundan hissen çoktur' dedi.


"En son dersi kendisi okuyacağını söyledi. Karadut başında yazılan kısmı  okudu. Kendine has şivesi ile neşe ve sürur içinde okuyordu. Ve bazı  mülâtefeler yaptı. Neyse, bu bir kaç günlük zaman da sona erdi. Teksir  makinesi geldi. Merhum Ceylân Ağabey tekrar onun çalışmasını bana  gösterdi. Yine izin alıp ayrılmak için huzura girdim. Gayet samimî bir  alâka ile, 'Sen her sabah yanımdasın. Bizim için ayrılık yoktur.' 'Seni  aynen Zübeyir gibi kabul etmişim' dedi. Biraz sonra tayinat parasından  bir miktar bana vermek için irade buyurdu. 'Efendim! Benim param vardır'  dedim. 'Yok' dedi. 'İnsan babasından para almaz mı?' Bin teşekkürü  niyet ederek aldım, öptüm başıma koydum. Ve bu defa, 'Urfa taşıyla  toprağıyla mübarektir. Urfa'ya gelmeyi çok düşünüyorum' dedi. 'İlk  fırsatta geleceğim inşaallah' buyurdu. Ben de, 'Efendim! Zaten sizi  götürmek için gelmiştim' dedim. 'Evet' dedi. 'Urfa'ya gelmeyi  düşünüyorum. Fakat şimdi şu anda gelsem Suriye ile Türkiye'yi  birleştirmek mecburiyetinde kalacağım, bu da şimdi olmaz.'


"Mübarek elini öptüm. O âdet-i mübarekleri vechiyle beni kucaklayıp  başımı öptü ve bütün Urfalılara selâm gönderdi. 'Ben her sabah Urfa'nın  ahyâ ve emvatına dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler' dedi. Tam  ayrılıyordum dediler ki: 'Eğer Şarkta Hulusî Beyle Muhammed Kayalar  olmasaydı, ben Şarka gelmeye mecbur olurdum. Fakat onlar benim Şarkta  vekillerimdirler. Onun için şimdilik gelmeyeceğim. Neyse... ' Ayrıldık.  Diğer ağabeylerle de vedalaşarak Urfa'ya revan olduk.


"Urfa'ya geldiğimde teksir makinesiyle bazı şeyler yazmaya çalıştık. O  sırada Abdullah Ağabey askere gitti. Askerliğini bitirdi. Yine Urfa'ya  döndü. Bu defa Hüsnü Ağabey asker oldu ve artık Üstadın hizmetinde  kaldı.



"Adnan Menderes'i duama almışım"


"Sene 1959 oldu. Bu defa benim de askerliğim geldi, çattı. Hattâ iki  buçuk sene geçiyordu. Askerliğim Ankara'ya çıkmıştı. Askere giderken  yine Üstadımı ziyaret edip öyle gideyim diye doğru Isparta'ya vardım.  Akşam vakti yine huzur-u pâke girdim. Meğer bu ziyaret ve görüşme en son  olacakmış. Biraz hal hatır ve Risale-i Nur'un Urfa'daki hizmetinden  suallerinden sonra ellerini öptüm, ayrıldım. Zübeyir Ağabeylerin yanına  geçtim, o gece de orada kaldım. Sabahleyin son defa görüşüp  ayrılacaktım. Yine ders oldu. Kâtip Osman Ağabey de vardı. Ders bitti.  Kâtip Osman bir sepet üzüm getirmişti. Bir başka talebesi de biraz irmik  helvası getirmişti. Dersten sonra kendisi ile beraber dokuz kişi  vardık. O üzümü dokuz hisseye ayırıp kur'a attırdı. İçinde bir iki  salkım siyah üzüm vardı. Merhum Ceylân Ağabey kur'a atılırken yer  değiştirerek o siyah üzümleri kendisine düşürdü. 'Vay Keçeli! Keçeli!  Ben bu siyaha göz dikmiştim. Sen yine kendine düşürdün' dedi. Üzüm  paylaşması bitti.


"Sonra Üstad ahval-ı âlem meselelerinden mevzu açtı. İmanın verdiği  kuvvet ve cesaretten bahsetti. Meselâ dedi: 'Mısır'da Cemal Abdünnâsır'a  bakınız ki, imanın kuvvetiyle bütün Avrupa'ya dünyaya meydan okuyor.'  Sonra buyurdular ki: 'Kardaşlarım! Size bir hususu hususî olarak  söylüyorum. Ben Adnan Menderes'le çok alâkadarım. Onu duama almışım.  Eğer ben fazla hasta olmasaydım, onun ziyaretine gidecektim.' Sonra  parmağını bana uzatarak, 'Kürdoğlu!' dedi. 'Seni hizmet dairesinde  siyasete girmen münasiptir.' Ben bu sözden birşey anlamadım. Halen de  anlamıyorum. Nasıl bir siyasete girebilirim, bilemiyorum. Her ne ise.  Ders bitti. Biz de dağıldık. Bir iki saat sonra ayrılacaktım. O zamana  kadar sigarayı bir türlü bırakamıyordum. Bu defaki gelişimde 'Eğer  fırsat bulursam, sigarayı bırakmak için Üstaddan dua isteyeceğim' diye  yolda hayal ediyordum. Fakat bunu bir türlü Üstada arzedemedim. Öyle  kaldı. Sonra Ankara'ya gitmek için izin almak niyetiyle son olarak  huzur-ı pâke dahil oldum. Elini öptüm, elimi tuttu, bırakmadı. 'Ben  senin şimdiye kadarki hizmetini yirmi sene bir hizmet olarak kabul  ediyorum. Senin askerliğin dahi Nur hizmeti hesabınadır. Said'e söyle  alakadar olsun. Eğer alakadar olmazlarsa, güceneceğim' dedi. Ve  ağabeylerden birisine, 'Getirin bütün helvayı Abdülkadir'e verin. Yolda  yesin.' Ve daha başka çok iltifatkâr sözler söyledi. 'Senin için,  istikbal için çok şeyler biliyorum, fakat şimdi söyleyemiyeceğim' dedi.


"Ve beni ağuş-u şefkatkârânesine çekip yine başımdan, boynumdan öptü.  'Haydi güle güle' dedi. Fakat gözlerinden yaşlar akıyordu. Kemâl-i  şefkatle beni selâmlıyordu. 'Esselâmû aleyküm' deyip ayrıldım. Zübeyir  Ağabey 'Maşaallah kardeşim! Üstadımız sana çok iltifat ettiler, seni  tebrik ediyorum' dedi. Bu defaki ayrılıştan gayr-i ihtiyarî bir hüzün,  bir melâlet içindeydim. Bilmiyordum, ne içindir? Meğerse son görüşmemiz  imiş.



Ankara'da askerlik


"Ankara'ya varıp asker oldum. Birkaç gün sonra birden sigaraya karşı bir  nefret geldi bana. Acemiliğin ilk devresinde sigara içmeyenler de  sigaraya başladıkları halde, ben kat'î bir terke karar verdim. Karar  hâlâ o karardır. Sigara, menfur-u ebedim oldu.



"Bediüzzaman, Risale-i Nur'dur"


"Ankara'da askerliğim sırasında Said Özdemir bana evci kâğıdı çıkardı.  Ben her hafta evci çıkıyordum. Ve Ankara'da iken birgün Üstadımızın  Ankara'ya geldiğini duydum. Yine evci çıkmıştım. Beyrut Palas'ta  olduğunu söylediler. Ben asker elbisesiyle bir arkadaşımla beraber otele  girdim. O zamanki Ankara Emniyet Birinci Şube Komiser Abdülkadir,  kapıda beni otele bırakmak istemedi. 'Sen askersin, birliğine  bildiririm. Bu tehlikeli bir iştir' dedi. Ben dinlemedim. 'Beni bırak,  sonra ne yaparsan yap' dedim. Adımı soyadımı, birliğimi yazdı.  Fotoğrafımı çekti ve ben yukarıya çıktım. Üstadımızın bulunduğu kat  talebelerle dolu idi. Birisi Zübeyir Ağabeye, 'Abdülkadir gelmiş' demiş.  O ise polis Abdülkadir zannetmiş, 'Üstadımız uyuyor' diye haber geldi.  Ben biraz bekledim. Üstadı rahatsız etmeyeyim, dedim. Kalktım, Murat  lokantasının üstündeki dershaneye geldim. İkindi zamanı birisi bana,  'Üstad seni acele istiyor' dedi. Kalktık, gittik. Bu defa otelin  kapısında çok polis vardı. Ne yaptımsa beni bırakmadılar. Pür me'yus ve  mükedder olarak döndüm. Hem, akşam saat beşte birliğime yetişecektim. Ve  işte bir daha Üstadımı göremedim.


"Bütün ziyaretlerimde müşahade ve malûmatım şundan ibarettir. Hz.  Bediüzzaman her zaman ve herkese ve bana da kerrâtla 'Kardeşim! Risale-i  Nur'daki kudsî mânâ ve hakikat bende iken ismime Bediüzzaman deniyordu.  Şimdi o kudsî mânâ benden ayrıldı. Bediüzzaman, Risale-i Nur'dur, bende  birşey kalmadı. Siz Risale-i Nur'a yapışın. Hülâsanın hülâsası yalnız  Risale-i Nur'dur' diyordu. Ve onun intişarını istiyordu. Ve Nur  Talebelerinin daima samimî tesânüd ve ittifaklarını arzu ediyordu. Başka  birşey demiyor ve istemiyordu."


--------------------------------------------------------------------------------


* Cebimdeki paranın miktarını tam olarak nasıl bildiğine hayret ediyorum.


* "Cevrik, gerçi eniktir" diye Üstad bizzat izah etti.


Necmettin Şahiner, Son Şahitler




Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst