Muvahhid1
Well-known member
Bir filmi kolaylıkla geriye sarabildiği gibi, hayatını da başa sarabilmek için neleri feda etmezdi. Yok, öyle en başına değil. O meşum sözlerin ağzından çıktığı ana kadar.
Tanışalı birkaç ay olmuştu. Aşağı yukarı birbirlerine denk sayılırlardı. Ara sıra atışsalar da iyi anlaştıkları söylenebilirdi. Sürtüştükleri birkaç konu da yok değildi. Ama sorunların bir şekilde hal yoluna koyulacağına dair en ufak bir kuşku duymuyordu. Ne de olsa dünyada bir tek ölümün çaresi yoktu.
Günlerdir kağıt mendil dayanmıyor ona. Salya sümük ağlarken kim bilir kaçıncı kez kendini suçluyor. "Dilim tutulsaydı da o laflar ağzımdan çıkamaz olsaydı" diye. Nişanlandıktan birkaç gün sonra bir akşam yemeğinde, laf lafı açmış konu nişanda yaşanan can sıkıcı olaylara gelivermişti. Zaten birkaç gündür içinde tuttuğu laflar ağzından nasıl olduysa çıkıvermiş, genç adamın annesine birkaç ağır laf edivermişti. Nişanlısı sessiz sedasız oturdukları masayı terk etmiş, üç gün boyunca da telefonlarına çıkmamıştı. Dördüncü gün ise kapı çalınmış, Nişanlısının onu görmeye geldiğini sanarak açtığı kapının önünde, nişan bohçasını buluvermişti.
"O lafları söylemeseydim, Nişanlım Nişanı bozmayacaktı."
Kaç haftadır zihnini tarumar ediyordu bu cümle. Kendini suçladıkça suçluyor, kafasını taşlara vuruyor; ruhu bir cenderenin içinde sıkıştıkça sıkışıyordu. Bilmem kaç kere, filmi başa, o hayatı kendine zindan ettiği kareye almıştı. O güne gidiyor, ağzından çıkan o cümleleri silip, o anı yeniden kurguluyor, usta bir film montajcısına taş çıkartacak incelikte o an üzerine çalışıyordu. Ama sağ elinin yüzük parmağındaki boşluk, tüm hayallerini yerle yeksan etmeye yetiyordu.
Nişan yüzüğünü çıkaralı bir hafta olmuştu. Nişanlısına ne kadar dil döktüyse de ne kadar mesaj çekse de, ne kadar ağlayıp sızladıysa da, adam Nuh demiş peygamber dememiş, "Bu iş bitti"den başka tüm sözleri unutmuştu sanki. Gözünün önündeki gerçeğe sert bir kayaya çarpar gibi çarpar bazen insan.
Sert kayanın önünde un ufak olmuştu.
Film bir milim ne ileri ne geri gidiyordu. Donup kalmıştı o sahne, silinmeyen bir iz gibi. Yerinden kımıldatılamayan dev bir kaya gibi zaman milim yerinden oynamıyordu. Ama ileriye doğru akışı hiç durmuyordu zamanın. Dakikalar saatlerin, saatler günlerin üzerine devriliyordu. O ise bir anın üzerinde çivilenmiş gibiydi ve günler akarken onu ezip geçiyordu. Sonsuz bir acizlikle zamanın altında ezilip kalmıştı. Sağ olsunlar, arkadaşları onu teselli etmek için seferber olmuşlardı. Onu bir an olsun yalnız bırakmıyorlar, dışarı çıkarıp gezdiriyor, bildikleri tüm teselli cümlelerini sıraya diziyorlardı. O ise teselli edici söz istemiyordu, nişanlısını istiyordu.
"Kendini boşu boşuna bu kadar suçlaman yersiz, annesi için o sözleri söylemesen de bir şekilde seni terk edecekti."
Arkadaşlarından en sık duyduğu cümle de buydu. Oysa bu söz daha korkunç bir yere sürüklüyordu onu. Kurguladığım bu hikayedeki mantık dizgesini hepimiz kendi hayatımızın koşulları içinde farklı farklı biçimlerde yaşamışızdır. Kahramanımızın, "O lafları söylemeseydim, nişanlım nişanı bozmayacaktı, şu an evi nasıl döşeyeceğimizi konuşuyor olacaktık'' önermesi mi doğrudur, yoksa arkadaşlarınınki mi?
Zamanın Bedii'ne göre her iki önerme de yanlıştır. Yirmi Altıncı Söz/Kader Risalesi'nde benzer bir misal verir Said Nursi. Birisi tüfekle birini vurmuş ve öldürmüştür. Soru şudur: "Tüfeği atmasaydı bu kişi ölecek midir ölmeyecek midir?"
Batıl mezheplerden Mutezile, "Atmasaydı ölmeyecekti," yorumunu getirir.
Cebriye mezhebiyse, "Atmasaydı yine ölecekti," iddiasında bulunur.
Said Nursi'yse Ehli sünnet itikadınca şu yorumu yapar: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhûl"
Hikayemize dönersek, kadın, nişanlısının annesine o gün, o saat, o cümleleri sarf etmeseydi, nişanlılık devam mı ederdi; yoksa başka bir nedenden dolayı bir şekilde bitmesi mukadder miydi sorusunun cevabı, "bizce meçhûl"dür.
Kanaatimce, bizden istenen şey, filmi geriye sarıp şu olsaydı/olmasaydı demek yerine olan şeyi kabullenmek, rıza ve tevekkülle karşılamak ama öte yandan da başımıza gelenlere sebebiyet veren hatalarımız varsa bunun için Mutlak Varlık'tan af ve mağfiret talep etmektir. Hikayemizin kahramanının bir yanılgısı da, hatasını sadece sonuçları itibarıyla değerlendiriyor olması. Nişanlısı nişanı bozmasaydı, müstakbel kayınvalidesi için sarf ettiği sözler hata olmaktan çıkacak mıydı?
İnsan bir hataya düşüp de o hata onu geri dönüşümsüz bir noktaya getirdiğinde, değiştirilemeyecek geçmişle bu zihinsel meşguliyet onu bir oyalanmaya itip; hem mevcut durumu tevekkülle karşılamasına hem de hatasıyla yüzleşmesini sağlıklı şekilde başarmasına mani olur.
öte yandan, başka bir sebepten bu zaten olacaktı demek de, kişinin kendi hatasını örtbas etme gayretidir. Kahramanımızın yaşadığı olaya şöyle bakması vasat yol gibi görünüyor: "Nişanlımın annesi hakkında söylediklerim hataydı, bunları söylemek istemezdim, Allah beni affetsin, annesi de hakkını helal etsin. Bu lafları söylemeseydim nişanlılığımın devam edip etmemesiyse bence meçhûl. Hayırlı olansa, olmuş olandır."
"Bence meçhul." Ne kadar haddini bilen bir inanış.
Mustafa Ulusoy
Tanışalı birkaç ay olmuştu. Aşağı yukarı birbirlerine denk sayılırlardı. Ara sıra atışsalar da iyi anlaştıkları söylenebilirdi. Sürtüştükleri birkaç konu da yok değildi. Ama sorunların bir şekilde hal yoluna koyulacağına dair en ufak bir kuşku duymuyordu. Ne de olsa dünyada bir tek ölümün çaresi yoktu.
Günlerdir kağıt mendil dayanmıyor ona. Salya sümük ağlarken kim bilir kaçıncı kez kendini suçluyor. "Dilim tutulsaydı da o laflar ağzımdan çıkamaz olsaydı" diye. Nişanlandıktan birkaç gün sonra bir akşam yemeğinde, laf lafı açmış konu nişanda yaşanan can sıkıcı olaylara gelivermişti. Zaten birkaç gündür içinde tuttuğu laflar ağzından nasıl olduysa çıkıvermiş, genç adamın annesine birkaç ağır laf edivermişti. Nişanlısı sessiz sedasız oturdukları masayı terk etmiş, üç gün boyunca da telefonlarına çıkmamıştı. Dördüncü gün ise kapı çalınmış, Nişanlısının onu görmeye geldiğini sanarak açtığı kapının önünde, nişan bohçasını buluvermişti.
"O lafları söylemeseydim, Nişanlım Nişanı bozmayacaktı."
Kaç haftadır zihnini tarumar ediyordu bu cümle. Kendini suçladıkça suçluyor, kafasını taşlara vuruyor; ruhu bir cenderenin içinde sıkıştıkça sıkışıyordu. Bilmem kaç kere, filmi başa, o hayatı kendine zindan ettiği kareye almıştı. O güne gidiyor, ağzından çıkan o cümleleri silip, o anı yeniden kurguluyor, usta bir film montajcısına taş çıkartacak incelikte o an üzerine çalışıyordu. Ama sağ elinin yüzük parmağındaki boşluk, tüm hayallerini yerle yeksan etmeye yetiyordu.
