Tarihten sayfalar

Ruh

Well-known member
Nüktedan devlet adamı Keçecizade Fuat Paşa

31 Ekim 2008 Cuma

Tanzimat devrinin en tanınmış devlet adamlarından Keçecizade Fuat Paşa (1815-1865), bilhassa politikada nükte denince adı akla ilk gelenlerdendir... Avrupa kültürü ile yetişmiş ve bize de bu kültürün yerleşmesi için gayret etmiş olan bu devlet adamı, Osmanlı imparatorluğunun kritik anlarında ya sadrazam (başbakan) ya da hariciye nazırı olarak uzun süre görev yapmıştır...

Kapı gıcırtısı!..
Fuat Paşa, bu yüksek görevlerinden dolayı Avrupalı devlet adamları, politikacı ve diplomatlarla devamlı münasebet halinde olmuş, bu itibarla aralarında geçen birçok nükteli olay günümüze kadar gelmiştir. Fuat Paşa’nın nükteleri çok duyulmuş olsa da her konuşulduğunda zevk verecek kadar zariftir...
Fuat Paşa, Batılı diplomatlarla görüşme yaptığı bir sırada, bulundukları yerde açılıp kapanan kapı gıcırtı yapar.
Batılı bir diplomat bu gıcırtıdan hareketle Osmanlı Devletinin yönetim yeri olan Bâb-ı Ali’yi (Yüce Kapı) kastederek:
- Kapı gıcırdıyor (imparatorluk sallanıyor), der.

“Grese ihtiyaç var!”
Fuat Paşa bu, durur mu? Anında cevabı yapıştırır:
- Gres’e (Greece) (hem makine yağı hem de Yunanistan’ın Batı dillerindeki adı, bir anlamda yağlanmaya, bir anlamda Yunanistan’ın yeniden bize bağlanmasına) ihtiyacı var!..


Vaktim oldukca eklicem insaallah...
 

Ruh

Well-known member
“Devlet adamı ikiyüzlü olmaz!”

5 Kasım 2008 Carsamba
Yusuf Kamil Paşa ve davetliler önceden bildirilen mükellef yemekleri iştahla yedikten sonra, meyve faslına geçilir. Masaya buzlu çilekler gelir. İlk olarak uzanan Yusuf Kamil Paşa, çatalını sapladığı iri bir çileği ağzına götürürken kazara masadaki tuzluğun içine düşürür. Ama ziyan olmasın diye tuza bulaşmış çileği alıp yer. Berbat bir tat verdiği halde bozuntuya vermez ve masada bulunanlara:

“Tuzlu çilek yediniz mi?”
- Arkadaşlar, tuzlu çilek hiç de fena olmuyormuş, isteyen deneyebilir, diye tavsiyede bulunur. Bunun üzerine birkaç kişi dener. Bunlar:
- Paşam gerçekten nefis oluyor...
- Bundan sonra çileği hep tuzlu yemek isterim.
- Tuzlu çileğin lezzetini keşfetmekte geç bile kalmışız, gibi asılsız, Paşa’ya yaranma hedefi güden şeyler söylerler.
Kamil Paşa, o esnada masada bulunan, yardımcılarından, yeri geldiğinde sözünü esirgememekle tanınan, Minas Efendiye de:
- Arkadaşların görüşleri için sen ne dersin Minas Efendi, diye fikrini sorar.

“İşler bu yüzden
kötüye gidiyor!”
Minas Efendi kendisinden beklendiği şekilde cevap verir:
- Paşam, bu adamlar özel hayatlarında bu düşüncelerini söyleseler üzerinde durulmaya değmezdi. Fakat devlet hayatında da böyle ikiyüzlü davrandıkları için, memlekette işler bu yüzden kötüye gidiyor!..
 

Ruh

Well-known member
Geldiler, vazifelerini yaptılar ve gittiler...

6 Kasım 2008 Persembe
Osmanlı askerleri Bükreş’te Ruslar tarafından on misli bir kuvvetle yok edilmek isteniyordu. Türklerin toptan mahvedilecekleri kesin gözüküyordu. Bu toptan imhayı görmek için yabancı gazeteciler de oradaydı...
Ruslar, sabahın erken saatlerinde Osmanlılar üzerine gülleler yağdırmaya başladılar. Aradaki müthiş dengesizliği Osmanlı Türkleri de görüp biliyorlardı. Kumandanlarının müsaadesiyle hepsi abdest alıp ikişer rekat namaz kıldılar. Birbirleriyle kucaklaşıp helalleştiler. Son hücumlarını yapacaklar, ya şehid ya gazi olacaklardı...

Süngü süngüye çarpışma!
Ellerinde mermi de kalmayan Osmanlı kuvvetleri, süngü takıp hücuma geçecekti. Öyle de yaptılar. Ruslar da, kendilerine süngü ile hücuma kalkışan Türklere karşı silahlarını susturup, süngü takmışlardı. Yabancı gazeteciler, kendilerinden on misli fazla Rus kuvvetleri karşısında biraz sonra ezilip yok olacak olan Osmanlıların akıbetlerini merak ediyorlardı.
O sırada bir elini göğe doğru kaldıran Kolağası şöyle bağırıyordu:
- Evlatlarım, semaya bakın!..
Askerler semaya baktıklarında bir de ne görsünler! Yeşil elbiseler içerisinde bir ordu Rus askerlerinin üzerine şahin gibi süzülmüştü. Bu manzara karşısında tamamen coşan Osmanlı askerleri de “Allah Allah” diyerek düşmana saldırmaya başladılar.

Yeşil elbiseli askerler!
Bu müthiş manzara orada bulunan yabancı gazeteciler tarafından da müşahede edilmişti.
Neticede Müslümanlar galip gelmiş, o kadar maddi güce rağmen Ruslar mağlubiyetten kurtulamamışlardır.
Ortalık yatışmıştı. Tarafsız gazetecilerin en çok hayret ettikleri, yeşil elbiseli askerlerdi. Onları soruyorlardı:
- Sizlerle beraber savaşan o yeşil elbiseli nur yüzlü askerler nerede? Onları görmek istiyoruz.
Heyhat! Onları artık Müslümanlar da göremeyeceklerdi. Çünkü gelmişler, vazifelerini yapmışlar ve geri gitmişlerdi...
 

Ruh

Well-known member
Bir Anzak’ın kaleminden Çanakkale cephesi!..

11 Aralık 2008 Persembe
Elian Cambell, hatıralarının bir yerinde ateşkes saatlerinden şöyle bahsetmektedir: “Ateşkes sırasında Türkler şehitlerini gömüyorlardı. Arkadaşlarımızdan birkaç kişi gönüllü olarak onlara yardım etmek istedi ve bu korkunç görevde dost ve düşman iş birliği yaptılar...”

Sığır eti ve bisküvi
Bu sırada yapılan konuşmalarda açlığını hissettiren bir Mehmetçiğe, bir Avustralyalı asker sığır eti ve bisküvi getirir.
Sonunda görev tamamlanmıştı. Her iki tarafın da askerleri siperlerine çekilmiş bekliyorlardı.
Birkaç hafta sonra Avustralyalı askerler Türk siperlerine karşı büyük bir saldırıya geçerler. Mücadelenin şiddetli bir anında Avustralyalı bir asker ağır şekilde yaralanarak Türk siperlerinin yakınına düşer. Yaralı asker acılı bir şekilde can çekişmeye başlar. Bundan sonrasını Cambell şöyle anlatıyor:

“Oracıkta şehit düştü”
“Mermi yağmurunun ortasında bir Türk, siperden fırlayarak yaralı askerimizi sırtına aldı ve bizim hatlara doğru taşımaya başladı. Türk, sırtındaki Avustralyalı ile birlikte yaralanmadan siperlerimizin korkuluklarına ulaştı ve sırtındaki arkadaşımızı kıyıdan aşağıya yavaşça bıraktı... Sonra bu Türk kendi hatlarına doğru yöneldi. Fakat birçok yerinden yaralanıp yere düşmeden önce ancak üç ya da dört adım atabilmişti. Ve oracıkta şehit düştü.
Yaralı Avustralyalı, aç Türk’e sığır eti ve bisküvi getiren askerdir. Onu sırtında siperlerimize taşıyan Türk, onun kumanya verdiği askerdir.”
 

