Konuya cevap cer

TARİHÇE-İ HAYAT DERSLERİ 12.2.BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ  NUR(DEVAMI)

 KONUŞAN YALNIZ HAKİKATTİR

       Risale-i        Nur’da ispat edilmiştir ki, bazen zulüm içinde adalet tecellî eder. Yani,        insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme mâruz kalır, başına bir        felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız        olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa adaletin tecellîsine bir        vesile olur. Kader-i İlâhî başka bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete        istihkak kesb etmiş olan o kimseyi bu defa bir zâlim eliyle cezaya        çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i İlâhînin bir nevi        tecellîsidir.
 Ben şimdi düşünüyorum. Yirmi sekiz senedir vilâyet        vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılıyor. Mahkemeden mahkemeye sevk        ediliyorum. Bana bu zâlimane işkenceleri yapanların atfettikleri suç        nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk        ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i halde böyle birşey yoktur.
 Bir mahkeme        aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor;        diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına        alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor, beni tazyik ediyor, türlü türlü        işkencelere mâruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa        bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten        felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana        isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihayet kendileri de        anladılar.
 Onlar bu ittihamı kasten mi yaptılar, yoksa bir vehme mi        kapıldılar? İster kasıt olsun, ister vehim olsun, benim böyle bir suçla        münasebet ve alâkam olmadığını kemâl-i kat’iyetle yakinen ve vicdanen        biliyorum. Dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf        dünyası da biliyor. Hattâ beni bu suçla ittiham edenler de biliyorlar. O        halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz        ve mâsum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye        mâruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval adalet-i        İlâhiyeye muhalif düşmez mi?

       Bir        çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum, üzülüyordum.        Muzdarip oluyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini        şimdi bildim. Ben kemâl-i teessürle söylerim ki; benim suçum, hizmet-i        Kur’âniyemi maddî-mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma âlet        yapmakmış.
 Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle        şükrediyorum ki, uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i        imaniyemi maddî ve mânevî kemalât ve terakkiyatıma ve azaptan ve        Cehennemden kurtulmaklığıma ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile        yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevî gayet        kuvvetli mânialar beni men ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni        hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı mânevî makamatı ve        uhrevî saadetleri a’mâl-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak        hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde        ben ruhen ve kalben men ediliyordum. Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî vazife-i        ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.        Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin        fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek        ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında        imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bir tarzda, yani        hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır        ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın, herkese kat’î        kanaat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dahilinde, dinin        hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî bir şeye âlet        edilmediğini bilmekle husule gelebilir.
 Yoksa komitecilik ve        cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet i mâneviyesine        karşı çıkan bir şahıs, en büyük mânevî bir mertebede bulunsa, yine        vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin        nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs, dehâsıyla, harika makamıyla bizi        kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

       Allah’a        binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet        ittihamı altında, kader-i İlâhî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî        şeye âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni        tokatlıyor, ikaz ediyor; “Sakın” diyor, “iman hakikatini kendi şahsına        âlet yapma tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat        konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.”
 İşte,        Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde        husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı        budur, başka bir şey değil. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını        binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde        yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar        ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı        işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan        yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.
 Madem ki nur-u hakikat, imana        muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun.        Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve        katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba        kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm        etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı        helâl ettim.
Âdil kadere de derim ki:
 Ben senin bu şefkatli        tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan        bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât hislerimi feda        etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mânevî kudreti kaybedecektim. Ben        maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her        işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu        sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca        talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam        edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden        ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için        çalışacaklardır…

       Bize        işkence edenler, bilmeyerek kader-i İlâhînin sırlarına, derin        tecellîlerine akıl erdiremeyerek bizim dâvâmıza, hakikat-i imaniyenin        inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet        temennisinden ibarettir.
 Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye        tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetü’z-Zehranın        Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.

       Said        Nursî
       Lügatler :        
       adalet-i        İlâhî : Allah’ın adaleti
adalet-i İlâhiye : Allah’ın        adaleti

       âdil : adaletli
ahval : hâller,        durumlar
a’mâl-i saliha : Allah rızası için yapılan iyi        işler        

       belîğane : beliğ bir şekilde; maksada ve hale        uygun düzgün ve güzel söz söyleyerek
beşer :        insan
cefa : büyük sıkıntı, eziyet
cemiyetçilik        : cemiyet taraftarlığı
dahilinde : içinde
dalâlet :        hak yoldan ayrılma, sapkınlık
dehâ : olağanüstü zekâ ve        akıl
derunî : içle ilgili, içten 

       desise : hile, aldatma
ehliyet :        iktidar, layık olma, hak etme
ene : ben 

       evham : kuruntular,        şüpheler
ezâ : sıkıntı
felâket : belâ, musibet

       ferağat : fedakarlık, hakkından        vazgeçme
fevkinde : üstünde
fıtrî : doğal,        yaratılıştan gelen        

       füyûzât : feyizler, mânevî bolluk ve        bereketler
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri,        esasları        

       hakikat : gerçek
hakikat-i hal : işin aslı, bir meselenin iç yüzü

       hakikat-i        imaniye : iman hakikati,        gerçeği
hakikî : asıl, gerçek
haricinde :        dışında

       hidayet : doğru ve hak        yol
hizmet-i imaniye : iman hizmeti
hizmet-i        Kur’âniye : Kur’ân hizmeti
husule gelmek : meydana        gelmek
husus : konu
ihtiyar : dileme, istek,        irade        

       ikaz        etmek : uyarmak
ilham :        Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ 

       inkişaf : açığa çıkma, açılma
isnad        etme : dayandırma
istihkak : lâyık olma, hak        etme
ittiham : suçlama
izale etmek : gidermek,        ortadan kaldırmak        

       kader-i        İlâhî : Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri        olmadan önce takdir etmesi, plânlaması
kanaat : inanma,        ikna olma        

       kasten : kasıtlı        olarak
kat’î : kesin
kemâlât : faziletler,        iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri

       kemâl-i        kat’iyet : tam bir        kesinlik
kemâl-i teessür : tam bir üzüntü 

       kesb etmek : kazanmak
keşmekeş :        karışıklık
komitecilik : belli bir amaç için bir araya gelme ve        faaliyet gösterme

       kudret : güç
küfr-ü        mutlak : Allah’ı ve Allah’tan gelen her şeyi kesin olarak inkâr etmek,        inanmamak
mahkûm etmek : hüküm altına almak, hüküm        giydirmek
mahkûmiyet : hüküm giyme, tutukluluk

       mahz-ı        adalet : tam anlamıyla        adalet
makamat : makamlar 

       mâruz        kalma : bir şeyin etkisi altında kalma, etki alanı içinde        olma
mâruz kılmak : bir şeyin etkisi altında        kalma
mâsum : günahsız, suçsuz

       mekteb-i        irfan : ilim ve irfan okulu
men        etme : yasaklama
mertebe : derece, makam
meşru :        helâl, dine uygun
muannid : inatçı, direnen 

muhakeme        : yargılama
muhalif : aykırı, karşıt

       mukabil :        karşılık
musibet : belâ, büyük sıkıntı

       muvaffak : başarılı olma,        erişme
mücadele : uğraşma, çabalama
müstahak : hak        etmiş, lâyık
mütemerrid : inatçı
müteveccih :        yönelen, yönelik
nefis : insanı daima kötülüğe, hazırdaki zevk        ve isteklere sevk eden duygu        

       neşretmek : yayımlamak,        dağıtmak
nevi : tür, çeşit
nihayet : sonunda

       nur-u        hakikat : hakikat nuru,        ışığı
rıza-yı İlâhî : Allah’ın rızası
saadet :        mutluluk
saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk; âhiret        mutluluğu        

       sadakat :        bağlılık
Said : Bediüzzaman Said Nursî

       sebat : kararlılık
sevk :        gönderme, yönlendirme
suret : biçim, şekil
şahsiyet-i        mâneviye : tüzel kişilik; belli bir kişi olmayıp bir topluluktan        meydana gelen mânevî kişilik
şerait :        şartlar
şükretmek : Allah’ın (c.c.) nimetlerine karşı memnunluk        göstermek; Allah’a teşekkür etmek 

       tahakkuk ettirme :        gerçekleştirme
       tâkat : güç
tazyik        etmek : sıkıntı verme, baskı yapma
tecellî : belirme,        görünme

       temenni : dileme,        isteme
terakkiyat : ilerleme ve gelişmeyi sağlayan        gelişmeler
tevellüd eden : doğan, meydana        gelen
ubudiyet : Allah’a kulluk
uhrevî : âhirete        ait        

       vâkıa : olay
vazife-i        ilmiye : ilmî vazife, görev 

       vehim : zan, şüphe,        kuruntu
vesvese : kuruntu, şüphe 

       yakinen : kesin ve şüphesiz        olarak
zâlim : zulmeden, haksızlık eden
zâlimane :        zâlimcesine

       zerre        kadar : çok az        miktar
zulüm        eden
        : haksızlık yapan
 





Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst