Tevhid ve sıfat ilmi ...

Turab3

Well-known member
DİNİN TARİFİ
96 Allahû Teâla (cc) tarafından vahiy yolu ile indirilen, peygamberler tarafından tebliğ edilen, insanların dünyada ve ahirette kurtuluşuna vesile olan itikadi ve ameli nizama din denilir.. Bu tarif, Hz. Adem (as) beri devam eden ve Allahû Teâla'nın (cc) katında yegane din olan İslâm'ın mahiyetini ifade eder.
97 Cahiliyye döneminde Araplar din kelimesini, dünya görüşü, örf ve adet manasına kullanıyorlardı.(1) Her kabilenin örf ve adetlerini çok iyi bilen bir tağutu vardı ve kabile ferdleri ihtilaf halinde bu tağutunn huzurunda muhakeme oluyorlardı.(2) Ayrıca kırk yaşını doldurmuş ve belli vasıflara haiz olan kimseler "Darû'n Nedve'de"(3) toplanarak, bütün Arap kabilelerini bağlayıcı kanunlar çıkarıyorlardı. Dolayısıyla "Darû'n Nedve"; bir şehir parlamentosu mahiyetini taşıyordu.
98 Kur'an-ı Kerim'de "Din" kelimesi değişik manalarda kullanılmıştır. Fatiha Sûresi'nin üçüncü Ayet-i Kerimesi'nde geçen "Yevmi'd-Din" (Din günü) terkibindeki din kelimesi; muhasebe, ceza ve hesap manasınadır.(4) En Nûr Sûresi'nin ikinci Ayet-i Kerimesi'nde geçen "Fi dinillâhi" terkibinde ise; Allahû Teâla (cc)'nın hududları ve hükmü manasına kullanılmıştır.(5) Yine "Fitneden eser kalmayıncaya, din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına hiç bir husumet yoktur" (El Bakara Sûresi: 193) Ayet-i Kerimesinde "Din" kelimesi, hüküm koyma ve şeriat manalarına gelmektedir. Müfessirler bu Ayet-i Kerime'de geçen fitneden kasdın küfrün fesadı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Dolayısıyla yeryüzünde kafirlerin fesadından eser kalmayıncaya kadar cihad etmek emrolunmuştur.
99 Kur'an-ı Kerim, Resûl-i Ekrem (sav)'in sünneti ve Sahabe-i Kiram'ın icmaı ile sabit olan husus şudur: "Allahû Teâla (cc)'nın vahiy yoluyla indirdiği hükümlerin tamamına "Din" adı verilir. Peygamberler; Allahû Teâla (cc)'nın hükümlerini dosdoğru olarak insanlara tebliğ etmişlerdir.
DİNLERİN SINIFLANDIRILMASI
100 Kur'an-ı Kerim'de: "Andolsun ki, biz her kavme "Allah'a ibadet edin, Tağut'a kulluk etmekten kaçının" diye (Tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir"(6) buyurulmaktadır. Esasen Hz. Adem (as)'den itibaren bütün peygemberler insanları "Allahû Teâla (cc)'ya iman ve ibadet etmeye" davet etmişlerdir. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Peygamberler babaları bir kardeşler gibidirler, dinleri birdir"(7) buyurduğu sabittir. Dolayısıyla İslâm dini; ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem (as)'le birlikte başlamıştır. Dinleri sınıflandırırken, kat'i haberlerle (Nass'la) sabit olan hakikati esas almamız gerekir. Dolayısıyle filozofların veya sosyologların yaptığı hiçbir tasnif, hakikatin ifadesi değildir. Zanna dayanan tasniflerdir.
101 Bütün peygamberler insanları İslâm'a davet etmişlerdir.Bu hakikat, nass ile sabittir. Hz. Nuh (as)'un kavmine: "Şayet (davetimden, tebliğimi kabulden) yüz çevirirseniz, ben sizden bir ücret istemedim. Benim ücretim Allahû Teâla (cc)'dan başkasına ait değildir. Ben MÜSLÜMANLARDAN olmakla emrolundum"(8) şeklinde hitap etmiştir. Hz. Yakub (as)'un oğullarına: "Ey Oğullarım, Allah sizin için İslâm dinini beğenip seçti, o halde siz de ancak müslümanlar olarak can verin"(9) şeklinde nasihat ettigi sabittir. Hz. Musa (as)'ın kavmine: "Ey kavmim, eğer siz gerçekten Allah'a iman ettiyseniz, O'na samimi olarak teslim olmuş MÜSLÜMANLAR iseniz, artık O'na (Allah'a) güvenip dayanınız"(10) tebliğini yapmıştır. Hz. İsa (as)'ın havarilerinin kendisine hitaben: "... Biz Allah'ın (Dininin) yardımcılarıyız. Sen şahid ol ki (Ey İsa) biz hiç şüphesiz MÜSLÜMANLARIZ (dediler)"(11) mealindeki itirafları meseleye açıklık getirmektedir.
102 Kur'an-ı Kerim'de bütün peygamberlerin insanları; hevâlarına muhalefet edip, Allahû Teâla (cc)'ya teslim olmaya davet ettikleri haber verilmiştir. Bu peygamberlerin bir kısmının mücadelesi Kur'an-ı Kerim'de haber verilmiş, bir kısmının mücadelesi ise zikredilmemiştir. Her kavme; kendi içlerinden ve kendi dilleriyle konuşan peygamberler gönderilmesi Allahû Teâla (cc)'nın bir lütfûdur.(12) Resûl-i Ekrem (sav)'e peygamberlerin sayısı sorulunca: "Yüz yirmi dört bindir. Bunlardan üçyüzonüçü resûldür. Bunların ilki Hz. Adem (as), sonuncusu ise benim" cevabını vermiştir. Bu hususta başka rivayetler de mevcuttur. İslâm ulemâsı peygamberlerin sayısını bir noktaya hasretmemek ve umumi olarak bırakmanın daha efdal olduğunda ittifak etmiştir.(13) Zira Kur'an-ı Kerim'de ismi zikredilsin veya zikredilmesin bütün peygamberlere iman etmek farzdır.
103 Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri reddeden, hafife alan veya zamana (çağa) uymadığını söyleyenler; kendi hevâlarını ilâh edinmişlerdir. Aklın hem gerekli, hem yeterli olduğunu savunanların, elbette vahyi kabul etmeleri mümkün değildir. İslâm ulemâsı; Hz. Adem (as)'den günümüze kadar devam eden ve kıyamete kadar devam edecek olan mücadeleyi "El Milel ve'n Nihal" hakikatini dikkate alarak tasnif etmişlerdir. "Milel" vahye dayanan, "Nihal" ise vahyi reddeden zihniyetleri esas alır.(14) Nihal kelimesi,, nıhle'nin çoğuludur. Nıhle; kupkuru zan ve iddia manasınadır. Kat'i bir nassa dayanmayan her iddia ise, son tahlilde "zann" hükmündedir. Her ideoloji; aklın kurallarına dayanan iddia ve zanlardan vücût bulmuştur.
104 Kur'an-ı Kerim'de: "Dinlerin tasnifi" yapılmıştır. Şimdi bununla ilgili hükümleri gündeme getirelim:
"Allah indinde hak din İslâmdır. Kitap verilenler (başka sûretle değil) ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştü. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah hesabı pek çabuk görendir" (Al-i İmran Sûresi: 19) "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan (bu) asla kabul olunmaz ve o ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.(Al-i İmran Sûresi: 85)
"Dinde zorlama yoktur. Hakikat iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim Tağut'u tanımayıp da, Allah'a iman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkı ile işitici ve her şeyi kemali ile bilicidir".(El Bakara Sûresi: 85)
105 Yeryüzündeki insanlar Akaid yönünden iki zümreye ayrılırlar. Birincisi Allahû Teâla (cc)'ya iman eden ve yalnız O'na ibadette bulunanlardır. Yani müslümanlardır.. İkincisi: Allahû Teâla (cc)'yı inkâr eden, hevâlarını esas alan ve Tağut'a kulluk edenlerdir.Yani kâfirlerdir.
106 Kavmi, dili ve rengi ne olursa olsun bütün mü'minler, birbirlerinin kardeşleridirler. Bu kardeşliğin, imana ve velâyet hukukuna dayandığı nass ile sabittir.(15)
107 Dünya görüşleri ve ideolojilere göre kafirler "dehriyye, seneviyye, felâsife, veseniye ve ehl-i kitap" olmak üzere beş sınıfı ayrılırlar..(16) Ancak mahiyet olarak tek bir millettirler.(17) Beş sınıfı iki kategoride incelemek mümkünür. Birincisi: Kitapları olmayan kafirler (dehriyye, seneviyye, felâsife ve veseniyye) ikincisi: Ehl-i kitap olan kafirler.
108 Allahû Teâla (cc) kendilerine kitaptan bir nasib verildiği halde küfre sapanları lanetlediğini haber vermiştir: "Bakmadın mı şu kendilerine kitabtan biraz nasib verilenlere!.. Kendileri Cibt'e ve Tağut'a inanıyorlar, diğer küfredenler için de: "- Bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır" diyorlar. Bunlar Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse ona hakiki hiçbir yardımcı bulamazsın."(18)
109 İmam-ı Şafii (rha) Cibt'e ve Tağut'a inanan ehl-i kitab'ın halini şu şekilde izah ediyor: "Ehl-i Kitap, kendilerine indirilen ahkâmı değiştirmişler ve Allahû Teâla (cc)'ya küfreder duruma gelmişlerdi. Hem kendi yanlarından çıkardıkları (dilleriyle düzdükleri) yalanı uyguluyorlar, hem Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri kendi yalanlarıyla karıştırıyorlardı."(19)
110 Zebûr, Tevrat ve İncil; Allahû Teâla (cc) tarafından inzal buyurulan kitaplardandır. Heva ve heveslerine kapılanlar; bu kitapların hükümlerini tahrif ederek küfre düşmüşlerdir. Bunların dinlerine muharref dinler de denilmiştir.
111 Avrupada eski Yunan felsefesinin ve Hellenist kültürün yeniden tarih sahnesine çıkması sonucunda "Rönesans" diye isimlendirilen olay gündeme girmiştir.(20) Feodal zorbalığın ve engizisyon mantığının koruyucusu olan katolik mezhebi; papaz Martin Luther'in 1529 yılında yayınladığı protesto ile birlikte büyük bir sarsıntı geçirmiş ve "Din'de Reform" hareketi hızlanmıştır.(21) Bu iki büyük olay; gerek Tevrat'a inanan Yahudiler, gerekse İncil'e inanan Hristiyanlar arasında yepyeni fikri akımların çıkmasına sebep olmuştur. Nitekim Dawson'un şu itirafı meseleye açıklık getirmektedir: "Hellenizm'i bir yana bırakacak olursak, ne batı medeniyeti, ne Avrupa insanı düşüncesinin doğması mümkün değildir."(22) Klasik Hellenizm; M.Ö. IV ve V.nci yüzyılda eski Yunan şehirlerinde gelişen "Yunan felsefesi ve kültürü" demektir. Bilindiği gibi eski Yunan kültüründe; nitelikleri, yetkileri ve hünerleriyle tıpa tıp insana benzeyen binlerce ilah mevcuddur. Bir Yunan tarihçisi "Bu insan özellikleri taşıyan ilahları Homeros'la, Hesiodos yaratmıştır" diyor.(23) İnsanın kendi hevâsını ilah edinmesi Hellenist kültürün temelini teşkil etmektedir. Modern batı medeniyeti (Çağdaş uygarlık); temelde "Hellenizm'e" dayandığı için, insanların birbirlerini ve kendilerini ilah edinmeleri sonucunu ortaya çıkarmıştır.
112 Müslüman olan ve Abdülvahid Yahya ismini alan Rene Guenon'un şu tesbiti, aydınlanma felsefesinin keyfiyetini orteya koymaktadır: "Modern Batı'nın Hristiyan olduğu söylenir, ama bu yanlıştır. Modern tavır temelde din düşmanı olduğu için, Hristiyanlığa da düşmandır"(24) Aydınlanma felsefesi; aklı hem gerekli, hem yeterli bulan ve dini ferdin vicdanına hapseden bir dünya görüşüdür. İnsanlar arasındaki münasebetlerin, akla ve bilime göre düzenlenmesini esas almıştır. Aydınlanma Felsefesi'nde; akla, insanların ihtiyaçlarına ve maslahatlarına uygun hükümler bulunsa bile, Allahû Teâla (cc) tarafından vahiy yoluyla indirilmediği sabittir. Herhangi bir muharref kitaba da dayanmadığı için, tıpkı felâsife, dehriyye ve veseniyye gibi sonuçlara varmıştır. Çağımızdaki fitne ve fesadın kaynağı budur.
İMAN NEDİR?
113 Önce kelime üzerinde duralım. Arapça mütehassısları; iman kelimesinin "emn" veya "eman" kökünden türemiş bir mastar olduğu hususunda müttefiktirler.(25) Lugat manası: Doğrulamak, tasdik etmek veya bir kimseye yahud da bir şeye inanıp güvenmek demektir.(26) İmanın türkçe karşılığı olan "inanmak" kelimesinde de aynı mahiyeti sezmek mümkündür. İslâmi ıstılâhta iman; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri kalben tasdik etmektir. Yani Resûl-i Ekrem (sav)'in; Allahû Teâla (cc)'nın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin hepsini kat'i olarak tasdik etmek ve bunu ikrar etmektir.
İMAN'IN RÜKÜNLERİ
114 İman yalnız kalben tasdik midir, yoksa ikrarla beraber kalbî tasdik midir? suali çerçevesinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. İbn-i Abidin "Hanefilerin ekserisine göre; tasdikle beraber ikrardır. Muhakkıklara göre yalnız tasdiktir. İkrar ise dünya ahkamının icrası için şarttır. İkrarı imanın rüknü kabul etmeyenler şunun üzerinde ittifak etmişlerdir. Kalbiyle tasdik eden kimseden her ne zaman diliyle ikrar etmesi istenirse, ikrar etmesinin lazım olduğuna inanmalıdır"(27) hükmünü zikreder. İmam-ı Azam'a (rha) göre; gerçek iman kalbî tasdikten ibarettir. (28) Zira dil ile ikrar ettikleri halde, kalben tasdik etmeyen münafıklar, kafir hükmündedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki kendileri iman etmiş olmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler. Halbuki onlar inanıcı (insan)lar değildir."(29) Yine "Ey Peygamber, kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla "inandık" diyenlerle, yahudilerden o küfür içinde (alabildiğine) koşuşanlar seni mahzun etmesin"(30) buyurulmuştur. Dikkat edilirse, bu Ayet-i Kerimelerde; dilleriyle inandıklarını iddia eden, fakat kalbî tasdik bulunmayan kimselerin hali izah edilmiştir.(31)
115 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "İnsanlar "Allah (cc)'dan başka ilah yoktur" deyinceye kadar (onlarla) cihada memur oldum. Şimdi her kim "Allah (cc)'dan başka ilah yoktur" derse canını ve malını benden korumuş olur. Ancak hakkı ile olursa (yani kalben de tasdik ederse) ne ala!... Aksi durumda (Sadece dille söyler, kalben inanmazsa) hesabı Allahû Teâla (cc)'ya kalmıştır"(32) buyurduğu bilinmektedir. İmam-ı Muhammed (rha) bu Hadis-i Şerifi zikrettikten sonra: "Netice olarak bir kimse malum olan şirk itikadının hilafı olan tevhidi ikrar ettiği zaman İslâm'a girişine hükmolunur. Çünkü gerçek itikadını (Kalbi durumunu) tesbit etme imkanımız yoktur. Neyi ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz"(33) demektedir. Sonuç olarak; imanın asli rüknü kalbi tasdiktir. İslâmî bütün hükümleri kalben tasdik eden kimse mü'mindir. Dünya ahkâmının icrası açısından zaruri olan rüknü ise; dil ile ikrar etmektir. Eğer bir kimse kalben tasdik eder; bu tasdiki dili ile ikrar etmezse, hali insanlarca meçhul kalır. Tabii dil ile ikrar için herhangi bir ehliyet arızası (Dilsiz olma veya ikrah-ı Mülci gibi) bulunmamalıdır.
İMAN İLE AMEL ARASINDAKİ MÜNASEBET
116 Ehl-i Sünnet'in müctehid imamları; imanın bir bütün olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İman, amelden bir cüz değildir. İmam-ı Azam Ebû Hanife "El Vasiyye" isimli eserinde: "Sonra amel imandan, iman da amelden başkadır. Çünkü çoğu zaman mü'minden amel yapma mükellefiyeti kalkabilir. Amel kalktığı zaman, iman da kalkar denilmesi caiz değildir. Zira hayız halindeki bir kadından; o hal içerisinde iken, namaz kalkar. Böyle bir kadın için iman da kendisinden kalkar diyemeyiz. Yahut kendisine imanı da terketmesi emredilir denilemez. Yine fakire zekat yoktur denilir, fakat fakire iman gerekli değildir denilemez. Eğer iman amelden bir parça olsaydı, amelin düştüğü hallerde imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir"(34) diyerek, bu inceliği ifade etmiştir.
117 Kur'an-ı Kerim'de: "Kim Allah'a iman eder ve salih ameller (ve hareketler) de bulunursa (Allah) onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar"(35) buyurulmaktadır. Burada Allahû Teâla (cc) imanı amelden ayırmış ve insana amelden ayrı olarak mü'min demiştir. Ayrıca Ayet-i Kerime'de "Salih amel işleyen" cümlesi, "İman eden" cümlesine atfedilmiştir. Arapça gramerinde; ancak ayrı manada olan şeyler birbirine atfedilir. Binaenaleyh ayette geçen imandan maksad, kalb ile tasdiktir. Bundan başka amelin imana dahil olduğu kabul edildiği takdirde, amelle ilgili hükümlerde olduğu gibi, iman esaslarında da neshin caiz olması gerekirdi. Oysa imanla ilgili konularda böyle bir şeyin sözkonusu edilmesi imkansızdır. Bu da gösteriyor ki, iman ile amel ayrı ayrı şeylerdir.(36)
118 Ancak herhangi bir amelin makbul olabilmesi için iman şarttır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Kim bir mü'min olarak iyi ve güzel amellerde bulunursa o ne artırılmasından, ne eksiltilmesinden endişe etmez"(37) buyurulmuştur. Bu Ayet-i Kerime'de, amelin makbul olabilmesi için imanın şart olduğu belirtilmiştir. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imanda) olamıyacağı aşikardır. O halde iman ve amel ayrı ayrı şeylerdir.
119 İmam-ı Maturidi: "Günah işleyenler günahları sebebiyle imandan çıkmazlar. Çünkü haber-i mütevatirle sabit olan husus, büyük günahların bağışlanma ihtimalinin bulunduğudur. Büyüğü bağışlanınca, küçüğünün bağışlanma ihtimali daha evladır"(38) hükmünü zikrediyor. Aliyyü'l Kari: "Ne kadar büyük olursa olsun, helal olduğuna inanmadıkça hiçbir müslümanı, işlediği herhangi bir günah sebebiyle tekfir etmeyiz"(39) demektedir. Bütün bunlar, iman ile amelin ayrı ayrı şeyler olduğunu göstermektedir.
120 İman kalb ile tasdik olduğu için; hakikati ve mahiyeti fazlalık veya noksanlık kabul etmez. İmam Ömer Nesefi: "Amel ve taatler esas itibarıyla (günbegün, anbean) artış gösterir. Halbuki iman ne artar, ne de eksilir"(40) hükmünü zikreder. Şurası da unutulmamalıdır ki; Allahû Teâla (cc)'ya kulluk ve salih amel hususunda ihlaslı olan kimselerin imanı kuvvetli, bu hususlarda laubalilik gösteren kimsenin imanı zayıf olur. Meselâ; mü'minlerden herhangi bir kimsenin imanı Resûl-i Ekrem (sav)'in veya Hz. Ebu Bekir (ra)'in imanı kadar tahkik ve yakin değildir.(41) Dolayısıylâ İlme'l yakin, Ayne'l yakin ve Hakka'l yakin arasında derece farkları mevcuddur.
İMAN'IN SAHİH VE KABULE ŞAYAN OLMASININ ŞARTLARI
121 İman ölüm döşeğinde iken; yeis ve ümitsizliğe kapılarak vâki olmamalıdır. Kur'an-ı Kerim'de: "Azabımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine faide verecek değildir"(42) buyurulmaktadır. İbn-i Abidin: "Hak olan mezheplere göre, ölüm döşeğinde can çekiştiren kafirin imanı ile, kendilerini yok edecek azabı gördüklerinde iman eden kafirlerin imanı faide vermez"(43) hükmünü zikreder. Tıpkı Fir'avn'ın boğulma anında iman ettiğini ilan etmesi gibi!..
122 Mü'min; Zarûret-i Diniyye'den olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Meselâ bir kimse; Allahû Teâla (cc)'nın varlığına, birliğine, kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe ve peygamberlerine iman ettiğini ikrar etse, ancak Resûl-i Ekrem (sav)'in peygamberliğine inanmadığını beyan etse, böyle bir iman sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzi (Cüzlere ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur'an-ı Kerim'e inandığını beyan eden bir kimse; O'nun herhangi bir Ayet-i Kerime'sini yalanlasa, bu kimse mü'min değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'den olduğu sabit olan herhangi bir Ayet-i Kerime'yi inkâr etmek küfürdür.(44) Bu noktada: "- Efendim çoğuna inanıyor ya?" diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur'an-ı Kerim; Allahû Teâla (cc) katından Cebrail vasıtasıyla ve vahiy yoluyla indirilmiştir. Bir Ayet-i Kerime'yi yalanlamak; vahyi yalanlamak hükmündedir.
123 İslâmi hükümlerin tamamını tasdik etmek; delâlet-i ve subuti kat'i olan nass'ları hafife almamak, alay etmemek ve eda etme hususunda gayretli olmak da şarttır. Hayatı boyunca iman üzere olan bir kimse, ömrünün sonunda irtidat ederse ebedi azaba müstehak olur. Dolayısıyla mü'minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman ileri-geri herhangi bir söz söylemeden: "Allahû Teâla (cc) ve Resûl-i Ekrem (sav) nasıl bildirmişse öyledir" demelidirler.
İMAN VE İSLÂM
124 "İman" ve "İslâm" kelimelerinin lûgat manaları birbirinden farklıdır. İslâm kelimesi (S-L-M) kökünden gelip; itaat, inkiyad ve bir şeye teslimiyet manalarına gelir. Istılâh'ta ise; "Allahû Teâla (cc)'ya teslim olmak Resûl-i Ekrem (sav)'in din hususunda bildirmiş olduğu haber ve hükümleri kabul etmek" demektir. İmam-ı Maturidi: "Bize göre iman ile İslâm, her ne kadar lûgat ve lafız itibariyle manaları aynı değil ise de; kendileriyle murad edilen mahiyet incelendiğinde aynı olduğu görülür."(45) buyurmaktadır. Esasen İslâmiyetin şartlarından bir kısmını inkâr eden kimse, imandan da çıkmıştır. Keza iman esaslarından bazılarını kabul etmek sûretiyle imandan çıkan kimse, İslâmiyetten uzaklaşmış ve kâfir olmuştur.
125 Nureddin Es-Sabûni bu konuda şunları zikretmektedir: "İman ve İslâm terimleri biz ehl-i Sünnet'e göre aynıdır. Zevahir ulemasına göre ise ayrı ayrı şeylerdir. Ehl-i Sünnet görüşünün isbatı şöyledir. "İman" aziz ve celil olan Allahû Teâla (cc)'yı; haber verdiği emir ve yasaklarında tasdik etmekten ibarettir. "İslâm" ise onun ulûhiyetine boyun eğip itaat eylemektir, bu da ancak onun emir ve nehyini benimsemekle gerçekleşebilir. O halde taşıdıkları hüküm bakımından iman, İslâmdan ayrılamaz ve aralarında mugayeret (birbirine zıtlık) bulunamaz. İman ile İslâm'ın birbirinden ayrı şeyler olduklarını iddia eden kimseye sorulur: "Mü'min olup da müslim olmayan, yahud da müslim olup da mü'min olmayan kimsenin hükmü nedir?" Eğer biri için mevcud olup da, öteki için bulunmayan bir hüküm isbat edilebilirse ne âlâ, aksi takdirde sözünün yanlışlığı ortaya çıkmış olur."(46)
126 İmam-ı Maturidi (rha) İman ve İslâm'ın mahiyet olarak bir olduğunu izah ederken şu kat'i nasslara dayanmaktadır.(47) Kur'an-ı Kerim'in hükümleri incelendiği zaman, mahiyet olarak iman ve İslâm'ın bir olduğu sabit olur. Allahû Teâla (cc): "Ey mü'minler (Yahudi ve Nasrani'ler sizi kendi dinlerine davet ettikleri zaman) deyin ki: Biz Allah'a bize indirilen Kur'an'a, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakûb'a ve torunlarına indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya verilene (Kitaplara) iman ettik. Onlardan hiç birini (Kimine inanmak, kimini inkâr etmek sûretiyle) diğerinden ayırt etmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuşuz"(48) buyurarak, onlara kendisi ile mü'min oldukları İslâm ismini vacip kılmıştır. Yunus sûresinde varid olan kavl-i celilinde Allahû Teâla (cc): "Musa da kavmine şöyle dedi: "- Ey kavmim, eğer siz (gerçekten) Allah'a iman ettiyseniz, O'nun birliğine (ihlasla) teslim olmuş müslimlerseniz artık ancak O'na güvenip dayanın"(49) kavl-i celili de tıpkı onun gibidir. Onları iman ettikleri hususlarla müslüman yapmıştır. Allahû azze ve celle "Onlar İslâm'a girdiklerini senin başına kakıyorlar. (Onlara) de ki: "Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Bilakis sizi imana muvaffak ettiği için size Allah minnet eder, eğer siz (inandık demenizde) sadık kimselerseniz"(50) buyurmakla, imanlarında sadık olanların müslüman olduğunu beyan etmiştir. Meleklerin "Derken orada (Lût (as)'ın memleketinde) mü'minlerden kim varsa çıkardık. (Ki kalan kâfirleri helâk edelim) Fakat orada müslümanlardan bir ev halkından başkasını bulamadık"(51) dediklerini, Allahû Teâla (cc) Kur'an-ı Kerim'inde zikretmiştir. Binaenaleyh Allahû Teâla (cc) müslüman olanları mü'minler olarak vasıflandırmıştır. Yani ayni mahiyette beyan etmiştir. Hakikatte iman ile İslâmın aynı olduğu sabit olmuştur.(52)
127 Hz. Abdullah b. Ömer (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te Resûl-i Ekrem (sav): "İslâm beş şey üzerine bina olunmuştur. (Bu beş şey) "Allah'tan başka ilah yoktur. Hz. Muhammed O'nun elçisidir" demek, (Kelime-i Şehadet getirmek), namaz kılmak, zekât vermek, hacc etmek ve Ramazan orucunu tutmaktır"(53) buyurmuştur. Bu aynı zamanda "İslâm'ın beş şartı" diye isimlendirilmiştir. Hadis-i Şerif'te "Kelime-i Şehadet" getirmek; yani iman, İslâm diye isimlendirilmiştir.
128 Eş'ari ulemâsı; İslâm'ın imandan daha geniş olup, imanı da içine aldığı hususu üzerinde durmuştur. İman'ın manası kalben tasdiktir. İslâm'ın manası ise inkiyad edip, teslim olmaktır. Zarurat-ı Diniyye'yi kat'i olarak tasdik eden bir kimsenin; teslim olandan başka birisi olması mümkün değildir. Ancak her teslim olan, tasdik eden manasına değildir. Nitekim münafıklar zahiren müslüman gibi göründükleri halde, kalben tasdik etmemişlerdir. Eş-Şehristani "İslâm lafzı; hem mü'min, hem münafık için kullanılan müşterek bir lafızdır"(54) demek sûretiyle, bunu gündeme getirmiştir. Ehl-i Sünnet ulemâsı, münafıkların akaid noktasından kâfir olduğu hususunda müttefiktir. Ancak, dil ile inandıklarını ikrar ettikleri için dünyevi ahkâm noktasından, müslüman gibi muamele görürler.
İCMALİ VE TAFSİLİ İMAN
129 Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğ ettiği İslâmî esasların tamamına, hiçbir tafsilat gözetmeden inanmaya "İcmali iman" denir. Bu da Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadet'te ifadesini bulmuştur. "Lâ ilâhe (ilah yoktur), İllâ'llah (Yalnız Allah (cc) vardır) Muhammedü'r-Resûlullah (Muhammed (sav) onun resûlüdür) diyen ve bunu kalbi ile tasdik eden her mükellef, müslümandır. Akil ve baliğ olan her insana; Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadet'te ifadesini bulan icmali imana sahip olmak farzdır.
130 Allahû Teâla (cc)'ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, bunların mahiyetlerini bilerek kat'i olarak iman etmeye "Tafsili iman" denilir.
ALLAHÛ TEÂLA (CC)'YA VE SIFATLARINA İMAN
131 Kâinatın ve onu meydana getiren varlıkların, kendiliklerinden ve tesadüfen meydana gelmiş olmaları imkansızdır. Zira en basitinden tarlada yetişen pamuğun, kendiliğinden eğirilip ip haline gelmesi, daha sonra bu iplerin tesadüfen kumaş haline dönüşmesi mümkün değildir. Boş bir arsada; hiçbir yapı malzemesi veya bunları belli metodlarla bir araya getirecek usta ve benzeri elemanlar bulunmaksızın, kendiliğinden dört başı mamur bir köşkün yükseleceğini beklemek de düşünülemez. Dikkat edilirse âlemdeki her varlık muhtaç durumdadır. Eğer bu varlıklar kendi kendilerini yaratmış olsalardı, herşeyden müstağni olmak, asla muhtaç olmamak hususunda titizlik gösterirlerdi. Kainatta bulunan bütün varlıklar; büyük veya küçük bütün cisimler değişmekte, kendilerine arız olan birtakım hallere göre, bir durumdan diğer bir duruma geçmektedirler. Canlı varlıklar zamanla ölmekte, yerlerini başkaları almaktadır. Kısacası alem ve onu meydana getiren unsurlar, daimi bir değişme içindedirler. Bu hareket ve sükûn kendiliğinden meydana gelemez!.. İmam-ı Matûridi (rha): "Akıl ve duyu organları vasıtasıyla hissedilen varlıklardan her biri ya pistir, ya temizdir, ya küçüktür, ya büyüktür, ya güzeldir, ya çirkindir vs... Bütün bunlar değişme ve zeval bulmanın alametleridir. Fani olma ihtimali bulunan bir şeyin, kendi zatı ile var olması mümkün değildir"(55) buyurmaktadır. Yani bu alem sonradan yaratılmıştır, hadistir. Sadrüddin Taftazani: "Alemin muhdes ve hadis olduğu sabit olmuştur. Malûmdur ki her muhdes için bir muhdis zaruri olarak lazımdır"(56) hükmünü zikreder.
132 Varlığı zatından olan, var olmak için hiçbir şekilde diğer bir şeye muhtaç olmayan, bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh olan, zaruri varlık Allahû Teâla (cc)'dır. Bütün alemleri ibda eden (Yoktan var eden) Allahû Teâla (cc)'dır. O'nun kudret ve azametinin nihayeti yoktur. Bizleri, bizim gördüğümüz ve göremediğimiz alemleri yaratıp, yaşatan ve rızıklandıran yalnız ve yalnız Allahû Teâla (cc)'dır.
133 Kur'an-ı Kerim'de: "Allah hem her şeyi yaratandır, hem de her şeyin üzerinde nigehban (dilediği gibi tasarruf eden) dir"(57) yine En'am Sûresinde: "Allah gökleri ve yeri yoktan var edendir. O'nun nasıl çocuğu olabilir (bu nasıl düşünülebilir?) O'nun bir eşi de yoktur. Her şeyi o yaratmıştır ve O her şeyi hakkı ile bilendir"(58) buyurulmaktadır.
134 Allahû Teâla (cc) zatında birdir. Fakat bu birliği sayı cihetinden değil, ortağı bulunmamak yönündendir.(59) Birliğinin sayı cihetine inhisar etmemesi, kendisinden sonra bir yaratıcının bulunduğu vehmini ortadan kaldırmak içindir. Zira adet manası üzerinde düşünülünce, başka sayılar da akla gelir. Halbuki Allahû Teâla (cc)'nın; zatında, (sıfatında) eşi, benzeri ve ortağı yoktur. "İhlâs Sûresi" nde bu husus açıkça beyan buyurulmuştur: "De ki Allah ehad'dir (Mahiyet'te ve kemal sıfatlarında eşi ve benzeri olmayan bir'dir). Allah kimseye muhtaç değildir, samed'dir (Herşey O'na muhtaçtır, o hiçbir şeye muhtaç değildir). Doğurmamıştır da, doğurulmamıştır da O. Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."(60) Mekke müşrikleri: "- Melekler Allah'ın kızlarıdır" iddiasındaydılar. Allahû Teâla (cc) doğurmamıştır, ifadesiyle onlara reddiyye vardır. Ayrıca Yahûdiler: "- Üzeyr Allah'ın oğludur" itikadında idiler, Nasraniler de: "- Mesih (İsa) Allah'ın oğludur, anası da eşidir" iddiasını ileri sürmüşlerdir. Nitekim bu husus açıkça tasrih olunmuştur: "Yahudiler "Üzeyr Allah'ın oğludur" dedi(ler). Hristiyanlar da "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur" dedi(ler). Bu onların ağızlarıyla (geveledikleri cahilce) sözlerdir ki (bununla güya) daha evvel küfredenlerin sözlerini taklid ediyorlar."(61)
135 Dikkat edilirse; hem herhangi bir kitapları olmayan Mekke müşrikleri, hem de Yahudi ve Hristiyanlar, Allahû Teâla (cc)'ya inandıkları iddiasındadırlar. Ancak Allahû Teâla (cc)'ya; kız ve oğul nisbet etmekle küfre düşmüşlerdir. Zira doğma ve doğurma; bu alemdeki bazı canlıların vasıflarıdır. Doğan ve doğuran bütün canlılar ölümlüdür. Kur'an-ı Kerim'de bütün bu iddialar kat'i olarak çürütülmüştür. Nitekim: "Allah hiçbir evlat edinmemiştir, O'na ortak hiçbir ilah da yoktur. (Öyle olsaydı) Bu takdirde elbette her ilah kendi yarattığını (sürükler) götürür ve elbette kimi kiminin üstüne çıkıp (galebe edip) yükselirdi. Allah onların bütün vasf (u isnad) ettiklerinden (Şirk'lerinden) münezzehtir"(62) buyurulmuştur. Şurası muhakkaktır ki; Allahû Teâla (cc) yarattığı şeylerden hiçbirine benzemez. Bütün noksan sıfatlardan münezzehtir.
136 Kur'an-ı Kerim'de: "Yoksa onlar yeryüzünde birtakım ilahlar edindiler de (Ölüleri) onlar mı diriltecekler?(63) Eğer her ikisinde (Yeryüzünde ve gökyüzünde) Allah'tan başka ilahlar olsaydı, bunların ikisi de (yer ve gök) muhakkak ki harap olup gitmişti. Demek ki arşın rabbi olan Allah, onların vasf (ve isnad) edegeldikleri her şeyden yücedir, münezzehtir."(64) buyurulmaktadır.
137 İslâm uleması'nın "Burhan-ı Temanû" diye isimlendirdikleri bu delil, muteber bütün akaid kitaplarında, bu Ayet-i Kerimelere dayandırılarak izah edilmiştir. Şöyle ki: Eğer ulûhiyyet sıfatıyla muttasıf ve birbirine her bakımdan eşit iki ilah'ın varlığı mümkün görülürse; bir şeyi yaratma hususunda, ya aralarında anlaşıp ittifak ederler veyahutta ihtilafa düşerler. Eğer ittifak ederlerse; bu ya mecburiyetten doğar veya ihtiyari olur. Eğer mecburi bir ittifak söz konusu olursa, her ikisi de acze düşmüş demektir. Aciz olan ise ilah olamaz. Bir şeyi yaratma hususundaki ittifak, ihtiyari olursa, biri diğerine tabi olmuş demektir. Dolayısıyle birisinin diğerine boyun eğmesi de, acizlikle yakından alakalıdır. Yaratma hususunda birbirlerine muhalefet ederlerse, iki ilah arasında savaş başlar. Zira her iki ilahın; birbirine zıt olan irade ve isteklerinin, aynı anda meydana gelmesi mümkün değildir.
138 Akil-baliğ olmuş her insanın, "Allahû Teâla (cc) zat-ı ilahisine layık bütün kemal sıfatlarla muttasıftır, noksan sıfatların hepsinden beridir, münezzehtir" diye ikrarda bulunup, bunu kalbi ile tasdik etmesi farzdır. Buna Allahû Teâla (cc) hakkındaki icmal-i iman denir. Allahû Teâla (cc); dilediğini yaratmak veya yaratmamak, emirlerine isyan edenlere azab etmek veya itaat edenlere mükâfat vermek gibi hususlar, zat-ı ilahi hakkında caizdir. Kur'an-ı Kerim'de: "Rabbin dilediğini yaratır ve dilediğini seçer"(65) buyurulmaktadır. Yine bir Ayet-i Kerime'de: "Ey insanlar!.. Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir"(66) hükmü beyan edilmiştir.
139 İslâm uleması; "Allahû Teâla (cc)'nın mukaddes sıfatlarının hakikatini akılla kavramak mümkün müdür, değil midir?" konusu üzerinde durmuştur.(67) Malûm olduğu üzere Allahû Teâla (cc)'nın "Esmâ-ü'l Hüsna"sı dediğimiz mübarek doksandokuz ismi Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiştir. Tevhid ve sıfat ilmi ile meşgul olan ulema; kat'i nassları esas alarak Allahû Teâla (cc)'nın sıfatlarını izah etmişlerdir. Şurası unutulmamalıdır ki; "Allah" ism-i şerifi; bütün kemal sıfatları ve ilahi vasıfları toplar ve yalnızca O'na delalet eder. Kur'an-ı Kerim'de, 2800 defa zikredilmiştir. Bazı çevreler kasden ve teammüden "Tanrı" lafzını kullanma hususunda inatçılık göstermektedirler. Kur'an-ı Kerim'de ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnet'inde "Tanrı" lafzı geçmez. Türkçe'de "Tan yeri ağardı" deyince, güneşin doğma vaktinin yaklaştığı anlaşılır. Tan yeri, güneşin doğduğu yerdir. Eski Türkler'de Abulcahandan sonra gelişen putperestlik; yer, yeraltı, gök ve güneş gibi "İlâhları" gündeme sokmuştur. Bunların en büyüğü "güneş ilâhı" (yani Tanrı) bilinir. Gerçi ısrarla "Tanrı" kelimesini kullananların kasıtları bu değildir. Fakat yanlışta ısrar etmemek büyük bir fazilettir.
140 Kur'an-ı Kerim'de "Allah (cc)" lafzından sonra; sıfatî isimlerin en mühimi olan "Rabb" ismi şerifi gelir. Bu da Kur'an-ı Kerim'de 960 yerde geçmektedir. Terbiye etmek, büyütmek ve yetiştirmek manalarını ihtiva eden "Rabb" kelimesinin asıl manası; her şeyi derece derece yükselterek, gayesi olan en mükemmele erişinceye kadar terbiye edendir. Daha sonra en çok "Rahman", "Rahim" ve "Mâlik" ismi şerifleri yer alır. Fatihâ Sûresi'nde "Allah" has isminden sonra sıra ile zikredilen: "Rabb, Rahman, Rahim ve Malik" ism-i şeriflerine; Allahû Teâla (cc)'nın "Rububiyyet Sıfatları" adı da verilmektedir.
141 Allahû Teâla (cc)'nın isim ve sıfatları vardır. O'nun hiçbir ismi ve hiçbir sıfatı hadis (yaratılmış) değildir.(68) Allahû Teâla (cc)'nın bütün sıfatları ve isimleri ezelidir, başlangıcı yoktur. Ebedidir, sonu yoktur.
142 Allahû Teâla (cc) kemal ifade eden sıfatlarla vasıflanmıştır. Eksiklik, acz ve devamsızlık belirten şeylerden de münezzehtir.(69) Allahû Teâla (cc)'nın sıfatları ezelde mevcuddur, kullarının sıfatları ise böyle değildir. Meselenin kavranması için bir misal verelim. "Allahû Teâla (cc) görür ve işitir." Fakat bu görme ve işitme; bizim görme ve işitmemizden farklıdır. Zira biz Allahû Teâla (cc)'nın bize bahşetmiş olduğu göz ve kulakla, yani vasıta ile görür ve işitiriz. Eğer bu iki uzvumuz (Allahû Teâla (cc) muhafaza buyursun) görevini yapamaz duruma gelirse, görme ve işitme imkanı kalmaz. Allahû Teâla (cc)'nın görmesi ve işitmesi ise; herhangi bir vasıta ile, veyahutta kâinatta başka bir varlığın yardımı ile değildir. Yine Allahû Teâla (cc) âlim'dir" derken; buradaki ilim ile, kulların ilimleri birbirine karıştırılmamalıdır. Bizler eşyayı; aletler yardımıyla ve zihinlerimizde meydana gelen şekillerle bilebiliriz. Kaldı ki bu husustaki bilgimiz de oldukça sınırlıdır. Allahû Teâla (cc) ise; hiçbir alet ve hiçbir yardımcı olmadan ezeli ve ebedi olan bilgisiyle; eşyanın hakikatini (açık ve gizli olan her halini) bilir.
143 Şimdi kısaca; sıfat-ı Nefsiyye, sıfat-ı Selbiyye ve sıfat-ı Zatiyye üzerinde duralım.
144 Zaman olarak ne kadar geriye gidilirse gidilsin, Allahû Teâla (cc)'nın var olmadığı bir anı düşünmek bile mümkün değildir. Zira Allahû Teâla (cc)'nın varlığı, diğer varlıklar gibi başkasından, başka bir varlık vasıtasıyla olmayıp, vücûdu zatının icabıdır. Nitekim vücûda, zatının icabı olduğu için Allahû Teâla (cc)'ya "Vacibû'l Vücûd" denilmiştir. Bazı ulemâ; vücûd sıfatına "Sıfat-ı Nefsiyye" adını vermişlerdir.
SIFAT-I SELBİYYE:
145 Önce selb kelimesi üzerinde duralım. Selb, nefy ve inkar etmek manasına gelir. Selbi, nefiy ile alakası bulunan demektir. Bu sıfatlara tenzihiye de denilmiştir. Mesela: Vahdaniyet, kesretin; bekâ, faniliğin zıddıdır. Sıfat-ı Selbiyye: "Vahdaniyet, Bekâ, Kıyam bi nefsihi, Kıdem ve Muhalefetü'n li'l havadis" olmak üzere beştir. Şimdi bunları izaha gayret edelim.
VAHDANİYET:
146 Birlik, benzeri olmamak, artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri olmak gibi manaları ifade eden bir sıfattır. Allahû Teâla (cc)'nın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir olması (Ehad), ortağı ve benzerinin bulunmaması demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "De ki, Allah birdir (ehad'dır)" buyurulmuştur.(70) Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "O'nunla (Allah'la) birlikte hiçbir ilâh yoktur"(71) hükmü yer alır. Esasen kelime-i tevhid'de yer alan "Lâ ilâhe illâllah" ibaresi, "ilâh yoktur, ancak Allah vardır" demektir. Hz. Adem (as)'den itibaren bütün peygamberler; insanları tevhid'e davet etmişlerdir. Ancak Allahû Teâla (cc)'yı bilmek; yalnızca "Allah birdir, Allah'dan başka ilâh yoktur" demekle olmaz. Zira tevhid iki temele dayanır. Birincisi: Tevhid'i Ulûhiyyet, İkincisi: Tevhid-i İradi'dir.
Tevhid-i Ulûhiyyet: Allahû Teâla (cc)'yı ilim ve sözle; kemal sıfatlara haiz, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu ikrar etmektir.
Tevhid-i İrâdî: Şeriki ve benzeri olmayan Allahû Teâla (cc)'ya ihlâs ve muhabbetle bağlanmak ve yalnız O'na kulluk etmektir.
Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri çirkin görüp; O'nun hükümlerine mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden Tağut'î güçlere inanan ve onlara boyun eğenler "Lâ ilâhe" (İlâh yoktur) iddiasında bulunamazlar.
BEKAA SIFATI:
147 Allahû Teâla (cc)'nın ebedi olması, yani varlığının sonu olmamasıdır. Kur'an-ı Kerim'de: "Kâinatta herşey fani (yok olucudur) yalnız Celâl ve İkram sahibi olan Rabbin (zatı) bakidir (ebedidir)" buyurulmuştur.(72) Bekaa'nın zıddı "fena"dır, yani bir sonu olmaktır.
KIYAM Bİ-NEFSİHİ:
148 Allahû Teâla (cc)'nın, başka bir zata veya mekana muhtaç olmayarak, zâtı ile kaim olmasıdır. Kur'an-ı Kerim'de: "Şüphe yok ki Allah, bütün alemlerden müstağnidir"(73) buyurulmuştur. Yani bütün alemlere ve ondaki hiçbir şeye muhtaç değildir. Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "Ey insanlar!.. Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değil (müstağni) dir.(74) hükmü beyan edilmiştir.
KIDEM SIFATI:
149 Allahû Teâla (cc)'nın ezeli olması, yani vücûdunun bir başlangıcı bulunmaması demektir. Eğer Allahû Teâla (cc) kadim ve ezeli olmayıp; hadis olsaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtaç olurdu. Halbuki muhtaç olmak, aciz olmayı beraberinde getirir. Aciz olmak ise, Allahû Teâla (cc) için asla tasavvur edilemez. Vücûdu yokken, sonradan yaratılan bir şey, bir yaratıcıya muhtaçtır. Vücûdu kadim, yani zatının muktezası olan varlık ise, hadis olan bir varlık gibi yaratıcıya muhtaç olmaz. Kıdem sıfatının zıddı "Hudus"tur. Kıdem, Allahû Teâla (cc)'nın zatı hakkında vacip olduğundan, zıddı olan hudus aklen mümkün değildir. Bazı kâfirler: "Her şeyi Allahû Teâla (cc) yaratmıştır, peki Allahû Teâla (cc)'yı kim yaratmıştır" diyecek derecede beyinsizlik gösterirler. Halbuki yoktan var etme gücü olan muhtaç değildir. Bu güç de; yalnız ve yalnız Allahû Teâla (cc)'ya mahsustur.
MUHALEFETÜN Lİ'L HAVADİS:
150 Allahû Teâla (cc)'nın muttasıf olduğu sıfatlardan birisi de; zatında ve sıfatlarında hiçbir şeye benzememek ve hiçbir misli bulunmamaktır. Kur'an-ı Kerim'de: "O'nun (Allahû Teâla (cc)'nın) benzeri yoktur. O her şeyi işitici ve görücüdür"(75) buyurulmaktadır. Dolayısıyle Allahû Teâla (cc); insanların, akıl ve duyu organlarıyla tasavvur edebildikleri her şeyden başkadır. Zira akıl ve duyu organları hadis olan (sonradan yaratılmış olan) varlıkları, belli vasıtalarla kavrayabilir. Halbuki Allahû Teâla (cc)'nın, yarattıklarından hiçbir şeye benzemediği kat'i nass'larla sabittir.
SIFAT-I SÜBUTİYE
(Sıfat-ı Meâni): 151 Ehl-i Sünnet ulemâsı: "Allahû Teâla (cc)'nın sübûti sıfatları vardır. Bunlara inanmakla mükellefiz" hükmünde ittifak etmiştir.(76) Sıfat-ı Sübûtiye: "Hayat, ilim, kudret, irade, Sem'i, Basar, Kelâm Binefsihi ve Tekvin olmak üzere sekizdir.
HAYAT:
152 Kur'an-ı Kerim'de: "Ölmek şanından olmayan, daima hayat sahibi olana (Allahû Teâla (cc)'ya) dayan"(77) buyurulmaktadır. Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "Kendinden başka ilâh olmayan Allah (ezeli ve ebedi olan ehad) hayat ile diri, baki (ebedi) ve zatı ile kaimdir"(78) hükmü yer almıştır. Hayat; Allahû Teâla (cc)'dan ayrılmayan bir kemal sıfatıdır, zira vücûd sıfatının kemali, vücûdun diri olmasıyladır. Hayat sıfatının zıddı: "Memat" (yani ölü) demektir. Ölü olmak ise Allahû Teâla (cc) için muhaldir. Zira Allahû Teâla (cc) ölümden münezzehtir. Ezeli ve ebedi hayat sahibi yalnız ve yalnız Allahû Teâla (cc)'dır.
İLİM:
153 Kur'an-ı Kerim'de: "Allah her şeyi en iyi bilendir"(79) buyurulmaktadır. Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "(Allah) Gözlerin hain bakışlarını ve kalblerin gizleyeceği her şeyi bilir"(80) hükmü yer almıştır. Allahû Teâla (cc) kainatta vaki olmuş, olan ve olacak her şeyi (gizli veya aşikâr) daima ve tam olarak bilir. İlmin zıddı: Cehil, gaflet ve unutkanlıktır. Bütün bunlar Allahû Teâla (cc) için muhaldir. Çünkü O'nun ilmi ebedi ve ezelidir. Hiçbir şey Allahû Teâla (cc)'nın ilminin dışında kalamaz.
KUDRET:
154 Kur'an-ı Kerim'de birçok Ayet-i Kerime'de: "Şüphesiz ki Allah her şeye hakkı ile kadirdir"(81) hükmü yer alır. Kudret'in zıddı, acizliktir. Allahû Teâla (cc) bütün noksan sıfatlardan beri olduğu gibi, aciz olmaktan da beridir. Her şeye hakkı ile kadirdir.
İRADE:
155 Bir şey üzerine karar kılmak ve onu yapmaya azmetmek manasına gelen "irade" kelimesi "revede" kökünden gelmektedir. Allahû Teâla (cc) tam ve kâmil bir irade sahibidir. Olabilecek veya olmayabilecek her şeyi; dilediği zamanda ve dilediği vasıfta yapar veya yapmaz. Tercih ve tahsiste kamil iradeye sahiptir.(82) Kainatta Allahû Teâla (cc)'nın dilediği olur, dilemediği olmaz.(83)
SEM'İ VE BASAR:
155 Allahû Teâla (cc)'nın "Sem'i ve Basar" (her şeyi en iyi işiten ve en iyi gören) olduğu Kur'an-ı Kerim'de birçok Ayet-i Kerime'de zikredilmiştir.(84) Her mü'min; Allahû Teâla (cc)'nın her şeyi (keyfiyetini bilemeyeceği bir şekilde) işittiğine ve gördüğüne inanır. Zira Allahû Teâla (cc)'nın görmesi ve işitmesi; bir alet, göz ve kulak gibi madde ve mahdut bir kuvvetle değildir. Mutlak manada işitici ve görücüdür.(85)
KELAM BİNEFSİHİ:
157 Allahû Teâla (cc)'nın; sese, harflere ve bu harflerden meydana gelen cümleleri tertiplemeye muhtaç olmadan konuşmasına "Kelâm bi nefsihî" denir. Kur'an-ı Kerim'in "Kelâmullâh" olduğu hususunda bütün İslâm alimleri müttefiktir. Kelâm'ın zıddı "Dilsizlik"tir ki, O'nu bundan tenzih ederiz. Allahû Teâla (cc) mütekellim'dir.
TEKVİN:
158 Allahû Teâla (cc)'nın zatı ile kaim ve bilfiil icad etmek, yaratmak şanından olan bir sıfatıdır. Kur'an-ı Kerim'de: "O'nun (Allah'ın) emri, bir şeyi dilediği zaman ona yalnız "kün" (ol) demesidir. O da (Kün emriyle) oluverir"(86) buyurulmaktadır. Tekvin'in zıddı, yaratmaktan aciz olmaktır ki, Allahû Teâla (cc)'yı bundan tenzih ederiz. Kainat'taki herşeyi yoktan var eden ("İbda" eden) ve aralarında bir nizam kuran yalnız ve yalnız Allahû Teâla (cc)'dır.
PEYGAMBERLERE İMAN
159 İmam-ı Matûridi (rha): "Biz Allahû Teâla (cc)'yı inkâr eden bir kimse ile; Allahû Teâla (cc)'nın varlığını ispat etme hususunda münazara ederiz. Zira Allahû Teâla (cc)'nın; peygamberlerini göndermesi hususunda münazarada bulunmanın mümkün olması; ancak o kimsenin Allahû Teâla (cc)'ya iman etmesinden sonradır. Bununla beraber her iki hususun aynı anda münazara konusu yapılması, peygamberlerin mucizeleriyle mümkün olur."(87) hükmünü zikretmektedir.
160 Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerinde, insanlar için büyük hikmetler vardır. Şurası muhakkaktır ki insan; en güzel bir biçim ve surette yaratılmış, yerde ve gökte olan bütün nimetler emrine verilmiştir. İşin ilginç yönü; bütün bu nimetler daha önce kazandıklarının karşılığı veya yaptıkları işin mükâfatı değildir. Öyle ise; bütün bu nimetler, birer imtihan aracıdır. İşte Peygamberler; Allahû Teâla (cc)'nın hükümlerini (Şeriatını) insanlara tebliğ etmek için yani insanlar içerisinden seçip görevlendirdiği kimselerdir. Bunlara Peygamber, nebi ve resûl denir. Hz. Adem (as)'den itibaren bütün peygamberler insanları; Allahû Teâla (cc)'ya iman ve ibadet etmeye davet etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de "Andolsun ki biz her kavme "Allah'a ibadet edin, Tağut'a kulluk etmekten kaçının" diye (tebliğat yapması için) bir peygamber göndermişizdir"(88) buyurulmaktadır.
161 Mekke müşrikleri, Resûl-i Ekrem (sav)'in peygamberliğini inkâr ederken "Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi" diyerek; insanın, insan olan bir peygambere itaatını kerih bulmuşlardır. Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'de: "De ki; eğer yeryüzünde (insanlar gibi) sakin sakin yürüyen melekler olsaydı biz ancak onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik"(89) buyurulmuştur. Esasen her kavme kendi dilini konuşan bir peygamber gönderilmesi, Allahû Teâla (cc)'nın büyük bir lütfûdur. Bazı peygamberler sadece kendi kavimlerine, bazıları da bütün insanlığa gönderilmiştir.
162 Kur'an-ı Kerim'de: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Mü'minleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır o." buyurulmaktadır.(90) Bu Ayet-i Kerime'den de anlaşılacağı üzere, insanlara peygamber gönderilmesinin sebeblerinden birisi de onların içinde bulundukları sıkıntıları gidermek, kendilerini dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmektir. Esasen bütün peygamberler; Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerini tebliğ ederken, dünyevi hiçbir karşılık beklemediklerini açık açık beyan etmişlerdir. Nureddin Es Sabûni: "Peygamber gönderilmesindeki hikmeti" izah ederken şunları kaydediyor: "O halde hikmet onu gerektirmiştir ki yüce Allah (cc) peygamber göndersin. Bu peygamber, O'nun (Allah'ın) kullarına, ahirette kendileri için neler hazırladığını ve dünyaya neler yaratıp tevdi ettiğini haber versin; dirliklerini (huzur ve sükûnlarını) temin eden şeyleri emretsin, mahvolmalarına sebeb olacak şeyleri de yasaklasın.(91) "Ta ki, mahvolmak isteyen kimse bilerek mahvolsun, dirlik bulmak isteyen kimse de bilerek dirlik bulsun."(92)
163 Kur'an-ı Kerim'de "(Biz) Peygamberler(i rahmet) müjdecileri ve azab habercileri olarak gönderdik. Ta ki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı (bizi imana çağıran olmadı diye) bir bahaneleri (mazeretleri) olmasın. Allah mutlak galibtir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir."(93) buyurulmaktadır. Hz. Adem (as)'den, Hatemü'l Enbiya Resûl-i Ekrem (sav)'e kadar bütün peygamberler insanları tevhid'e davet etmişler, bunun için de hiç kimseden dünyevi bir ücret talep etmemişlerdir. Sadrüddin Taftazani bu konu ile ilgili olarak şunları kaydediyor: "Allahû Teâla (cc) dünya ve din işleriyle ilgili olarak ihtiyaç duydukları hususları açıklasınlar diye insanlara peygamberler göndermiştir."(94)
164 Allahû Teâla (cc); insanların kalplerini mutmain kılmak ve şüphelerini gidermek için, nübüvvetle görevlendirdiği kimseleri mucizelerle teyid buyurmuştur. Mucize (A-C-Z) kökünden türetilmiş bir kelime olup, "aciz bırakmak" demektir. Istılâhi manası: "Münkirlere meydan okuduğu sırada nübüvvet iddia eden kimsenin elinde, adetûllaha aykırı (tabiat kanunlarına taban tabana zıd) bir hadisenin vûku bulmasıdır.(95) Nübüvvet davasından çok önce veya çok sonra meydana gelmez. Zira ortada nübüvvet davası sözkonusu olmadan; tasdikten bahsetmek mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim'de; mucizeler peygamberlerin doğruluğunu isbat eden deliller olduğu için "Ayet, beyyine ve bürhan" olarak anılmıştır: "Semûd (kavmine) de kardeşleri Salih'i (gönderdik). De ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık mu'cize (beyyinetün) gelmiştir. İşte size bir alamet (ayetten) olmak üzere Allah'ın şu dişi devesi!.. Onu (kendi halinde) bırakın. Allah'ın arzında otlasın. Ona bir fenalıkla dokunmayın Sonra sizi acıklı bir azab yakalar."(96)
"... Meryem'in oğlu İsa'ya da beyyineler (gayet açık bürhanlar, mucizeler) verdik ve O'nu Ruuh'ül kuds ile destekledik..."(97)
"Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd, Semûd kavm(ler)inin, İbrahim kavminin, Medyen sahiblerinin, mü'tefikelerin haberi de gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık mucizeler (beyyinat) getirmiştir. (İnanmadıkları için tamamen helak oldular.) Demek ki Allah onlara zulmediyor değildi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı."(98)
"Elini yakanın içine sok. Afetsiz bembeyaz olarak çıkacaktır o. Korkudan (kanat gibi açılan) ellerini kendine (birbirine) kavuştur (korkma). İşte bu iki mu'cize, Fir'avn'a ve cemaatine Rabbinden iki bürhandır."(99)
165 Nübüvvet iddiasında bulunan kimselerin elinde; Allahû Teâla (cc)'nın lütfû ile gerçekleşen Mu'cize; bütün insanları aciz bırakacak nitelikte olmak zorundadır. Ta ki bütün insanlar; o kimsenin nübüvvetini tasdik hususunda hiçbir şüpheye kapılmasınlar, veya tasdik etmezlerse ellerinde hiçbir hüccet kalmasın.
166 "Resûl" ve "Nebi" kelimeleri üzerinde kısaca duralım. "Risâlet" göndermek manasına olan "İrsal" den isimlidir. "Er Resûl" mübalağa sigasıdır. Çok defa gönderilmiş veya elçilik görevi uzadığından, gidip-gelip görüşmesi defalarca vûku bulmuş manasına gelir. Resûl; kendisini gönderenin devamlı haberlerini bekleyen ve alan demektir.(100) "Nebi", haber manasına gelen "En-Nebe" kökünden türemiştir. Haber veren manasına gelir. İslâmi ıstılâh'ta; "Allahû Teâla (cc)'nın kendisine vahyettiği ve tebliğe memur kıldığı kimseye nebi denir" tarifi esas alınmıştır.(101) Resûl ile nebi arasında; Allahû Teâla (cc)'nın vahyine muhatab olma noktasında bir fark yoktur. Ancak önemli fark şuradadır: Resûl; Allahû Teâla (cc)'nın kendisine vahyederek tebliğe memur kıldığı, kendisine kitab ve yeni bir şeriat verdiği kimsedir.(102) "Nebi" ise Allahû Teâla (cc)'nın kendisine vahyettiğinden insanları haberdar eden, fakat kendisinden önceki bir Resûlün şeriatı ile amel eden ve insanlara bunu izah edendir. Muayyen mevzularda kendisine hususi haberler de vahyedilir.
167 Kur'an-ı Kerim'de: "Öyle peygamberler (gönderdik ki) kıssalarını hakikat önceden sana bildirdik. (Yine) Öyle peygamberler (gönderdik ki) sana onların kıssalarını haber vermedik"(103) buyurulmaktadır. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'de ismi zikredilsin veya zikredilmesin bütün peygamberlere iman etmek farzdır. Ancak Kur'an-ı Kerim'de ismi zikredilen peygamberlerden herhangi birisini inkâr (Vahyi inkar olacağı için) insanı küfre sürükler. Zira Kur'an-ı Kerim'in herhangi bir Ayet-i Kerimesi'ni inkâr etmek, tamamını inkâr etmek hükmündedir. Kur'an-ı Kerim'de ismi zikredilen peygamberler şunlardır: Hz. Adem (as), Hz. İdris (as), Hz. Nuh (as), Hz. Hûd (as), Hz. Salih (as), Hz. İbrahim (as), Hz. Lût (as), Hz. İsmail (as), Hz. İshak (as), Hz. Yakûb (as), Hz. Yusuf (as), Hz. Eyyüb (as), Hz. Şuayb (as), Hz. Musa (as), Hz. Harun (as), Hz. Davûd (as), Hz. Süleyman (as), Hz. İlyas (as), Hz. Elyasa (as), Hz. Zülkifl (as), Hz. Yunus (as), Hz. Zekeriya (as), Hz. Yahya (as), Hz. İsa (as) ve Hatemü'l Enbiya Hz. Muhammed (sav)'dir. Bunların dışında Kur'an-ı Kerim'de zikredilen Zülkarneyn, Üzeyr ve Lokman hususunda; "Nebi" mi, yoksa "Veli" mi olduğu noktasında ihtilaf vardır. Bunların da tevhid mücadelesinde büyük görevler yüklendiği aşikârdır. Mü'minler; Allahû Teâla (cc)'nın kitabında zikrettiği bu kimselerin tamamına (Herhangi bir ayırım yapmadan) inanırlar. Zira İslâm dini, Hz. Adem (as)'le birlikte başlamıştır.
PEYGAMBERAN-I KİRAM'IN SIFATLARI
168 Allahû Teâla (cc)'nın, kendilerine vahyettiği kimseler; diğer insanlardan bazı vasıflarla ayrılırlar. Elbette peygamberler de insan olmaları hasebiyle; yerler, içerler, sıhhatli ve hasta olurlar, evlenirler. İhtiyarlık ve ölüm onların başına gelir. Ancak, Risâlet görevinin ağırlığı ile, bazı üstün sıfatlara haizdirler. Şimdi kısaca bu sıfatlar üzerinde duralım.
SIDK (Doğruluk):
169 Peygamberler her hususta mutlaka doğruyu söylerler ve kendilerinden asla yalan sadır olmaz. Malûm olduğu üzere Resûl-i Ekrem (sav) kendisine vahiy gelmeden önce de; çevresinde doğruluğu ile ma'ruftu. Herkes onun için "Muhammedü'l Emin" diyorlardı. İslâm'a düşmanlığı ile meşhir Ebû Cehil bile Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben "Biz sana yalancı demiyoruz. Çünkü senin ne kadar emin sadık olduğunu hepimiz biliyoruz. Biz ancak Allah'ın ayetlerini inkâr ediyoruz"(104) demiştir. Nitekim bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'de: "(Habibim) Şu hakikati çok iyi biliyoruz ki, onların söyleyegeldikleri (sözler) seni herhalde tasaya düşürüyor. Onlar hakikatte seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar"(105) buyurulmuştur. Nitekim Bizans Kralı Heraklius, Ebû Süfyan b. Harb'e: "- Şu söylemiş olduğun şeyi (Peygamberlik davasını) söylemeden önce, hiç onu yalanla itham ettiğiniz, suçladığınız olmuş muydu?" sualini sorar. Ebû Süfyan b. Harb: "- Hayır" cevabını verir.(106) Dikkat edilirse; Ebû Cehil ve Ebû Süfyan o dönemde, Mekke'nin en önde gelen şahsiyetleridir. Esasen bütün peygamberler; tebliğ görevinden önce de çevrelerinde doğruluklarıyla ma'ruf olan kimselerdir. Mekke müşriklerinden bir gurubun Kur'an-ı Kerim'i, Hz. Peygamber (sav)'in uydurduğunu iddia etmeleri üzerine Allahû Teâla (cc): "Eğer (Peygamber söylemediğimiz) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini (kuvvet ve kudretini) alıverirdik. Sonra da hiç şüphesiz onun kalb damarlarını koparırdık. O vakit sizden hiçbiriniz buna mani de olamazdınız. Şüphesiz ki O (Kur'an) takva ehli için kat'i bir öğüttür"(107) hükmü ilahisini beyan buyurmuştur. Dolayısıyla bütün peyamberler ilahi bir murakebe altındadırlar ve her hususta sadıktırlar.
EMANET:
170 Peygamberler emindirler. Gerek din, gerekse dünya hususunda her türlü itamada şayandırlar. Allahû Teâla (cc)'nın emirlerini ve yasaklarını ziyadesiz ve noksansız olarak tebliğ etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de: "O (peygamberler) Allahû Teâla (cc)'nın gönderdiklerini tebliğ edenler, O'ndan korkanlar, Allah'tan başka kimseden çekinmeyenlerdir. Hesap görücü olarak Allah yeter"(108) buyurulmuştur. Peygamberlerin vahye ihanet etmeleri veya gizlemeleri asla ve asla düşünülemez. Resûl-i Ekrem (sav): "Allahû Teâla (cc)'nın emretmiş olduğu hiçbir şey yoktur ki, size emretmiş olmayayım. Allahû Teâla (cc)'nın sakındırdığı hiçbir şey yoktur ki, sizi ondan sakındırmış olmayayım"(109) buyurarak meselenin ehemmiyetini beyan etmektedir.
FETANET:
171 Peygamberler akıllı, zeki ve kuvvetli rey sahibi olan kimselerdir. Akıl noksanlığı, ahmaklık veya herhangi bir hastalık sebebiyle kavrama güçlerinin zaafa uğraması gibi hallerden münezzehtirler.(110) Zira; heva ve heveslerine kapılarak Allahû Teâla (cc)'ya karşı isyana yeltenen tağuti güçlerin bütün iddialarını ortadan kaldırmakla görevlendirilmişlerdir. Vahyi dosdoğru tebliğ için bu husus zaruridir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de buna delâlet eden birçok Ayet-i Kerime vardır: "Allah kendisine mülk (ü saltanat) verdiği için (şımararak) İbrahim ile Rabbi hakkında çekişeni (Nemrud'u) görmedin mi? Hani İbrahim: "- Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür" deyince o (Nemrud): "- Ben de diriltir, öldürürüm" demişti. İbrahim: "- Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi sen de onu batıdan getir" deyince inkâr eden o kâfir şaşırıp (ve tutulup) kalmıştır. Allah zalimler gürûhunu muvaffak etmez."(111)
İSMET:
172 Peygamberler masumdurlar. Kendilerine vahiy gelmeden önce de sonra da, küfürden ve şirkten korunmuşlardır. Onların herhangi bir şekilde günah işlemeleri de sözkonusu değildir.(112) İmam-ı Maturidi (rha) Kur'an-ı Kerim'den: "(Akıllarınca) Onlar sana vahyettiğimizden başkasını uydurup, bize (atf ve) iftira edesin diye seni bile bile hemen fitneye düşürecekler. O takdirde seni (candan) dost edineceklerdi."(113) Ayet-i Kerimesini zikrederek; Allahû Teâla (cc)'nın Resûl-i Ekrem (sav)'e en ufak bir masiyetin dahi gelmesine meydan vermediğini kaydediyor.(114) İslâm ulemâsının büyük bir çoğunluğu; Kur'an-ı Kerim'de peygamberlere atf edilen "zenb'in günah manasında olmadığı hususunda ittifak etmiştir.(115) Zira "Zenb" kasden veya şehven işlenmiş günahtır. Peygamberler ise bundan Allahû Teâla (cc)'nın lütfû ile korunmuşlardır. "Zelle" de günah manasında değildir.
TEBLİĞ:
173 Peygamberler; Allahû Teâla (cc)'nın bütün emir ve nehiylerini, insanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeksizin (Zengin, yoksul, siyah, beyaz vs.) tebliğle memurdurlar. Kur'an-ı Kerim'de: "Ve O kendi heva ve hevesinden söz söylemez. O (Kur'an ve din hususundaki emri) ilkâ edilegelen vahiyden başka birşey değildir"(116) buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerim'deki "Kıssa"lardan da anlaşılacağı üzere; peygamberler tebliğ hususunda her türlü çileye katlanmışlardır. Zira Tebliğ'den maksad; Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerini kat'i hüccetlerle insanlara ulaştırmak ve onların kıyamet gününde (Bizim bundan haberimiz yoktu) şeklinde mazeret ileri sürmelerini önlemektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz"(117) buyurulmuştur. Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "Senin Rabbin memleketlerin ana merkez(ler) ine, karşılarında ayetlerimizi okuyacak bir peygamber gönderinceye kadar, o memleketleri helak edici değildir ve biz ahalisi zalim olan memleketlerden başkasını helak edici değiliz"(118) hükmü beyan buyurulmuştur.
İslâm İlmihali
Yusuf Kerimoğlu
 
Üst