Ruh

Well-known member
“Derviş Musa” nasıl “Merkez Efendi” oldu!

24 Ekim 2005 Pazartesi
Bir gün Sümbül Sinan Efendi, bir gün ders esnasında dervişlerini çetin bir imtihana tâbî tuttu. Onlara dedi ki: - Ey bir avuç topraktan ibaret olan canlar! Bu âlemin nasıl yaratılmasını isterdiniz?
Her derviş kendi gönlünce cevaplar sundu. Sıra Muslihuddin Musa Efendi’ye geldi ve yüzünde elmaslar oynaşan Sümbül Efendi tatlı bir tebessümle:
- Eee, bir de sen söyle bakalım Musa Efendi, sen nasıl bir dünya isterdin?

“Âlem bir nizam içinde”
Musa Efendi başını kaldırmadan cevap verdi:
- Efendim, bu âlem öyle tatlı bir nizam içinde ki; buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez!
Sümbül Efendinin istediği de buydu. Ay yüzünde görülmemiş bir ışık belirdi ve dedi:
- Aferin derviş Musa! Demek her şey merkezinde, böyle olmalıydı diyorsun! Öyleyse senin adın bundan böyle Merkez Muslihuddin olsun!
Bundan sonra derviş Musa, “Merkez Efendi” ismiyle gönüllerde taht kurdu...
***
Yine dervişlerin Sümbül Efendi etrafında birer pervane misali döndüğü günlerden biri, Sümbül Efendi dervişlerini imtihana tutmak istedi.
- Ey dervişler, her birinizden birer demet çiçek istiyorum, dedi.
Bütün dervişler dışarı süzüldü. Kırlara, bahçelere doğru koştular ve demet demet, kucak kucak çiçekler topladılar.

“Hangi çiçeğe
el atsam...”
Ancak Merkez Efendi düşünceliydi. Elinde, tek bir tane solmuş, kurumuş, cevheri gitmiş papatya vardı. Sümbül Efendi’nin önüne varıp boyun büktü ve:
- Efendim, hangi çiçeğe el atsam, onu Allah Allah diye zikreder buldum ve koparamadım, kusurum affola, dedi
Zaten Sümbül Efendi’nin beklediği de bu değil miydi... Bu asil davranış karşısında bütün dervişlerin başı önlerine eğilmişti...
 

Ruh

Well-known member
Ona artık “Hacı Bayram” dediler

13 Nisan 2009 Pazartesi

Hacı Bayram-ı Velî’nin asıl adı Numan’dı. İlim tahsiline doğduğu il olan Ankara’da başladı. İlim ve irfan yuvası Bursa’da Medrese ilimlerini bütünüyle ikmâl edip iyi derece ile mezun olduktan sonra, derhâl Ankara’da Melike Hatun’un yaptırdığı Kara Medrese’ye müderris olarak tâyin edildi.
Ankara Medresesi’nin başmüderrisi Numan, kendisine uzanan sevgi ve muhabbet iplikleriyle yumak yumak sarıldı, şan ve şöhreti günden güne etrafa yayıldı. Ne var ki bunların geçici ve aldatıcı şeyler olduğunu; ebedî olanı, Hak rızasına erdireni, gönülleri nur deryası haline getireni araması gerektiğini o da biliyordu.

“Şöhrette helâk vardır!”
Kendi kendine:
“Ey Numan, şöhrette helâk vardır! Aklını başına devşir!” diyordu.
Bu düşüncelerin ırmağında yüzdüğü bir gün Kara Medrese’ye yüzünde aydınlığın benekleri gezinen biri geldi. Bu pak yüzlü insan, ona Kayseri’den, Somuncu Baba’dan haber ve davet getirmişti. Bu daveti duyan Numan, derhâl Somuncu Baba’nın emrine boyun büktü ve yola koyuldu. Sonunda bir Kurban Bayramı günü Kayseri’ye vardı.
Somuncu Baba kendilerini bekliyordu. Yüksek huzura çıktı. Müderris Numan’ı karşısında gören Somuncu Baba ayağa fırladı ve haykırdı:
- Bilmem bu iki Bayram’ın hangisiyle sevineyim?
Ve bu andan sonradır ki, Numan adı unutuldu Bayram ismi dillerde gezinmeye başladı.
Müderris Numan, (yeni ismiyle Bayram) o Allah’tan kopmayan kulba yapıştı, ondan Allah’ın ilmini öğrendi ve yine mürşidiyle beraber hac farizasını eda etmek için mukaddes topraklara gitti. Artık o Müderis Numan değil, Hacı Bayram’dı. Mürşidinin ayak izlerinden giderek Allah’a emanetleri teslim etmiş ve o da bir mürşid olmuştu. Bundan sonra Ankara’ya dönüp irşad halkasını Anadolu’nun tam merkezine kurdu...

Murad Hanın rehberi...
Osmanlı Sultanları, her devirde Allah dostlarına danışmışlar ve böylece Allah’ın yardımını almışlardır. İşte Sultan II. Murad’ın rehberi de Hacı Bayram-ı Velî’ydi. Nitekim kendisine İstanbul’un fethinin, oğlu Mehmed’e nasip olacağını müjdeleyen yine Hacı Bayram-ı Velî Hazretleridir...
 

Ruh

Well-known member
“Padişah benim ama o benim hocamdır”

20 Temmuz 2009 Pazartesi
14 asır önce müjdelenmişti İstanbul’un fethi, kıymetlilerin en kıymetlisi tarafından. Âlemde kaç kişiye nasip olurdu, Allah’ın sevgilisinin övgüsüne mazhar olmak? Allah aşkı için, Resulu Ekrem sevdası uğruna; gözü, gönlü Allah’a dönük nice Hak dostu, nice Hak sevdalısı dayanmıştı surların kapısına.
Ama bir Osmanlı vardı ki Onu kuranlar hamurunu imanla yoğurmuş, aşkla işlemişti. Osmanlı sultanlarının her biri bu şerefe mazhar olmak için dayanmıştı Bizans’ın kapısına...

“Küffâr üzerine yürüyünüz!”
Zaman ırmağı sonsuza doğru aktı, günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı ve Sultan Murad Han oğlu Mehmed Han Osmanlı tahtına çıktı... Hiç vakit kaybetmeden bütün âlimleri Edirne’ye dâvet etti ve onlardan sordu. Herkes fikrini söyledi. Sıra “Ak Şeyh”e, yani Akşemseddin hazretlerine gelince o, şöyle dedi:
- Allah Resûlü’nün iltifat-ı seniyyesi size vâki olmuştur! Gayret sizden, yardım yüce Allah’tan... Hiç tereddüt etmeden küffâr üzerine yürüyünüz!...
Her zaman keskin bir bıçak gibi parlayan zekânın sahibi İkinci Mehmed Han, ordusuna dikkat emrini verdi ve fetih ordusu nurdan bir ırmak gibi Kostantiniyye üzerine aktı...
Tekbir sesleri, ezan ve Kur’ân nağmeleri surlarda bulutların kanadına konup semâ semâ yükselirken beklenen an geldi ve İstanbul kapıları ebedî olarak Müslümanlara açıldı... Fetih, Akşemseddin hazretlerinin dediği demde olmuştu... Hünkâr, saâdetinden uçacak gibiydi... Mübârek yüzünden nurlar akıyordu... Beyaz atı üstünde ilerliyordu... Hemen yanı başında yüce mürşidi bulunuyordu.
Muzaffer orduyu selâmlayan mağlûplar, Akşemseddin’i hünkâr sanarak ona doğru koştular ve ellerindeki çiçekleri Ak Şeyh’e uzattılar:

“Yine ona gidiniz!..”
- Buyurunuz, ey âlem padişahı!..
Yüce şeyh, eliyle Fatih Sultan Mehmed Han’ı işaret ederek:
- Sultan odur, ona gidiniz!..
O zaman, genç ve muzaffer kumandan gülümsedi ve dedi ki:
- Gidiniz, yine ona gidiniz!.. Evet, ben padişahım, ama o benim hocamdır!
Bir hoca, bir üstâd ve bir rehber için bundan büyük saâdet hayâl edilebilir mi?..
 
Üst