Sıkıntıdan patlıyordu. Oturduğu sandalyeden kalktı, biraz gezindi. Elindeki tespihi sıkıntıyla çeviriyordu. Sigara dumanıyla karışık ter kokusu midesini bulandırdı. Yüz hatları gerildi, saçları ağarmış, alnında derin çizgiler, esmer tenli...
"Şu adam deli edecek beni, ya sabır ya sabır" diye söylendi. Kime öfkelendiği bakışlarından belliydi. Yan masadaki adam, bağıra bağıra konuşuyordu. Küfürler, yeminler... Şapkalı adamın iki kelimesinden biri yemindi. Tesbihini avucunda sıktı. Yan masadaki şapkalı adama öfkeli bir bakış fırlattı. "Yalan söylüyorsun be, yalan" dedi. Kimse duymadı. Kimse dönüp de bakmadı. Üstüne bir ağırlık çökmüştü. Sandalyesini masaya doğru yaklaştırdı. Başını masanın üzerine bırakıverdi. Göz kapakları yavaşça kapandı. Artık sesleri duymuyordu. Tespih bir süre parmağında asılı durdu. Sonra parmakları gevşedi, tespih yere düştü. Yan masadakiler konuşmağa devam ediyorlardı. Şapkalı adam: "Kerim uyumuş baylar" diye seslendi. Aynı anda Kerim'e doğru baktılar. Garson "Bırakın kardeşim, dertli bir hali var uyusun" dedi. Kimse uyandırmadı. "Çaylar taze haydi çaylar..." Günün son ışıkları... Sokaktaki çocuklar oynamayı bırakmışlar, evlerine doğru koşuyorlardı. Kavak ağaçlarının hışırtısı... Allah boy vermiş bu ağaca, uzadıkça uzar. Kavak ağaçlarının hemen yanında dalları neredeyse yere değen iki söğüt ağacı... Toprak yol, bahçe duvarları, çiçek kokuları... Yorgun argın işten dönenler ve büyüyen bir sessizlik. Kadınlar şimdi yemek hazırlama telaşındalar. Artık kuşlar da görünmez oldu. Garson temizlik yapmaya başlamıştı. "Kerim... Kerimmm... Kalk kardeşim akşam oldu" diye bağırdı. Baktı, Kerim'in uyanacağı yok, koşarak yanına geldi, dürtmeye başladı. "Kalk yahu uyan". Kerim yavaşça başını kaldırdı. Gözlerini kırpıştırdı. "Ne oldu be, neredeyim?" Garson hiç oralı olmadı, sağına soluna baktı. "Gitmişler" diye söylendi. Tesbihim diyerek masanın altına baktı. Tespihini hemen yerden alıp, tozlarını sildi, iyice parlattı. "Uyumuşum, hem de iyi uyumuşum" diyerek ayağa kalktı. Sendeledi, düşeyazdı. Bir adam türkü söyleyerek bahçelere doğru yürüyordu. "Bir çift turna gördüm durur dallarda
Seversen mevlayı kalma yollarda
Sizi bekleyen var bizim ellerde
Bizim ele doğru gidin turnalar" Bir süre sonra, türkü söyleyen adam karanlıkta kayboldu. Sesi duyulmaz olmuştu. Kerim çay parasını ödeyip dışarı çıktı. "Şu gömleğin düğmesini dikemedim gitti be." Halini düşündü. Yüzündeki çizgiler derinleşti, birden kaşlar çatıldı. Elini saçına götürüp yolar gibi çekti. Sakalını sıvazladı. Sakalı diken gibi. Hafiften bir yel esiyordu. Elini boşluğa doğru savurarak: "Bekleyenim yok ki..." dedi, sözün devamını getiremedi. Kimsesizliği yüreğine bıçak gibi oturmuştu. Ağır ağır yürüyordu. Böyle zamanlarda söylediği türküyü hatırladı. Nefeslendi ve yanık bir sesle söylemeye başladı. Şu dünyanın vefasını görmedim
Geçti cahil ömrüm bir murada ermedim
Eller gibi demi devran sürmedim
Vurdu felek kırdı kollarımı dalında
Nerelere gidem arzedeyim halimi" Gökte sayısız yıldızlar, ay dolunay olmaya yakın. Ayakları bağlanmış gibi yürüyemez oldu. "Şimdi o evde tek başıma... Boşveerr." Yolun kenarındaki büyük taşı gördü. Yaklaştı ve yavaşça oturdu. Hızla yaklaşan bir taksi... Farlar gözünü kamaştırdı. Tozu dumana katarak hızla yanından geçti. Giden taksinin ardından bakakaldı. "İşte yine akşam... Herkes evinde, ben sokaktayım. Başıboş, gayesiz dolaşıyorum. Ne olacak benim halim?" dedi. Elini yumruk yaptı. Kısık bir sesle "Başıboş, gayesiz" diye söylendi. Cebindeki tespihi çıkarıp dizinin üzerine bıraktı. "Bu tespihi sabahtan akşama kadar çevirip duruyorum. Sıkıntımı dindirir sanmıştım. Parmaklarım uyuşmuş ama nafile..." Sakalını sıvazladı. Derin bir nefes alıp yıldızlara baktı. Birden anasını hatırladı. Hüzünlü bir sesle "On sene olmuş tam on sene... Zaman ne çabuk geçiyor" dedi. Gözleri yaşardı. Dizinin üstündeki tespih kayıp yere düştü. Bir gün anası: "Oğlum benden sana yadigar olsun; al bu tespihi sakla, aman kaybetme, hem bu tespihin püskülünde Hicaz kokusu var" demişti. Daha dün gibi hatırlıyordu. "Anamın da tespihi vardı ama mutluydu... Gözleri gülerdi. Elinde tespihi, önünde seccadesi..." Uzandı tespihini aldı. Kulağında sesler çınlı yordu. Âşina olduğu sesler "Sübhanallah... Elhamdulillah... Allahuekber..." İçi içine sığmıyordu. Ay dolunay olmaya yakın. Tespihini gözüne doğru yaklaştırıp: "İki tespih var, biri başıboş, gayesiz, biri de rahmetli anamın Hicaz kokulu tespihi..." dedi. Yüzünde bir tebessüm... Tespihin imamesinden tutup salladı. "Asıl gayesiz olan benim, başıboş olan benim" diye söylendi. Vakit iyice ilerlemişti. "Yarın erken kalkmalıyım." Sözünü bitirmeden kalktı ve evine doğru hızla yürümeye başladı. Bir eli cebindeki tespihte... Yürüdükçe içini açan serinlik, ayışığı, sessizlik... Parmağı imameyi kavradı. Yanık bir sesle "Allah" dedi. Gözleri ışıl ışıl... Yeniden doğmuş gibiydi.
Murat Soyak
"Şu adam deli edecek beni, ya sabır ya sabır" diye söylendi. Kime öfkelendiği bakışlarından belliydi. Yan masadaki adam, bağıra bağıra konuşuyordu. Küfürler, yeminler... Şapkalı adamın iki kelimesinden biri yemindi. Tesbihini avucunda sıktı. Yan masadaki şapkalı adama öfkeli bir bakış fırlattı. "Yalan söylüyorsun be, yalan" dedi. Kimse duymadı. Kimse dönüp de bakmadı. Üstüne bir ağırlık çökmüştü. Sandalyesini masaya doğru yaklaştırdı. Başını masanın üzerine bırakıverdi. Göz kapakları yavaşça kapandı. Artık sesleri duymuyordu. Tespih bir süre parmağında asılı durdu. Sonra parmakları gevşedi, tespih yere düştü. Yan masadakiler konuşmağa devam ediyorlardı. Şapkalı adam: "Kerim uyumuş baylar" diye seslendi. Aynı anda Kerim'e doğru baktılar. Garson "Bırakın kardeşim, dertli bir hali var uyusun" dedi. Kimse uyandırmadı. "Çaylar taze haydi çaylar..." Günün son ışıkları... Sokaktaki çocuklar oynamayı bırakmışlar, evlerine doğru koşuyorlardı. Kavak ağaçlarının hışırtısı... Allah boy vermiş bu ağaca, uzadıkça uzar. Kavak ağaçlarının hemen yanında dalları neredeyse yere değen iki söğüt ağacı... Toprak yol, bahçe duvarları, çiçek kokuları... Yorgun argın işten dönenler ve büyüyen bir sessizlik. Kadınlar şimdi yemek hazırlama telaşındalar. Artık kuşlar da görünmez oldu. Garson temizlik yapmaya başlamıştı. "Kerim... Kerimmm... Kalk kardeşim akşam oldu" diye bağırdı. Baktı, Kerim'in uyanacağı yok, koşarak yanına geldi, dürtmeye başladı. "Kalk yahu uyan". Kerim yavaşça başını kaldırdı. Gözlerini kırpıştırdı. "Ne oldu be, neredeyim?" Garson hiç oralı olmadı, sağına soluna baktı. "Gitmişler" diye söylendi. Tesbihim diyerek masanın altına baktı. Tespihini hemen yerden alıp, tozlarını sildi, iyice parlattı. "Uyumuşum, hem de iyi uyumuşum" diyerek ayağa kalktı. Sendeledi, düşeyazdı. Bir adam türkü söyleyerek bahçelere doğru yürüyordu. "Bir çift turna gördüm durur dallarda
Seversen mevlayı kalma yollarda
Sizi bekleyen var bizim ellerde
Bizim ele doğru gidin turnalar" Bir süre sonra, türkü söyleyen adam karanlıkta kayboldu. Sesi duyulmaz olmuştu. Kerim çay parasını ödeyip dışarı çıktı. "Şu gömleğin düğmesini dikemedim gitti be." Halini düşündü. Yüzündeki çizgiler derinleşti, birden kaşlar çatıldı. Elini saçına götürüp yolar gibi çekti. Sakalını sıvazladı. Sakalı diken gibi. Hafiften bir yel esiyordu. Elini boşluğa doğru savurarak: "Bekleyenim yok ki..." dedi, sözün devamını getiremedi. Kimsesizliği yüreğine bıçak gibi oturmuştu. Ağır ağır yürüyordu. Böyle zamanlarda söylediği türküyü hatırladı. Nefeslendi ve yanık bir sesle söylemeye başladı. Şu dünyanın vefasını görmedim
Geçti cahil ömrüm bir murada ermedim
Eller gibi demi devran sürmedim
Vurdu felek kırdı kollarımı dalında
Nerelere gidem arzedeyim halimi" Gökte sayısız yıldızlar, ay dolunay olmaya yakın. Ayakları bağlanmış gibi yürüyemez oldu. "Şimdi o evde tek başıma... Boşveerr." Yolun kenarındaki büyük taşı gördü. Yaklaştı ve yavaşça oturdu. Hızla yaklaşan bir taksi... Farlar gözünü kamaştırdı. Tozu dumana katarak hızla yanından geçti. Giden taksinin ardından bakakaldı. "İşte yine akşam... Herkes evinde, ben sokaktayım. Başıboş, gayesiz dolaşıyorum. Ne olacak benim halim?" dedi. Elini yumruk yaptı. Kısık bir sesle "Başıboş, gayesiz" diye söylendi. Cebindeki tespihi çıkarıp dizinin üzerine bıraktı. "Bu tespihi sabahtan akşama kadar çevirip duruyorum. Sıkıntımı dindirir sanmıştım. Parmaklarım uyuşmuş ama nafile..." Sakalını sıvazladı. Derin bir nefes alıp yıldızlara baktı. Birden anasını hatırladı. Hüzünlü bir sesle "On sene olmuş tam on sene... Zaman ne çabuk geçiyor" dedi. Gözleri yaşardı. Dizinin üstündeki tespih kayıp yere düştü. Bir gün anası: "Oğlum benden sana yadigar olsun; al bu tespihi sakla, aman kaybetme, hem bu tespihin püskülünde Hicaz kokusu var" demişti. Daha dün gibi hatırlıyordu. "Anamın da tespihi vardı ama mutluydu... Gözleri gülerdi. Elinde tespihi, önünde seccadesi..." Uzandı tespihini aldı. Kulağında sesler çınlı yordu. Âşina olduğu sesler "Sübhanallah... Elhamdulillah... Allahuekber..." İçi içine sığmıyordu. Ay dolunay olmaya yakın. Tespihini gözüne doğru yaklaştırıp: "İki tespih var, biri başıboş, gayesiz, biri de rahmetli anamın Hicaz kokulu tespihi..." dedi. Yüzünde bir tebessüm... Tespihin imamesinden tutup salladı. "Asıl gayesiz olan benim, başıboş olan benim" diye söylendi. Vakit iyice ilerlemişti. "Yarın erken kalkmalıyım." Sözünü bitirmeden kalktı ve evine doğru hızla yürümeye başladı. Bir eli cebindeki tespihte... Yürüdükçe içini açan serinlik, ayışığı, sessizlik... Parmağı imameyi kavradı. Yanık bir sesle "Allah" dedi. Gözleri ışıl ışıl... Yeniden doğmuş gibiydi.
Murat Soyak