Konuya cevap cer

DÖRDÜNCÜ LEM'A: 


Bak, şu semavatın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcudata ve çeşit çeşit masnuata dikkat et! Göreceksin ki; herbiri üstünde Şems-i Ezelî'nin taklid kabul etmez turraları vardır. Nasıl hayatta sikkeleri, zîhayatta hâtemleri görünüyor ve bir-ikisini gördük. İhya üstünde dahi öyle turraları vardır. Temsil, derin manaları fehme yakınlaştırdığından bir temsil ile şu hakikatı göstereceğiz.


Meselâ, Güneş seyyarelerden tut tâ katrelere kadar, tâ camın küçük parçalarına kadar ve kar'ın parlak zerreciklerine kadar şu Güneş'in misaliyesinden ve in'ikasından bir turrası, Güneş'e mahsus bir eser-i nuranisi görünüyor. Şayet o hadsiz şeylerde görünen güneşçiklerini, Güneş'in cilve-i in'ikası ve tecelli-i aksi olduğunu kabul etmezsen, o vakit herbir katrede ve ziyaya maruz herbir cam parçasında ve ışığa mukabil her şeffaf bir zerrecikte; tabiî, hakikî bir Güneş'in vücudunu bil'asale kabul etmek gibi gayet derece bir divanelikle, nihayetsiz bir belâhete düşmekliğin lâzım gelir.


Öyle de: Şems-i Ezelî'nin tecelliyat-ı nuraniyesinden "ihya" yani "hayat vermek" cihetinde, herbir zîhayat üstünde öyle bir turrası vardır ki; farazâ bütün esbab toplansa ve birer fâil-i muhtar kesilseler, yine o turrayı taklid edemezler. Zira herbiri birer mu'cize-i kudret olan zîhayatlar, herbiri o Şems-i Ezelî'nin şuaları hükmünde olan esmasının nokta-i mihrakıyesi suretindedir. 


Eğer zîhayat üstünde görünen o nakş-ı acib-i san'atı, o nazm-ı garib-i hikmeti ve o tecelli-i sırr-ı ehadiyeti, Zât-ı Ehad-i Samed'e verilmediği vakit; herbir zîhayatta, hattâ bir sinekte, bir çiçekte nihayetsiz bir kudret-i fâtıra içinde saklandığını ve herşeyi muhit bir ilim bulunduğunu ve kâinatı idare edecek bir irade-i mutlaka onda mevcud olduğunu, belki Vâcib-ül Vücud'a mahsus bâki sıfatları dahi onların içinde bulunduğunu kabul etmek, âdeta o çiçeğin, o sineğin herbir zerresine bir uluhiyet vermek gibi dalaletin en eblehçesine, hurafatın en ahmakçasına bir derekesine düşmek lâzım gelir. Zira o şeyin zerrelerine, hususan tohum olsalar, öyle bir vaziyet verilmiş ki; o zerre, cüz'ü olduğu zîhayata bakar, onun nizamına göre vaziyet alır. Belki o zîhayatın bütün nev'ine bakar gibi, o nev'in devamına yarayacak her yerde zer'etmek ve nev'inin bayrağını dikmek için kanatçıklarla kanatlanmak gibi bir keyfiyet alır. Belki o zîhayat alâkadar ve muhtaç olduğu bütün mevcudata karşı muamelâtını ve münasebat-ı rızkıyesini devam ettirecek bir vaziyet tutuyor. İşte eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlak'ın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlak'tan kesilse; o vakit o zerreye, herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır. 


Elhasıl: Nasıl şu katrelerde ve camın zerreciklerinde olan güneşçikler ve çeşit çeşit renkler, Güneş'in cilve-i aksine ve in'ikasının tecellisine verilmezse; bir tek Güneş'e mukabil nihayetsiz güneşleri kabul etmek lâzım gelir. Muhal ender muhal bir hurafeyi kabul etmek iktiza eder. Aynen bunun gibi, eğer herşey Kadîr-i Mutlak'a verilmezse, bir tek Allah'a mukabil nihayetsiz belki zerrat-ı kâinat adedince ilahları kabul etmek gibi, yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcud kabul etmek gibi bir divanelik hezeyanına düşmek lâzım gelir.


Elhasıl: Herbir zerreden üç pencere, Şems-i Ezelî'nin nur-u vahdaniyetine ve vücub-u vücuduna açılır:


*Birinci Pencere: Herbir zerre; bir nefer gibi askerî dairelerinin herbirinde, yani takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda herbirisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre nizamı dairesinde bir hareketi olduğu gibi...


Hem meselâ: Senin gözbebeğindeki o camid zerrecik dahi, senin gözünde, başında, vücudunda ve kuvve-i müvellide, kuvve-i cazibe, kuvve-i dafia, kuvve-i musavvire gibi deveran-ı deme ve his ve harekeye hizmet eden evride ve şerayin ve sair a'sablarda, hem senin nev'inde, ilâ âhir.. birer nisbeti, birer vazifesi bulunduğunu, bilbedahe bir Kadîr-i Ezelî'nin eser-i sun'u ve memur-u muvazzafı ve taht-ı tedbirinde olduğunu, kör olmayan göze gösterir.


*İkinci Pencere: Havadaki herbir zerre, herbir çiçeği, herbir meyveyi ziyaret edebilir. Hem her çiçeğe, her meyveye girer işleyebilir. Eğer herşeyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlak'ın memur-u müsahharı olmasa; o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihazatını ve yapılmasını ve ayrı ayrı san'atlarını ve onlara giydirilen suretlerin terziliğini ve hıyatat-ı kâmile-i muhita-i san'atını bilmek lâzım gelir. 


İşte şu zerre, bir güneş gibi bir nur-u tevhidin şuaını gösteriyor. Ziyayı, havaya; mâi, türaba kıyas et. Zâten eşyanın asıl menşe'leri, şu dört maddedir: Yeni hikmetle müvellid-ül mâ, müvellid-ül humuza, karbon, azottur ki, bu anasır evvelki unsurların eczalarıdır.


*Üçüncü Pencere: Zerrelerden mürekkeb bir parça toprak, herbir çiçekli ve meyveli nebatatın neşv ü nemasına menşe olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan, bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebatatın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvanatın nutfeleri gibi ayrı ayrı şeyler değil, nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellid-ül mâ, müvellid-ül humuzadan mürekkeb, mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle sırf manevî olarak aslının proğramı tevdi edilmiş. İşte o tohumları nöbetle o kâseye koysak, herbiri hârika cihazatıyla, eşkal ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku bulmuş gibi inanırsın.


Eğer o zerreler herbir şeyin herbir hal ve vaziyetini bilen ve herşeye (ona) lâyık vücudu ve vücudun levazımatını vermeye kadîr ve kudretine nisbeten herşey kemal-i sühuletle müsahhar olan bir zâtın memuru ve emirber bir vazifedarı olmazlarsa, o toprağın herbir zerresinde, ya bütün çiçekli ve meyvedarların adedince manevî fabrikalar ve matbaalar içinde bulunması lâzım gelir ki, o cihazatları ve eşkalleri birbirinden uzak ve birbirinden ayrı mevcudat-ı muhtelifeye menşe' olabilsin. Veya bütün o mevcudata muhit bir ilim ve bütün onların teşkilâtına muktedir olacak bir kudret vermek lâzımdır. Tâ bütün onların teşkilatına medar olsun. Demek Cenab-ı Hak'tan nisbet kesilse, toprağın zerratı adedince ilahlar kabul edilmesi lâzım gelir. Bu ise bin defa muhal içinde muhal bir hurafedir. 


Fakat memur oldukları vakit çok kolaydır. Nasıl bir sultan-ı azîmin bir âdi neferi, o padişahın namıyla ve onun kuvvetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birleştirebilir, bir şahı esir edebilir. Öyle de; Ezel ve Ebed Sultanı'nın emriyle, bir sinek bir Nemrud'u yere serer, bir karınca bir Firavun'un sarayını harab eder, yere atar. Bir incir çekirdeği, bir incir ağacını yüklenir.


Hem herbir zerrede, vücub ve vahdet-i Sâni'a iki şahid-i sadık daha var. 


Birisi; herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor ve cümudiyeti ile beraber bir şuur-u küllî gösteren intizamperverane nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder. Demek herbir zerre, lisan-ı acziyle Kadîr-i Mutlak'ın vücub-u vücuduna ve nizam-ı âlemi gözetmesiyle vahdetine şehadet eder.


ﻛَﻤَﺎ ﺍَﻥَّ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺫَﺭَّﺓٍ ﺷَﺎﻫِﺪَﺍﻥِ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻧَّﻪُ ﻭَﺍﺟِﺐٌ ﻭَﺍﺣِﺪٌ ﻛَﺬَﻟِﻚَ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺣَﻰٍّ ﻟَﻪُ ﺍَﻳَﺘَﺎﻥِ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻧَّﻪُ ﺍَﺣَﺪٌ ﺻَﻤَﺪٌ


Evet herbir zîhayatta; biri Ehadiyet sikkesi, diğeri Samediyet turrası bulunuyor. Zira bir zîhayat ekser kâinatta cilveleri görünen esmayı birden kendi âyinesinde gösteriyor. Âdeta bir nokta-i mihrakıye hükmünde, Hayy-u Kayyum'un tecelli-i ism-i a'zamını gösteriyor. İşte ehadiyet-i zâtiyeyi, Muhyî perdesi altında bir nevi gölgesini gösterdiğinden, bir sikke-i ehadiyeti taşıyor. 


Hem o zîhayat, bu kâinatın bir misal-i musaggarı ve şecere-i hilkatin bir meyvesi hükmünde olduğu için, kâinat kadar ihtiyacatını birden kolaylıkla küçücük daire-i hayatına yetiştirmek, Samediyet turrasını gösteriyor. Yani o hal gösteriyor ki, onun öyle bir Rabbi var ki; ona, herşeye bedel bir teveccühü var ve bütün eşyanın yerini tutar bir nazarı var. Bütün eşya, onun bir teveccühünün yerini tutamaz. 


ﻧَﻌَﻢْ ﻳَﻜْﻔِﻰ ﻟِﻜُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺷَﻲْﺀٌ ﻋَﻦْ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﻟﺎَ ﻳَﻜْﻔِﻰ ﻋَﻨْﻪُ ﻛُﻞُّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﻟَﻮْ ﻟِﺸَﻲْﺀٍ ﻭَﺍﺣِﺪٍ


Hem o hal gösteriyor ki: Onun o Rabbi, hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, hazinesinden hiçbir şey eksilmez ve kudretine de hiçbir şey ağır gelmez. İşte Samediyetin gölgesini gösteren bir nevi turrası...


Demek herbir zîhayatta; bir sikke-i Ehadiyet, bir turra-i Samediyet vardır. Evet herbir zîhayat, hayat lisanıyla ﻗُﻞْ ﻫُﻮَ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺍَﺣَﺪٌ ﺍَﻟﻠَّﻪُ ﺍﻟﺼَّﻤَﺪُ okuyor. Bu iki sikkeden başka, birkaç pencere-i mühimme de var. Başka bir yerde tafsil edildiği için burada ihtisar edildi.


Madem şu kâinatın herbir zerresi böyle üç pencereyi ve iki deliği ve hayat dahi iki kapıyı birden Vâcib-ül Vücud'un vahdaniyetine açıyor; zerreden tâ şemse kadar tabakat-ı mevcudat, Zât-ı Zülcelal'in envâr-ı marifetini ne suretle neşrettiğini kıyas edebilirsin. İşte marifetullahta terakkiyat-ı maneviyenin derecatını ve huzurun meratibini bundan anla ve kıyas et.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst