Muvahhid1
Well-known member
“Yedi gök ve yer ile bunlarda olan kim varsa Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihini anlamıyorsunuz. O ise hilim sahibidir ve çok bağışlayıcıdır.” (İsra suresi; 17/44)
Ayet-i kerime, bütün âlemlerin, içindeki herşeyle birlikte Allah'ı tesbih ettiğini haber verirken, dikkat çekici bir şekilde, "bunlarda ne varsa" değil de, "kim varsa" deyimini kullanıyor. Bizim cansız ve bilinçsiz şeyler olarak gör düğümüz varlıklardan, canlı ve şuur sahibi varlıklar olarak söz ediyor.
Bu da yine Kur'ân'ın kâinatı bir sözle dirilti- veren mucizeli beyanının bir özelliğidir. Böylece, cansız ve bilinçsiz sandığımız bir âleme Kur'ân'ın gösterdiği yerden baktığımızda, birden bire o âlemin içindeki herşeyle birlikte canlandığını ve şuurlandığını görebiliyor, kendimizi hayat dolu ve bilinçli bir âlemin tam ortasında bulabiliyoruz.
Belki o varlıklardan pek çoğu, bizim âşinâ olduğumuz anlamda bir hayata ve şuura sahip değiller; ama yaptıkları iş son derece bilinçli bir iştir. İşte Kur'ân, ince ve anlamlı bir işaretle, bu durumu apaçık bir hakikat haline getiri yor ve ibret nazarlarımıza sunuyor.
Gerçi âyet "Siz onların tesbihini anlamıyor- sunuz" diyor. Ancak "hiç anlamazsınız" değil de, "bütün incelikleriyle kavrayamazsınız" anlamına gelen bir fiil ile bunu dile getiriyor. Bu suretle, onların bizden farklı dillerle konuştuklarını belirtmekle birlikte, onları anlama kapısını da bize bütün bütün kapatmıyor. Bu durumda bize düşen de, onların lisanlarını çözmek ve kâinattaki her varlığın kendi diliyle terennüm ettiği hakikatlere kulak vermek, dünyamızı onların tatlı dilleriyle ve şirin sözleriyle doldurmak olmalıdır.
Bediüzzaman, eserlerinin pek çok yerinde, kâinatın dilini çözmek için bize yardımcı olacak anahtarlar verir. Hattâ, onun eserlerinin büyük kısmı, bu âyetin sırlarını aralayan ve bize bütün kâinatın hamd ve tesbihlerini çeşitli açılardan dinleten eserlerdir diyebiliriz. "Kırk bin başı olan, her başında kırk bin dili bulunan ve her diliyle kırk bin tarzda tesbih eden melek" ile ilgili açıklamaları bu açıdan orijinal tesbitler içermekte ve konumuz olan âyetin anlamına da açıklık getirmektedir.
İşte, göklerden herbiri, o kırk bin baştan biridir; onun yıldızlar, güneşler, aylar, gezegenler gibi dilleri, yahut tesbih sözcükleri vardır ki, bütün bunlar, uçsuz bucaksız kâinat ufuklarında milyarlarca senedir Yer ve Gökler Rabbinin övgüsünü dile getirmekte, Onun her türlü kusurdan yüce oluşunu âlemlere ilân etmektedir.
O kelimelerden biri olan şu gezegenimiz dahi kendi başına bir kafadır ki, onun da dağlar, denizler, ovalar gibi dilleri, bitki ve hayvanlar gibi sayısız kelimeleri vardır.
O dillerden tek bir dağı veya ovayı önümüze alırsak, o da sayısız dillerle Rabbini tesbih eden bir baş olarak belirir.
O dağın veya ovanın sayısız dillerinden bir ağaçta yine aynı hakikatle karşılaşırız. O da bir baş olur; dallar, yapraklar, çiçekler, meyveler onun dillerine ve sözlerine dönüşür.
O dallardan, meyvelerden, çiçeklerden, yaprak lardan herbirinde, yine tesbih eden âlemler bulu- ruz. Böylece, hücrelere, hücrelerdeki organcıklara, moleküllere, atomlara, atom-altı parçacıklara kadar uzanan varlık mertebelerinin herbirinde sayısız dillerin övgüleri ve tesbihleri dünyamızı doldurur ve bize bu âyetin hakikatini anlatır.
Artık, her mertebesinde ayrı âlemler barındıran ve sayısız dillerle Yer ve Gökler Rabbini tesbih eden bir âlemin bütününü tasavvur edin, hepsinden birden her an İlâhî dergâha yükselen hamd ve tesbihleri kavramaya çalışın, eğer yapabilirseniz...
İnsan böyle bir manzarayı bütünüyle kavramak tan ne kadar âciz kalsa da, en azından, hayalinin kuşatamayacağı kadar muhteşem bir tesbihatderyası içinde nefes alıp vermekte olduğunu anlayabilir. İşte bu kadarlık bir kavrayış da insana yeter!
Bu idrake bir kere vardıktan sonra insanın gözünde ne dünya kaygısı kalır, ne de yarınına dair en küçük bir tasa... Artık o dağ başında da olsa, bir ağaç dibinde yahut uzayın derinliklerinden bir köşede de bulunsa, kendi Rabbini bütün zerre- leriyle tesbih eden bir aşina ülkede, candan dostlar arasındadır. Öyle bir âlemin seçkin bir konuğu, öyle bir koronun müştak bir dinleyicisi, öyle bir kitabın anlayışlı bir okuyucusu olduğunu bilmek, insanın bütün zerrelerini bir hayat neş'esiyle doldurmak için yetmez mi?
Bu âyet ile ilgili teshillerimiz bir sonraki bölümde devam ediyor.
Kâinatın tesbihini anlamak
Ayet "Siz onların tesbihini anlamıyorsunuz" buyururken, aynı zamanda bir teşvikte de bulunuyor, "Anlamaya çalışın" diyor. Çünkü bütün kâinatın sürekli olarak Allah'ı övüp tesbih etmekte olduğu şeklindeki bir haber, insan için pek büyük bir haberdir. Bunu işiten insanın öyle bir manzarayı bizzat gözlemek ve Rabbini öven varlıkların tesbihini dinlemek iştiyakını hissetmesi, onun tabiatından beklenebilecek bir davranıştır. Yabancı dil öğrenimi ise insana hiç de yabancı bir iş değildir; insan ciddî bir çaba harcadığı zaman, evvelce kendisine hiçbir anlam ifade etmeyen lisanlara aşinalık kazanabiliyor. Üstelik bunu, çoğu zaman dünyanın gelip geçici menfaatleri için yapıyor ve bu uğurda ortaya nice emekler ve paralar döküyor. Yaratılışında merak duygusu ve öğrenme yeteneği bulunan böyle bir varlığa "Etrafındaki dağlar, taşlar, bulutlar, kuşlar, yıldızlar, güneşler senin anlamadığın dillerle Rabbini tesbih edip duruyor" demek, “Çabala, dinle, bu lisanları anlamaya çalış” demektir.
Şu kadar var ki, kâinatın dilinden söz edildiği zaman, bunu iki farklı şekilde anlamak mümkün- dür: Birincisi, kal dili, yani, bizim konuştuğumuz diller gibi, ancak İlâhî hikmet gereği bizim işitemediğimiz veya anlamını çözemediğimiz bir lisan. İkincisi, hal dili, yani, varlıkların yaratılış ve yaşayışlarıyla, gördükleri işlerle dile getirdikleri anlamlar.
Acaba Kur'ân varlıkların tesbih edişinden söz ederken hangi dili kastediyor?
Bu soruya "Her ikisini de" cevabı verilebilir. Zira daha başka âyetler, dağların ve kuşların Davud Aleyhisselâm ile birlikte tesbih ettiğini bize haber vermektedir. Peygamberimizin mucizeleri arasında da, taşların tesbihinin işitilmesi gibi, sahih rivayetlerle bize intikal eden haberler vardır. Bunlar, bizim konuşmamıza benzer şekildeki tesbihatın canlı veya cansız varlıklara yabancı birşey olmadığını göstermektedir. Ne var ki, bu tarz tesbihatın işitilmesi ve anlaşılması, mucize veya keramet gibi olağanüstü İlâhî ikramlara ihtiyaç gösterir. Bu noktada insanın kendi çabasıyla erişebileceği bir sonuç yok gibidir. Hal diliyle tesbihata gelince, işte bu, kâinatın kendisi kadar aşikâr bir hakikattir. Hattâ, bütün varlıkların Yer ve Gökler Rabbini övmekte oluşu, onların kendi varlığından daha açık ve kesin bir gerçektir diyebiliriz. Çünkü her varlık, kendisini, ancak kendi varlığı kadar gösterir. Kendisini yapanı anlatmaya sıra geldiğinde ise, o artık bütün kâinatla omuz omuza vermiş, hep bir ağızdan konuşmakta- dır. Çünkü onun yaratılışı da, yaşayışı da, tüm kâinatla birçok yönden karmaşık ilişkiler içinde cereyan eden bir hadisedir.
İşte, insan, kâinatın hal diliyle hamd ve teşbihlerini işitmek ve zevk etmek istediği zaman, bunu kolayca başarabilme imkânına sahiptir. Ancak daha önce temas ettiğimiz bir noktayı burada tekrar hatırlatalım:
Bu iş, büyük ölçüde "laboratuar çalışmasına" ihtiyaç gösteren bir iştir. İman hakikatlerinin laboratuarı ise kâinattır. Eğer insan dağların, ovaların, nehirlerin, denizlerin, gece ve gündüz semâsının Yer ve Gökler Rabbini nasıl tesbih ettiğini görmek ve duymak istiyorsa, onlarla baş başa kalacağı yerlere gitmek zorundadır. Hattâ sadece fiziksel olarak orada bulunmak da yetmez; dünyanın tasalarını geride bırakmak, her türlü gürültü ve parazitten sıyrılmak ve zihin ve gönüllerin tam kapasitesiyle kâinattan gelen manevî seslere yönelmek gereklidir.
İşte öyle zamanlarda, insanın kâinat ile baş başa geçirdiği bir saat, bir ömre değer hale gelir. Ve o zaman, göz ve kulak gibi nimetlerin insana niçin verildiği anlaşılır. Bu hakikat, en tatlı bir üslûpla, Bediüzzaman'ın İşârâtü'l-İ'câz adlı tefsirinde dile getirilmektedir:
"Kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde rüzgârların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağa- matını ve hâkezâ yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalplere hüzünleri ve Rabbânî aşkları intiba ettirmekle kalpleri, ruhları, nuranî âlemlere götürür, pek garip misalî levhaları göstermekle o ruhları ve kalpleri lezzetlere, zevklere gark eder."
Kâinatın zikir halkaları ve insan
Kainat iç içe geçmiş zikir halkaları halinde tasvir eden bu âyet, insanın önüne, sonsuza kadar uzanıp gidecek bir gelişim ufku açıyor. Zira burada tasvir edilen tek bir çiçek, bir taş, bir ağaç veya bir küçük bahçe değil, gökleri ve yeri ile uçsuz bucaksız varlık âlemleridir.
Bu âlemlerden bizim görebildiğimiz kısmı, bir tarafta milyarlarca ışık yılı uzaklara, diğer tarafta da atom-altı parçacıkların derinliklerine kadar uzanıyor.
Sürekli faaliyetler içinde çalkalanan, halden hale giren ve birbirleriyle akıllara durgunluk verecek derecede karmaşık ilişkiler içinde bulunan bu âlemlerin her köşesinde, her an İlâhî isimlerin çeşit çeşit tecellileri yankılanır. Orada canlı ile cansız, en küçük ile en büyük, maddî olan ile manevî olan herşey birbiriyle el ele verir, Onu zikreder, Ona hamd eder, Onun isimlerini okur.
Bir ağaç dolusu kuşun cıvıl cıvıl tesbihatını dinlemeye doyamayan insan, acaba tüm kâinattaki varlık tabakalarının zikir ve tesbihlerini görecek veya işitecek olsa neler hisseder?
İşte bu bir marifet meydanıdır ki, insanı, bütün yeteneklerini seferber etmeye çağırır. Eğer insan bu çağrıya fikriyle, hayaliyle, aklıyla, kalbiyle, maddî ve manevî tüm varlığıyla cevap verecek olursa, ömrünün her gününde keşfedilecek yeni âlemler, kat edilecek mertebeler bulabilir. Böylece, bütün bir hayat, kâinat sayfalarındaki zikir ve teşbihleri okumakla geçer de yine okunacaklar bitmez, yine okunanlara doyulmaz.
Bu durum, insanın yaratılışına, hattâ kâinatın da yaratılışına ışık tutuyor. Eğer kâinat anlamlı ve sanatlı bir kitap olarak yazılmışsa, insan da onun anlamlarını çözecek ve sanatlarındaki incelikleri kavrayacak bir okuyucu olarak yaratılmıştır. Bundan başka hiçbir amaç, onun böylesine üstün yeteneklerle donatılmış olmasını açıklayamaz.
Gelin, görün ki, insanlardan pek azı bu yaratılış sırrını kavramakta ve ona uygun bir şekilde hayatını değerlendirmektedir. Geri kalan büyük çoğunluk ise, sadece kendisinin değil, kâinatın da yaratılış amacına ters düşecek şekilde hayatını ve yeteneklerini heba edip gitmektedir. Bu ise bütün âlemleri kuşatan İlâhî hikmete bütün bütün zıt bir durumdur.
Tüm kâinat, en ücra zerrelerine, en cansız ve bilinçsiz varlıklarına varıncaya kadar her şeyiyle Yer ve Gökler Rabbini zikretsin de, varlıkların en üstünü olarak yaratılan ve kâinat kitabını okuyup ona tercümanlık yapacak yeteneklerle donatılan insan, kendisinden bekleneni yerine getirmesin, bir gaflet ve ihmal içinde ömrünü tüketip gitsin, bununla da yetinmeyip Âlemlerin Rabbine kulluk yerine inkâr ve isyan ile karşılık versin… Bu durumu açıklamak kolay olmadığı gibi, Allah'ın böyle bir duruma izin vermesini açıklamak da hiç kolay görünmüyor.
Ayetin son cümlesinde, işte bu zor sualin cevabı var.
“O hilim sahibidir” diyor ayet. Yani, kullarının isyan ve inkârlarına karşı cezada acele etmez, onları nimetlendirmeye devam eder, hatalarından dönmeleri için fırsat üstüne fırsat yaratır, bu arada şefkat ve merhametinden bir şey eksiltmez.
Eğer kul bu fırsatlardan birini olsun değerlendirip de Rabbine karşı kusurunu itiraf edecek ve Ondan af dileyecek olursa, Onu çok bağışlayıcı bulacaktır ki, ayetin son kelimesinde işte bu müjde veriliyor.
Evet, kâinatın bütün varlıklarıyla Allah'ı övüp Onu tesbih ettiği, Onun isimlerini zikrettiği gibi, insanın ihmaline rağmen şu muhteşem düzenin devam edişi de yine Onun Halim ve Gafur isimlerini okutuyor.
Ve insanı, bu isimlere sığınarak kurtuluşa ermeye çağırıyor.
Ümit Şimşek