Konuya cevap cer





Ramazan Bayramı Tebriknamesi
       
       

        
        
       
       

RİSALE-İ NURDA BAYRAM HAKİKATİ 

Nev’-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i  istikbal ve akibet-bînlik adesesiyle, gayet şaşaalı bir gece bayramında,  hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir  vaziyeti beyan ediyorum.
         Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i  hayatiyeleri göründüğü gibi, yakın bir istikbalde mezaristan ehli  olanların, müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere  ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm,  hakikattan sordum: “Bu hayal nedir?” Hakikat dedi ki:
        Elli sene sonra, bu kemal-i neş’e ile gülen  ve eğlenen zavallılardan, elliden beşi, beli bükülmüş yetmiş yaşlı  ihtiyarlar gibi; kırkbeşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel  sîmalar, o neş’eli gülmeler, zıdlarına inkılab etmiş olacaklar.  [FONT=&quot]كُلُّ[/FONT][FONT=&quot] [/FONT][FONT=&quot]آتٍ[/FONT][FONT=&quot] [/FONT][FONT=&quot]قَرِيبٌ[/FONT]  kaidesiyle; madem yakında  gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattır; elbette  gördüğün hayal değildir. Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle  ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur;  elbette bîçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan  ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane,  huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevab cihetiyle bâki  kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip,  gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde zikrullaha ve şükre çok  azîm tergibat vardır. Tâ ki; bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini  şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünki şükür, nimeti  ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.

(Lemalar)

ONYEDİNCİ SÖZ



 

(Bu söz, iki âlî makam ve bir parlak zeylden ibarettir.)


         Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim ve Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı,  âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrayin suretinde yapıp  bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip küçük-büyük, ulvî-süflî  herbir ruha, ona münasib ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehasin ve  in’amattan istifade etmeğe muvafık ve havas ile mücehhez bir cesed  giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temaşagâha gönderir. Hem  zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere,  mevsimlere hattâ günlere, kıt’alara taksim ederek herbir asrı, herbir  seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt’ayı,  birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit  tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. Ve bilhâssa rûy-i zemin, hususan  bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sagirenin taifelerine öyle şaşaalı ve  birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve  melaikeleri ve sekene-i semavatı seyre celbedecek bir cazibedarlık  görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki,  akıl tarifinden âcizdir. Fakat bu ziyafet-i İlahiye ve bayram-ı  Rabbaniyedeki İsm-i Rahman ve Muhyî’nin tecellilerine mukabil İsm-i  Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar. Şu ise   rahmetinin vüs’at-i şümulüne zahiren muvafık düşmüyor. Fakat hakikatte  birkaç cihet-i muvafakatı vardır. Bir ciheti şudur ki: Sâni’-i Kerim,  Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i  geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibariyle  dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor,  istirahata bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve  vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir  meyelan-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor. Hem o Rahman’ın nihayetsiz  rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef  olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir  koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde,  sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.  Öyle de, sair zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i  fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef  olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit  mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i  maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın.  Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar   Lâkin zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyyet   ve keyfiyyet cihetiyle en ziyâde istifâde eden insân, dünyaya pek çok   meftun ve mübtelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek   için eser-i rahmet olarak iştiyak-engiz bir hâlet verir. Kendi   insâniyyeti dalâlette boğulmayan insân, o hâletten istifâde eder.   Rahat-ı kalb ile gider. Şimdi, o hâleti intâc eden vecihlerden, nümûne   olarak "Beşini" beyân edeceğiz.
Birincisi: İhtiyarlık   mevsimiyle; dünyevî, güzel ve cazibedâr şeyler üstünde fena ve zevalin   damgasını ve acı mânâsını göstererek o insânı dünyadan ürkütüp, o fâniye   bedel, bir bâki matlubu arattırıyor.
İkincisi: İnsânın alâka   peyda ettiği bütün ahbablardan yüzde doksandokuzu, dünyadan gidip diğer   bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet sâikasıyla o ahbabın   gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurane   karşılattırıyor.
Üçüncüsü: İnsândaki   nihayetsiz zaîflik ve âcizliği, bâzı şeylerle ihsas ettirip, hayat yükü   ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahatâ ciddî   bir arzu ve bir diyar-ı âhere gitmeye samimî bir şevk veriyor.
Dördüncüsü: İnsân-ı   mü’mine nur-u îmân ile gösterir ki: Mevt, idam değil; tebdil-i mekândır.   Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nûrâniyyetli âlemlerin   kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan   hükmündedir. Elbette; zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna çıkmak ve müz’iç   dağdağa-i hayat-ı cismâniyyeden âlem-i rahatâ ve meydan-ı tayeran-ı   ervaha geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp Huzur-u   Rahmân’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir   saadettir.
Beşincisi: Kur’anı   dinleyen insâna, Kur’andaki ilm-i hakikatı ve nur-u hakikatle dünyanın   mâhiyetini bildirmekliği ile dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu   anlatmaktır. Yâni, insâna der ve isbat eder ki: “Dünya, bir kitab-ı   Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki başkasının zât   ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al,   nukuşunu bırak, git...
Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; müzahrafatını at, ehemmiyet verme...
Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler   mecmuasıdır. Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envarını gör ve   onlarda tezahür eden esmânın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve   zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes...
Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alış-verişini   yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin   arkalarından beyhude koşma, yorulma...
Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise, nazar-ı   ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne değil; belki Cemîl-i Bâki’ye bakan   gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön ve o   güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin   kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme...
Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan   Mihmandar-ı Kerim’in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde   işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane fuzulî bir   sûrette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle mânâsız   uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma...” gibi zâhir hakikatlarla   dünyanın iç yüzündeki esrarı gösterip dünyadan müfarakatı gayet   hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve   her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir. İşte Kur’an şu beş veche   işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere dahi âyât-ı Kur’aniyye işaret   ediyor.
Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya...
* * *






Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst