Yıl: 1960
Ay: Mart.
Yer: “Taşıyla toprağıyla mübarek Isparta”
Mekân: Ahşap bir ev!
Hatip: Asrın manevî tabibi Hz. Bediüzzaman Said Nursî.
Muhataplar: Nurun fedakâr hadimi olan bir avuç insan: Zübeyir, Tahirî, Sungur, Bayram, Ali İhsan, Ceylan, Nuri, Mustafa, Said, Şaban, Mustafalar… vs.
Söz: “Kardeşlerim! Siz hiç merak etmeyiniz! Müsterih olunuz! Risâle-i Nur, küfrün belini kırmıştır! O, bir daha belini doğrultamaz. Siz daima ve her zaman müspet hareket ediniz. Menfî hareket etmeyiniz! Vazife-yi İlâhiyeye karışmayın. Mümkünse her yerde medrese-i nuriyeler açın. Daha da önemlisi, her bir Nur Talebesi evini mutlaka dershane-i Nuriye’ye çevirsin!”
Veda ve vasiyet!
Evet hem veda! Hem vasiyet!
Koca Sultan, ahde vefa duygusunu yerine getiriyor.
On sekiz senesini geçirdiği, “Taşıyla, toprağıyla mübarektir. Ben, sizin yüzünüzden Isparta’yı ve havâlisini taşıyla, toprağıyla seviyorum. Hattâ diyorum ve resmen de diyeceğim: Isparta hükümeti bana ceza verse, başka bir vilâyet beni beraet ettirse, yine burayı tercih ederim. Evet, ben üç cihetle Ispartalı’yım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum; fakat kanaatım var ki, İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş. Hem Isparta vilâyeti öyle hakikî kardeşleri bana vermiş ki; değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said’i onların herbirisine maalmemnuniye feda eylerim” dediği, Nurun bahtiyar ve kahraman hadimlerinin ocağı ve merkezi olan mübarek Isparta’ya ve kahramanlara veda ediyordu.
Emanet-i kübrâyı asıl alarak, kendisine sünuhat-ı kalbiye tarzında “vehbî” olarak verilen ilimle telif mazhariyetine ulaştığı Risale-i Nur eserlerinin büyük bir kısmını telif ettiği mübarek belde Isparta’dan ebediyet âlemine giden yolculuğun başladığını hissederek son nasihat ve tembihlerini yapıyordu.
“Vefanın” sonsuzluğa uzanan kıvrımları, “vedanın” dayanılmaz ıztırabına karışıyordu.
Bir asra yaklaşan çilenin tomurcuk olduğunu, meyveye döndüğünü görmüştü koca sultan!
Erek Dağlarında hayal edilen...
Gelincik, Çam Dağları, Barla Denizi kıyıları ve Cennet Bahçelerinde temelleri atılan...
Eskişehir ve Kastamonu’da sarsılmaz ve İlâhî patentli muhkem planları yapılan...
Denizli ve Afyon’da hukukun üstünlüğüyle neticelenen bir mukaddes dâvânın...
Emirdağ, Isparta, İstanbul, Şanlıurfa başta olmak üzere ülkenin her yerinde sağlam temellere oturtulan bu Kur’ân dâvâsının, bu ülkeye kazandırdığı bunca artı değere sırt dönüp, kulaklarını tıkayanlar artık bu kin ve inattan vazgeçmeli değiller mi?
Şimdi Anadolu’da ve dünyanın her köşesinde yankılanan bu ses ve âlemi kucaklayan Risâle-i Nur hakikatine bu devletin adamları, bu milletin fertleri hiçbir şey olmasa bile kendi menfaatleri için kulak vermek ve gereğini yapmak zorunda değiller mi acaba?
Bu devleti idare edenlere, millete faydalı olmaya çalışan her sorumluya düşen görev; asayişin, emniyetin, güvenliğin manevî teminatı olmak noktasında bunca yıldan beri ferdî, ailevî, cemaatî yaşayışları olarak topluma örnek olmuş, masumiyetini, fedakârlığını ve dürüstlüğünü ispat etmiş olan Nur hizmetkârlarına bir başka gözle bakıp, meziyetlerinden, vatana, millete, insanlığa faydalı olacak örnek hareket ve güzel fikirlerinden istifade etmektir. Bunun zamanının geldiğini idrak edecek basiretli ilim erbâbını, idrakli idarecileri, hakperest siyasileri beklemek bu milletin hakkı olsa gerek.
Nurun hadimleri ve hizmet erleri fedakâr Nur Talebelerine düşen görev ise, bundan böyle, çok daha dikkatli, gayretli, himmetli, hamiyetli, ihlâslı, aşk ve şevkli olarak hizmetlerine devam etmek ve müsbet hareket ederek toplumun dengelerini muhafaza yolunda gayret sarf etmek olmalıdır.
Okudukları hakikatleri; kendi vücut memleketlerinde, akıl saraylarında, ruh hazinelerinde, gönül tahtlarında yoğurup, hazmedip hayatlarına tatbik edip, bu güzelliklerin topluma da mâl edilmesi hususunda üstün bir feragat ve fedakârlık hali göstermek zorundadırlar.
Vasiyet, uyulmak için söylenir. Bir vebâl gerektirir. Hele de vasiyeti söyleyen ağırlıklı birisiyse o zaman önemi daha da artar. Vebalin mânâsını bilenlere yakışan, o vasiyete uymaktır. Uyanlara selâm olsun.
Ay: Mart.
Yer: “Taşıyla toprağıyla mübarek Isparta”
Mekân: Ahşap bir ev!
Hatip: Asrın manevî tabibi Hz. Bediüzzaman Said Nursî.
Muhataplar: Nurun fedakâr hadimi olan bir avuç insan: Zübeyir, Tahirî, Sungur, Bayram, Ali İhsan, Ceylan, Nuri, Mustafa, Said, Şaban, Mustafalar… vs.
Söz: “Kardeşlerim! Siz hiç merak etmeyiniz! Müsterih olunuz! Risâle-i Nur, küfrün belini kırmıştır! O, bir daha belini doğrultamaz. Siz daima ve her zaman müspet hareket ediniz. Menfî hareket etmeyiniz! Vazife-yi İlâhiyeye karışmayın. Mümkünse her yerde medrese-i nuriyeler açın. Daha da önemlisi, her bir Nur Talebesi evini mutlaka dershane-i Nuriye’ye çevirsin!”
Veda ve vasiyet!
Evet hem veda! Hem vasiyet!
Koca Sultan, ahde vefa duygusunu yerine getiriyor.
On sekiz senesini geçirdiği, “Taşıyla, toprağıyla mübarektir. Ben, sizin yüzünüzden Isparta’yı ve havâlisini taşıyla, toprağıyla seviyorum. Hattâ diyorum ve resmen de diyeceğim: Isparta hükümeti bana ceza verse, başka bir vilâyet beni beraet ettirse, yine burayı tercih ederim. Evet, ben üç cihetle Ispartalı’yım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum; fakat kanaatım var ki, İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş. Hem Isparta vilâyeti öyle hakikî kardeşleri bana vermiş ki; değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said’i onların herbirisine maalmemnuniye feda eylerim” dediği, Nurun bahtiyar ve kahraman hadimlerinin ocağı ve merkezi olan mübarek Isparta’ya ve kahramanlara veda ediyordu.
Emanet-i kübrâyı asıl alarak, kendisine sünuhat-ı kalbiye tarzında “vehbî” olarak verilen ilimle telif mazhariyetine ulaştığı Risale-i Nur eserlerinin büyük bir kısmını telif ettiği mübarek belde Isparta’dan ebediyet âlemine giden yolculuğun başladığını hissederek son nasihat ve tembihlerini yapıyordu.
“Vefanın” sonsuzluğa uzanan kıvrımları, “vedanın” dayanılmaz ıztırabına karışıyordu.
Bir asra yaklaşan çilenin tomurcuk olduğunu, meyveye döndüğünü görmüştü koca sultan!
Erek Dağlarında hayal edilen...
Gelincik, Çam Dağları, Barla Denizi kıyıları ve Cennet Bahçelerinde temelleri atılan...
Eskişehir ve Kastamonu’da sarsılmaz ve İlâhî patentli muhkem planları yapılan...
Denizli ve Afyon’da hukukun üstünlüğüyle neticelenen bir mukaddes dâvânın...
Emirdağ, Isparta, İstanbul, Şanlıurfa başta olmak üzere ülkenin her yerinde sağlam temellere oturtulan bu Kur’ân dâvâsının, bu ülkeye kazandırdığı bunca artı değere sırt dönüp, kulaklarını tıkayanlar artık bu kin ve inattan vazgeçmeli değiller mi?
Şimdi Anadolu’da ve dünyanın her köşesinde yankılanan bu ses ve âlemi kucaklayan Risâle-i Nur hakikatine bu devletin adamları, bu milletin fertleri hiçbir şey olmasa bile kendi menfaatleri için kulak vermek ve gereğini yapmak zorunda değiller mi acaba?
Bu devleti idare edenlere, millete faydalı olmaya çalışan her sorumluya düşen görev; asayişin, emniyetin, güvenliğin manevî teminatı olmak noktasında bunca yıldan beri ferdî, ailevî, cemaatî yaşayışları olarak topluma örnek olmuş, masumiyetini, fedakârlığını ve dürüstlüğünü ispat etmiş olan Nur hizmetkârlarına bir başka gözle bakıp, meziyetlerinden, vatana, millete, insanlığa faydalı olacak örnek hareket ve güzel fikirlerinden istifade etmektir. Bunun zamanının geldiğini idrak edecek basiretli ilim erbâbını, idrakli idarecileri, hakperest siyasileri beklemek bu milletin hakkı olsa gerek.
Nurun hadimleri ve hizmet erleri fedakâr Nur Talebelerine düşen görev ise, bundan böyle, çok daha dikkatli, gayretli, himmetli, hamiyetli, ihlâslı, aşk ve şevkli olarak hizmetlerine devam etmek ve müsbet hareket ederek toplumun dengelerini muhafaza yolunda gayret sarf etmek olmalıdır.
Okudukları hakikatleri; kendi vücut memleketlerinde, akıl saraylarında, ruh hazinelerinde, gönül tahtlarında yoğurup, hazmedip hayatlarına tatbik edip, bu güzelliklerin topluma da mâl edilmesi hususunda üstün bir feragat ve fedakârlık hali göstermek zorundadırlar.
Vasiyet, uyulmak için söylenir. Bir vebâl gerektirir. Hele de vasiyeti söyleyen ağırlıklı birisiyse o zaman önemi daha da artar. Vebalin mânâsını bilenlere yakışan, o vasiyete uymaktır. Uyanlara selâm olsun.