Nişan yüzüğünü çıkaralı bir hafta olmuştu. Nişanlısına ne kadar dil döktüyse de ne kadar mesaj çekse de, ne kadar ağlayıp sızladıysa da, adam Nuh demiş peygamber dememiş, "Bu iş bitti"den başka tüm sözleri unutmuştu sanki. Gözünün önündeki gerçeğe sert bir kayaya çarpar gibi çarpar bazen insan.
Sert kayanın önünde un ufak olmuştu.
Film bir milim ne ileri ne geri gidiyordu. Donup kalmıştı o sahne, silinmeyen bir iz gibi. Yerinden kımıldatılamayan dev bir kaya gibi zaman milim yerinden oynamıyordu. Ama ileriye doğru akışı hiç durmuyordu zamanın. Dakikalar saatlerin, saatler günlerin üzerine devriliyordu. O ise bir anın üzerinde çivilenmiş gibiydi ve günler akarken onu ezip geçiyordu. Sonsuz bir acizlikle zamanın altında ezilip kalmıştı. Sağ olsunlar, arkadaşları onu teselli etmek için seferber olmuşlardı. Onu bir an olsun yalnız bırakmıyorlar, dışarı çıkarıp gezdiriyor, bildikleri tüm teselli cümlelerini sıraya diziyorlardı. O ise teselli edici söz istemiyordu, nişanlısını istiyordu.
"Kendini boşu boşuna bu kadar suçlaman yersiz, annesi için o sözleri söylemesen de bir şekilde seni terk edecekti."
Arkadaşlarından en sık duyduğu cümle de buydu. Oysa bu söz daha korkunç bir yere sürüklüyordu onu. Kurguladığım bu hikayedeki mantık dizgesini hepimiz kendi hayatımızın koşulları içinde farklı farklı biçimlerde yaşamışızdır. Kahramanımızın, "O lafları söylemeseydim, nişanlım nişanı bozmayacaktı, şu an evi nasıl döşeyeceğimizi konuşuyor olacaktık'' önermesi mi doğrudur, yoksa arkadaşlarınınki mi?
Zamanın Bedii'ne göre her iki önerme de yanlıştır. Yirmi Altıncı Söz/Kader Risalesi'nde benzer bir misal verir Said Nursi. Birisi tüfekle birini vurmuş ve öldürmüştür. Soru şudur: "Tüfeği atmasaydı bu kişi ölecek midir ölmeyecek midir?"
Batıl mezheplerden Mutezile, "Atmasaydı ölmeyecekti," yorumunu getirir.
Cebriye mezhebiyse, "Atmasaydı yine ölecekti," iddiasında bulunur.
Said Nursi'yse Ehli sünnet itikadınca şu yorumu yapar: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhûl"
Hikayemize dönersek, kadın, nişanlısının annesine o gün, o saat, o cümleleri sarf etmeseydi, nişanlılık devam mı ederdi; yoksa başka bir nedenden dolayı bir şekilde bitmesi mukadder miydi sorusunun cevabı, "bizce meçhûl"dür.
Kanaatimce, bizden istenen şey, filmi geriye sarıp şu olsaydı/olmasaydı demek yerine olan şeyi kabullenmek, rıza ve tevekkülle karşılamak ama öte yandan da başımıza gelenlere sebebiyet veren hatalarımız varsa bunun için Mutlak Varlık'tan af ve mağfiret talep etmektir. Hikayemizin kahramanının bir yanılgısı da, hatasını sadece sonuçları itibarıyla değerlendiriyor olması. Nişanlısı nişanı bozmasaydı, müstakbel kayınvalidesi için sarf ettiği sözler hata olmaktan çıkacak mıydı?
İnsan bir hataya düşüp de o hata onu geri dönüşümsüz bir noktaya getirdiğinde, değiştirilemeyecek geçmişle bu zihinsel meşguliyet onu bir oyalanmaya itip; hem mevcut durumu tevekkülle karşılamasına hem de hatasıyla yüzleşmesini sağlıklı şekilde başarmasına mani olur.
öte yandan, başka bir sebepten bu zaten olacaktı demek de, kişinin kendi hatasını örtbas etme gayretidir. Kahramanımızın yaşadığı olaya şöyle bakması vasat yol gibi görünüyor: "Nişanlımın annesi hakkında söylediklerim hataydı, bunları söylemek istemezdim, Allah beni affetsin, annesi de hakkını helal etsin. Bu lafları söylemeseydim nişanlılığımın devam edip etmemesiyse bence meçhûl. Hayırlı olansa, olmuş olandır."
"Bence meçhul." Ne kadar haddini bilen bir inanış.
Mustafa Ulusoy