Türke, Kürde, Araba ve Aceme çağrı
1071'de Malazgirt ovasında Bizans ordusuna karşı vuruşanlar arasında Türk boyları, Kürt beyleri, Arap aşiretleri, Fars oymakları ve de Ermeni köylüleri vs. vardı.
1452'de İstanbul fethi sırasında Bizans ordusuna karşı savaşanlar arasında Türkler, Kürtler, Macarlar, Bulgarlar, Arnavutlar, Rumlar vs. vardı.
1915'de Çanakkale'de "Bedrin arslanları" gibi omuz omuza vuruşanlar yine Türkler, Kürtler, Araplar, Arnavutlar vs. den başkası değildi; İstanbul'un, Bitlis'in, Zaho'nun, Kerkük'ün, Buhara'nın Yemen'in, Hindistan'ın, Trablusgarb'ın, Tunus'un, Cezayir'in medreselerinden koşup gelen elli bin medreseli diğerleriyle birlikte "toprak diyerek basıp geçtiğin" yerlerin altında şu an koyun koyuna yatıyor.
Çanakkale Boğazı'nın sırtlarındaki adsız ve fakat görkemli mezarlarında omuz omuza yatanlar onlar.
On şu kadar küsür yıl boyunca Düvel-i Muazzama'ya karşı yedi cephede vuruşanlar yine onlardı. Milleti ve ümmeti ayaklandırmak için "daire-i adaletin" dört bir yanına dağılanlar onlardı. Bunun için kurulan ve "Teşkilat-ı Mahsusa"nın başındaki adam Kuşçubaşı Eşref Çerkezdi. Kürt Said-i Nursi de, Arnavut Mehmet Akif de bu cemiyetin azasıydı. "Ulum-u Alem-i ihtilal-i İslam Cemiyeti" kurarak Orta Asya'da savaşırken ölen Enver Paşa Türk'tü. Irak cephesinde İngilizlere karşı savaşan Kürt birliklerinin başındaki Hilmi Musallimi ise bir Kürttü&
Bunlar Moğollar gibi Roma toprağına gömülüp gitmeyeceğimizin destansı mücadelesini verdiler. "Değmesin mabedime namahrem eli" diye "Tek dişi kalmış canavara" karşı cepheden cepheye koştular.
Bir milletin ruhunun ne olduğu en zor zamanda, genellikle yokoluş anlarında ortaya çıkar. Mehmet Akif böylesi bir zamanda Tacettin Dergâhı'nın duvarlarına "Ciğerinden kamışla kan çekerek" bu ruhun ne olduğunu yansıttı. Milletin özgürlük ve bağımsızlık manifestosunu yazdı.
"Kahraman ırkıma bir gül" derken de, "Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl" derken de kastettiği 1071'de, 1452'de ve 1915'de omuz omuza vuruşanların o görkemli mirasıydı. Yani topyekün o tek milletti. "Türk milleti" veya "Kürt halkı" değil bin yıl boyunca yekvücut olmuş o tek milletti. Bu millete veya onun bünyesinde akan ve genellikle tehlike anlarında ortaya çıkan unsurlarına sonradan böyle demeye başlandılar.
Dünya tarihi son bin yıldır "dörtnala gelerek uzak Asya'dan bir kısrak başı gibi Akdeniz'e uzanan" bir milletin doğuşuna şahit oldu. Vuruşa vuruşa, çarpışa çarpışa tarih sahnesine çıkan bir milletin yekvücut oluş hikayesiydi bu.
Yedinci yüzyıldan sonra dünya tarihi "Bozkırın" ve "Çölün" yükselişini gıpta ile seyretti. Endülüs'te gemileri yakanlar da Viyana kapılarına dayananlar da hep aynı çınarın dallarıydı.
Daha önce Sasani ve Roma tarafından parçalanan, hırpalanan, bölük pörçük edilen bölge Hz. İbrahim'in gösterdiği hedef doğrultusunda ve Hazreti Süleyman'dan bu yana ilk kez yedinci yüzyılda İslâm'ın yeniden şahlanışı ile tevhid ve adalet bayrağını yükseltti. Putperest Roma ve Sasani'nin bölücü rekabetlerini tarihe gömdü. Birlik, beraberlik ve yekvücut oluş çağını başlattı.
Bu nedenle bu bölgede İbrahimî çizgide ortaya çıkan bütün hareketler tarih boyunca birlik beraberlik ve yekvücut oluşu savunmuş ve hep bu idealin peşinden koşmuştur. Parçalama, bölme ve ayrıştırma girişimleri bu nedenle kadim İbrahimî çizgiden birer sapmadır, hatta ihanettir.
Avrupa'da daha birkaç yüzyıl önce yaşanan otuz yıl, yüz yıl vs. savaşlarını "bu millet" 12. ve 13. yüzyıllarda yaşadı. Anadolu en az kırk beyliğe bölünmüş ve her beylik bir diğeriyle savaş halindeydi. Avrupa'da Katolik-Protestan savaşları başlamadan çok önce Anadolu Sunni-Alevi savaşlarıyla kasıp kavruldu.
Yani Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Alevîlerin, Sünnîlerin öyle kaynaşıp tek millet haline gelmesi kolayına olmadı. Zamanla yaralarını sardı, en sert Alevi eleştirilerini bile "Bektaşî fıkrası" haline getirerek belleğinde bir yere yerleştirdi.
Tarih boyunca bu milletin adı ne Osmanlı idi, ne Türk, ne de Kürt. Dışarıdan bakınca buralara kimi Osmanlı kimi Türk diyordu. Fakat o bilinçli bir susuşla kendisine "Türk devleti" bile demiyordu. Beraber olduğu onlarca dini, mezhebi, meşrebi ve kavmi imparatorluk potası içinde eriterek bir "ortak idea" etrafında birleştirdi, bir yüceliğin peşine düşürerek kendine "Devlet-i Aliye" (yüce, büyük, görkemli devlet) dedi.
Türkü, Ermeniyi, Rumu, Yahudiyi, Kürdü, Aleviyi tek bir cephede birleştirerek imparatorluk vizyonu ifade eden ve siyasî ötekini tarif eden "gâvur olmayan" haline getirdi. Bu hamulenin, yekvücut oluşun ve buna sadakatin dışında kalanlara "gâvur" dedi. Kendinin "ne olduğunu" değil "ne olmadığını" tanımladı. "Gâvurun ekmeğini yiyen kılıcını da sallar" diyerek bin yıllık hamulenin harcını sulandırmak, yekvücut oluşu dağıtmak ve sadakat cephesini yarmak isteyenleri deşifre etti. Bu tabir dünyada sadece bize aittir. Her ne kadar olumsuz kimi yan etkileri olmuşsa da dost-düşman idrakini ve imparatorluk perspektifini yansıtması bakımından harika bir buluştur.
Dağılma sürecine girip sarsılmaya başlayınca bu hamuleye "Osmanlı ıtlak olunur", dağılıp parçalanınca da geride kalanlara "Türk ıtlak olunur" dedi. Her ikisi de, dağılmamak ve yok olmamak için bir tutunuş, bir sarılmaydı aslında.
Bu hamulenin (birikimin, kaynaşmanın, iç içe geçmenin) ruhunu İslâmiyet, idrakini daire-i adalet, bedenini de Türkler, Kürtler, Çerkezler, Araplar, Arnavutlar, Boşnaklar, Aleviler, Sunniler vs. oluşturuyordu. Ruhu ve idraki zaafa uğratılıp imparatorluk vizyonunu kaybettirilince bir yerlerden herkese kendinin "ne olduğu" soruları sorulmaya başlandı.
Önce daire-i adaletin en uçlarından başladılar; Arnavut'a, Macar'a, Sırp'a, Yunan'a gelip "Sen nesin?" diye sordular. Onlar "Ben Arnavutum, Macarım, Yunanım" demeye başlayınca hamulenin bir tarafı çatlamaya başladı. "Durun gitmeyin, gâvurun kılıcını sallamayın" demek fayda vermedi. Sonra arkayı dolanıp aynı şeyi "Arab'a" sordular. O da "Ben Arabım" deyince yekvücut oluş ağır yara aldı. Sonra içeri girip "Bak onlar Arnavut, Macar, Bulgar ve Arap olduğunu söylüyor, sen nesin?" dediler. İçeridekiler de "O zaman ben de Türküm" demeye başladı. Bu da yetmedi daha da içeri girip "Bak o Türk Türk deyip duruyor, sen nesin?" dediler. Onlar da "Ben de Kürdüm" demeye başlayınca herkesin aklına "Peki, ben neyim o zaman" sorusu takıldı. Şu an onlar da kendilerinin ne olduğunu düşünüp duruyor gafilce. Bu fitne ve fesat soruları, bin yıllık süreç içinde çok acılar çekerek aşılmıştı hâlbuki. Ama yekvücut oluşun birbirine yapışmış en son parçası da koparılıncaya kadar devam edecek bu sorular; bundan hiç şüpheniz olmasın&
Fakat bu yolun çıkmaz sokak olduğu artık anlaşılmış olmalı.
Bütün bunları soranların hep aynı mihrak olduğu çoktan görülmüş olmalı.
Bakın, bizimkisi Türk, Kürt vs. sorunu filan değildir. Böyle bir sorun yoktur. Bunlar gâvur ağzıdır. Bizim içerideki sorunumuz "daire-i adalet" sorunudur. Yani bu hamulenin, yekvücut oluşun bütün mensupları daire-i adalete ne derece yakın veya uzaktalar? Memleketin hangi köşesinde kim muzlumdur, kim mahrumdur, kim mağdurdur odur bizim sorunumuz. "Fıratın kenarında değil bir Türk veya Kürt, bir koyun kaybolsa sorar onu Ömer'den adl-i ilâhî", budur bizim felsefemiz.
Türk mağdur ediyorsa, mahrum bırakıyorsa odur bizim sorunumuz. Mağdur edişine mani olmak, mahrum bırakışına dur demek, haddini bildirmek, daire-i adalete çekmek, haksızlık yapıyorsa karşısında dilsiz şeytan olmamak, en büyük cihat olan hakkı ve adaleti yüzüne yüzüne haykırmaktır aslolan, "Türklük" davası değil.
Kürt eziliyorsa, mağdursa, mahrumsa odur bizim sorunumuz. Mağduriyeti ve mahrumiyeti kaldırmaktır aslolan, "Kürtlük" davası değil.
Önce sorunun adını doğru koyalım, dahası biz koyalım.
Sorun daire-i adalet sorunudur. Milletin yekvücut oluşunu sağlayan hamule budur. Bunu bozdunuz mu hamule dağılır. Temel çelişki Türk-Kürt çelişkisi değildir. Türk veya Kürt davası batıl bir cahiliye davasıdır. Her ikisi de gâvur ağzıdır. Bir geriye dönüş, imparatorluk vizyonundan düşüş, ilkel bir ihtiras ve daha çok alt kültür guruplarında görülen kabile didişmesidir. Uygar bir vizyonda bunlar aşılmıştır. Bu nedenle bizde temel çelişki dışarıda gâvur-gâvur olmayan, içeride daire-i adaletten çıkan-çıkmayan çelişkisidir. Yani adalet-zulüm çelişkisidir, eğer devlet adam gibi bir "adalet devleti" olsa hiçbir sorunumuz kalmaz; bundan hiç şüpheniz olmasın.
Her kim zalimse Türk olmuş ne yazar? Her kim mazlumsa Kürt olmuş ne fark eder? Her ikisi de senin kardeşin değil mi? Zalimi zulmünden, mağduru mezalimden kurtararak kardeşine yardımcı olmak zorunda değil misin? Öyle buyurmuyor mu Türkün de Kürdün de adını andığında elini göğsüne kadar götürerek salavat getirdiği Hz. peygamber?
Aksi halde Türk, Türk dedikçe, Kürt de Kürt dedikçe bir girdabın içine giriyor, görmüyor musunuz?
Bu gidişi tersine çevirmenin zamanı çoktan geldi de geçiyor.
Bu girdaptan çıkmanın yolu gâvurun ekmeğini yemekten vazgeçip topluca vuran bir sine yaratmaktan geçer. Bu sine Türkü de Kürdü de, Arabı da, Aleviyi de Sunniyi de içine alır. Çok sağlamdır, hiç kimse merak etmesin
Şu halde "Sen nesin?" diyene "Ben Türküm, Kürdüm, Ermeniyim, Rumum, hepsiyim. 1071'de savaşanım, 1452'de fethedenim, 1915'de Çanakkalede omuz omuza vuruşanım. Şu an orda yatanım. Birimiz yoksa diğerimiz de yok, hepimiz tek bir milletiz, tek bir sineyiz" neden demiyorsun?
"Saraybosna benim, Gümülcine benim, İstanbul benim, Diyarbakır benim, Batman benim, Erzurum benim, Kerkük benim, Süleymaniye benim, Bağdat benim, Şam benim, Kudüs benim, Fas benim, Tunus benim, Kahire benim, hepsi benim, sen kimsin?" diye neden haykırmıyorsun?
"Osmanlı da benim cumhuriyet de benim, Alparslan da benim Selahaddin de benim, Timur da benim Yıldırım da benim, Yavuz da benim Şah İsmail de benim, Abdülhamid de benim Mustafa Kemal de benim" diye neden meydan okumuyorsun? Seni sen yapan bunlar değil miydi? Günahıyla sevabıyla hepsi aynı ocakta tütmedi mi? Onların günahını veya sevabını dava etmenin artık ne manası var?
Bunları böyle demeyen gâvurun ekmeğini yiyordur; bu böyle biline.
Artık bu saatten sonra "Türk Türk" deyip duran, "Kürt Kürt" diye bağırıp çağıran, "Arap Arap" diye def çalıp oynayan gâvurun kılıcını sallıyordur; bu böyle biline.
Biz tek bir millet, tek bir ümmetiz.
Bu iki kavram bizim en esaslı "büyük bütünümüz" ve evrensel gücümüzdür. Bunlar bizim bölgesel siperimiz ve küresel sinemizdir. İçine daire-i adalete giren her millet, kavim, etnik köken, mezhep, meşrep girer. Ermeni de girer, Rum da girer, Süryanî de girer, İspanya'dan kaçarak daire-i adalete sığınan Yahudiler de girer, onların bugünkü torunları hain olmayan aileleri de girer. Sadece "gâvur olan" giremez.
Böylece bütün bunlar tek bir millet ve ümmet, bütün buralar da Evrensel Adalet ve Barış Yurdu (Daru's-Selâm) olur. Burası bizim büyük vatanımızdır. Anadolu ise bu büyük vatanın iç kalesidir.
Bunları akıp gelen tarihe, aidiyete, haysiyete ve medeniyete ait olmayanlar anlayamazlar. Onlar bunun ne demek olduğunu bilemezler. Yüzlerinde melâl, yüreklerinde celâdet yoktur. Bizler yıkılmış bir uygarlığın, gururu çiğnenmiş bir celâdetin, dağılmış bir büyük bütünün melâl yüzlü çocuklarıyız. Onların yüzüne bu melâl yakışmaz bile.
Evet, dokunsalar ağlayacak durumda olabiliriz. "Geçip giden varsa İslâm'ın şu çiğnenmiş diyarından" nice viraneler, yıkık damlar ve ot basmış evlerle karşılaşabilir. "Gaza namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar" görebilir&
Evet, bütün bunlara rağmen o sönmüş ateşi yeniden yakacağız. Ama külüne değil közüne talip olarak.
Bakın, eğer Türkler, Kürtler hepsi birer sinek olsalar vızıltısı İngiltere adasını sallar. Eğer Araplar birer kova su dökse İsrail'i sel alır. Milletlerimizi ve ümmetimizi yani bölgesel ve küresel gücümüzü harekete geçirip birer arı olsak vızıltımız Amerika kıtası yerinden oynatır. El ele verirsek evrensel bir güç yaratabiliriz. Bunun başka bir yolu yok, güç ve kudret böyle tecelli eder&
Yeryüzünde kendini adalete adayan bir millet daima bulunur. Bu hem tarihin yasası hem de Allah'ın sözüdür.
Onun için bu ocak tütmeli.
Sönmüş ateş yanmalı.
Üzerindeki en son ocak sönene kadar&
Şehadetleri dinin temeli olan ezanın ebediyen inlediği her yer bizim yurdumuzdur. Böyle söyler Türkün, Kürdün, Arabın bin yıldır birlikte kan ve can vererek ve "ciğerinden kamışla kan çekerek" dergâhın duvarlarına bir "Arnavut"un yazdığı özgürlük ve bağımsızlık manifestomuz, böyle söyler
Ey Türk ve Kürt!
Ey Arap ve Fars!
Ey Şiî ve Sunnî!
Tarihin kalbini dinle
Çok uzadı bu kış
Titre ve kendine dön!
Çok uzun süren
Bu derin uykudan uyan artık!
helal olsun yazana engin goruse guzel dille anlatmis
1071'de Malazgirt ovasında Bizans ordusuna karşı vuruşanlar arasında Türk boyları, Kürt beyleri, Arap aşiretleri, Fars oymakları ve de Ermeni köylüleri vs. vardı.
1452'de İstanbul fethi sırasında Bizans ordusuna karşı savaşanlar arasında Türkler, Kürtler, Macarlar, Bulgarlar, Arnavutlar, Rumlar vs. vardı.
1915'de Çanakkale'de "Bedrin arslanları" gibi omuz omuza vuruşanlar yine Türkler, Kürtler, Araplar, Arnavutlar vs. den başkası değildi; İstanbul'un, Bitlis'in, Zaho'nun, Kerkük'ün, Buhara'nın Yemen'in, Hindistan'ın, Trablusgarb'ın, Tunus'un, Cezayir'in medreselerinden koşup gelen elli bin medreseli diğerleriyle birlikte "toprak diyerek basıp geçtiğin" yerlerin altında şu an koyun koyuna yatıyor.
Çanakkale Boğazı'nın sırtlarındaki adsız ve fakat görkemli mezarlarında omuz omuza yatanlar onlar.
On şu kadar küsür yıl boyunca Düvel-i Muazzama'ya karşı yedi cephede vuruşanlar yine onlardı. Milleti ve ümmeti ayaklandırmak için "daire-i adaletin" dört bir yanına dağılanlar onlardı. Bunun için kurulan ve "Teşkilat-ı Mahsusa"nın başındaki adam Kuşçubaşı Eşref Çerkezdi. Kürt Said-i Nursi de, Arnavut Mehmet Akif de bu cemiyetin azasıydı. "Ulum-u Alem-i ihtilal-i İslam Cemiyeti" kurarak Orta Asya'da savaşırken ölen Enver Paşa Türk'tü. Irak cephesinde İngilizlere karşı savaşan Kürt birliklerinin başındaki Hilmi Musallimi ise bir Kürttü&
Bunlar Moğollar gibi Roma toprağına gömülüp gitmeyeceğimizin destansı mücadelesini verdiler. "Değmesin mabedime namahrem eli" diye "Tek dişi kalmış canavara" karşı cepheden cepheye koştular.
Bir milletin ruhunun ne olduğu en zor zamanda, genellikle yokoluş anlarında ortaya çıkar. Mehmet Akif böylesi bir zamanda Tacettin Dergâhı'nın duvarlarına "Ciğerinden kamışla kan çekerek" bu ruhun ne olduğunu yansıttı. Milletin özgürlük ve bağımsızlık manifestosunu yazdı.
"Kahraman ırkıma bir gül" derken de, "Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl" derken de kastettiği 1071'de, 1452'de ve 1915'de omuz omuza vuruşanların o görkemli mirasıydı. Yani topyekün o tek milletti. "Türk milleti" veya "Kürt halkı" değil bin yıl boyunca yekvücut olmuş o tek milletti. Bu millete veya onun bünyesinde akan ve genellikle tehlike anlarında ortaya çıkan unsurlarına sonradan böyle demeye başlandılar.
Dünya tarihi son bin yıldır "dörtnala gelerek uzak Asya'dan bir kısrak başı gibi Akdeniz'e uzanan" bir milletin doğuşuna şahit oldu. Vuruşa vuruşa, çarpışa çarpışa tarih sahnesine çıkan bir milletin yekvücut oluş hikayesiydi bu.
Yedinci yüzyıldan sonra dünya tarihi "Bozkırın" ve "Çölün" yükselişini gıpta ile seyretti. Endülüs'te gemileri yakanlar da Viyana kapılarına dayananlar da hep aynı çınarın dallarıydı.
Daha önce Sasani ve Roma tarafından parçalanan, hırpalanan, bölük pörçük edilen bölge Hz. İbrahim'in gösterdiği hedef doğrultusunda ve Hazreti Süleyman'dan bu yana ilk kez yedinci yüzyılda İslâm'ın yeniden şahlanışı ile tevhid ve adalet bayrağını yükseltti. Putperest Roma ve Sasani'nin bölücü rekabetlerini tarihe gömdü. Birlik, beraberlik ve yekvücut oluş çağını başlattı.
Bu nedenle bu bölgede İbrahimî çizgide ortaya çıkan bütün hareketler tarih boyunca birlik beraberlik ve yekvücut oluşu savunmuş ve hep bu idealin peşinden koşmuştur. Parçalama, bölme ve ayrıştırma girişimleri bu nedenle kadim İbrahimî çizgiden birer sapmadır, hatta ihanettir.
Avrupa'da daha birkaç yüzyıl önce yaşanan otuz yıl, yüz yıl vs. savaşlarını "bu millet" 12. ve 13. yüzyıllarda yaşadı. Anadolu en az kırk beyliğe bölünmüş ve her beylik bir diğeriyle savaş halindeydi. Avrupa'da Katolik-Protestan savaşları başlamadan çok önce Anadolu Sunni-Alevi savaşlarıyla kasıp kavruldu.
Yani Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Alevîlerin, Sünnîlerin öyle kaynaşıp tek millet haline gelmesi kolayına olmadı. Zamanla yaralarını sardı, en sert Alevi eleştirilerini bile "Bektaşî fıkrası" haline getirerek belleğinde bir yere yerleştirdi.
Tarih boyunca bu milletin adı ne Osmanlı idi, ne Türk, ne de Kürt. Dışarıdan bakınca buralara kimi Osmanlı kimi Türk diyordu. Fakat o bilinçli bir susuşla kendisine "Türk devleti" bile demiyordu. Beraber olduğu onlarca dini, mezhebi, meşrebi ve kavmi imparatorluk potası içinde eriterek bir "ortak idea" etrafında birleştirdi, bir yüceliğin peşine düşürerek kendine "Devlet-i Aliye" (yüce, büyük, görkemli devlet) dedi.
Türkü, Ermeniyi, Rumu, Yahudiyi, Kürdü, Aleviyi tek bir cephede birleştirerek imparatorluk vizyonu ifade eden ve siyasî ötekini tarif eden "gâvur olmayan" haline getirdi. Bu hamulenin, yekvücut oluşun ve buna sadakatin dışında kalanlara "gâvur" dedi. Kendinin "ne olduğunu" değil "ne olmadığını" tanımladı. "Gâvurun ekmeğini yiyen kılıcını da sallar" diyerek bin yıllık hamulenin harcını sulandırmak, yekvücut oluşu dağıtmak ve sadakat cephesini yarmak isteyenleri deşifre etti. Bu tabir dünyada sadece bize aittir. Her ne kadar olumsuz kimi yan etkileri olmuşsa da dost-düşman idrakini ve imparatorluk perspektifini yansıtması bakımından harika bir buluştur.
Dağılma sürecine girip sarsılmaya başlayınca bu hamuleye "Osmanlı ıtlak olunur", dağılıp parçalanınca da geride kalanlara "Türk ıtlak olunur" dedi. Her ikisi de, dağılmamak ve yok olmamak için bir tutunuş, bir sarılmaydı aslında.
Bu hamulenin (birikimin, kaynaşmanın, iç içe geçmenin) ruhunu İslâmiyet, idrakini daire-i adalet, bedenini de Türkler, Kürtler, Çerkezler, Araplar, Arnavutlar, Boşnaklar, Aleviler, Sunniler vs. oluşturuyordu. Ruhu ve idraki zaafa uğratılıp imparatorluk vizyonunu kaybettirilince bir yerlerden herkese kendinin "ne olduğu" soruları sorulmaya başlandı.
Önce daire-i adaletin en uçlarından başladılar; Arnavut'a, Macar'a, Sırp'a, Yunan'a gelip "Sen nesin?" diye sordular. Onlar "Ben Arnavutum, Macarım, Yunanım" demeye başlayınca hamulenin bir tarafı çatlamaya başladı. "Durun gitmeyin, gâvurun kılıcını sallamayın" demek fayda vermedi. Sonra arkayı dolanıp aynı şeyi "Arab'a" sordular. O da "Ben Arabım" deyince yekvücut oluş ağır yara aldı. Sonra içeri girip "Bak onlar Arnavut, Macar, Bulgar ve Arap olduğunu söylüyor, sen nesin?" dediler. İçeridekiler de "O zaman ben de Türküm" demeye başladı. Bu da yetmedi daha da içeri girip "Bak o Türk Türk deyip duruyor, sen nesin?" dediler. Onlar da "Ben de Kürdüm" demeye başlayınca herkesin aklına "Peki, ben neyim o zaman" sorusu takıldı. Şu an onlar da kendilerinin ne olduğunu düşünüp duruyor gafilce. Bu fitne ve fesat soruları, bin yıllık süreç içinde çok acılar çekerek aşılmıştı hâlbuki. Ama yekvücut oluşun birbirine yapışmış en son parçası da koparılıncaya kadar devam edecek bu sorular; bundan hiç şüpheniz olmasın&
Fakat bu yolun çıkmaz sokak olduğu artık anlaşılmış olmalı.
Bütün bunları soranların hep aynı mihrak olduğu çoktan görülmüş olmalı.
Bakın, bizimkisi Türk, Kürt vs. sorunu filan değildir. Böyle bir sorun yoktur. Bunlar gâvur ağzıdır. Bizim içerideki sorunumuz "daire-i adalet" sorunudur. Yani bu hamulenin, yekvücut oluşun bütün mensupları daire-i adalete ne derece yakın veya uzaktalar? Memleketin hangi köşesinde kim muzlumdur, kim mahrumdur, kim mağdurdur odur bizim sorunumuz. "Fıratın kenarında değil bir Türk veya Kürt, bir koyun kaybolsa sorar onu Ömer'den adl-i ilâhî", budur bizim felsefemiz.
Türk mağdur ediyorsa, mahrum bırakıyorsa odur bizim sorunumuz. Mağdur edişine mani olmak, mahrum bırakışına dur demek, haddini bildirmek, daire-i adalete çekmek, haksızlık yapıyorsa karşısında dilsiz şeytan olmamak, en büyük cihat olan hakkı ve adaleti yüzüne yüzüne haykırmaktır aslolan, "Türklük" davası değil.
Kürt eziliyorsa, mağdursa, mahrumsa odur bizim sorunumuz. Mağduriyeti ve mahrumiyeti kaldırmaktır aslolan, "Kürtlük" davası değil.
Önce sorunun adını doğru koyalım, dahası biz koyalım.
Sorun daire-i adalet sorunudur. Milletin yekvücut oluşunu sağlayan hamule budur. Bunu bozdunuz mu hamule dağılır. Temel çelişki Türk-Kürt çelişkisi değildir. Türk veya Kürt davası batıl bir cahiliye davasıdır. Her ikisi de gâvur ağzıdır. Bir geriye dönüş, imparatorluk vizyonundan düşüş, ilkel bir ihtiras ve daha çok alt kültür guruplarında görülen kabile didişmesidir. Uygar bir vizyonda bunlar aşılmıştır. Bu nedenle bizde temel çelişki dışarıda gâvur-gâvur olmayan, içeride daire-i adaletten çıkan-çıkmayan çelişkisidir. Yani adalet-zulüm çelişkisidir, eğer devlet adam gibi bir "adalet devleti" olsa hiçbir sorunumuz kalmaz; bundan hiç şüpheniz olmasın.
Her kim zalimse Türk olmuş ne yazar? Her kim mazlumsa Kürt olmuş ne fark eder? Her ikisi de senin kardeşin değil mi? Zalimi zulmünden, mağduru mezalimden kurtararak kardeşine yardımcı olmak zorunda değil misin? Öyle buyurmuyor mu Türkün de Kürdün de adını andığında elini göğsüne kadar götürerek salavat getirdiği Hz. peygamber?
Aksi halde Türk, Türk dedikçe, Kürt de Kürt dedikçe bir girdabın içine giriyor, görmüyor musunuz?
Bu gidişi tersine çevirmenin zamanı çoktan geldi de geçiyor.
Bu girdaptan çıkmanın yolu gâvurun ekmeğini yemekten vazgeçip topluca vuran bir sine yaratmaktan geçer. Bu sine Türkü de Kürdü de, Arabı da, Aleviyi de Sunniyi de içine alır. Çok sağlamdır, hiç kimse merak etmesin
Şu halde "Sen nesin?" diyene "Ben Türküm, Kürdüm, Ermeniyim, Rumum, hepsiyim. 1071'de savaşanım, 1452'de fethedenim, 1915'de Çanakkalede omuz omuza vuruşanım. Şu an orda yatanım. Birimiz yoksa diğerimiz de yok, hepimiz tek bir milletiz, tek bir sineyiz" neden demiyorsun?
"Saraybosna benim, Gümülcine benim, İstanbul benim, Diyarbakır benim, Batman benim, Erzurum benim, Kerkük benim, Süleymaniye benim, Bağdat benim, Şam benim, Kudüs benim, Fas benim, Tunus benim, Kahire benim, hepsi benim, sen kimsin?" diye neden haykırmıyorsun?
"Osmanlı da benim cumhuriyet de benim, Alparslan da benim Selahaddin de benim, Timur da benim Yıldırım da benim, Yavuz da benim Şah İsmail de benim, Abdülhamid de benim Mustafa Kemal de benim" diye neden meydan okumuyorsun? Seni sen yapan bunlar değil miydi? Günahıyla sevabıyla hepsi aynı ocakta tütmedi mi? Onların günahını veya sevabını dava etmenin artık ne manası var?
Bunları böyle demeyen gâvurun ekmeğini yiyordur; bu böyle biline.
Artık bu saatten sonra "Türk Türk" deyip duran, "Kürt Kürt" diye bağırıp çağıran, "Arap Arap" diye def çalıp oynayan gâvurun kılıcını sallıyordur; bu böyle biline.
Biz tek bir millet, tek bir ümmetiz.
Bu iki kavram bizim en esaslı "büyük bütünümüz" ve evrensel gücümüzdür. Bunlar bizim bölgesel siperimiz ve küresel sinemizdir. İçine daire-i adalete giren her millet, kavim, etnik köken, mezhep, meşrep girer. Ermeni de girer, Rum da girer, Süryanî de girer, İspanya'dan kaçarak daire-i adalete sığınan Yahudiler de girer, onların bugünkü torunları hain olmayan aileleri de girer. Sadece "gâvur olan" giremez.
Böylece bütün bunlar tek bir millet ve ümmet, bütün buralar da Evrensel Adalet ve Barış Yurdu (Daru's-Selâm) olur. Burası bizim büyük vatanımızdır. Anadolu ise bu büyük vatanın iç kalesidir.
Bunları akıp gelen tarihe, aidiyete, haysiyete ve medeniyete ait olmayanlar anlayamazlar. Onlar bunun ne demek olduğunu bilemezler. Yüzlerinde melâl, yüreklerinde celâdet yoktur. Bizler yıkılmış bir uygarlığın, gururu çiğnenmiş bir celâdetin, dağılmış bir büyük bütünün melâl yüzlü çocuklarıyız. Onların yüzüne bu melâl yakışmaz bile.
Evet, dokunsalar ağlayacak durumda olabiliriz. "Geçip giden varsa İslâm'ın şu çiğnenmiş diyarından" nice viraneler, yıkık damlar ve ot basmış evlerle karşılaşabilir. "Gaza namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar" görebilir&
Evet, bütün bunlara rağmen o sönmüş ateşi yeniden yakacağız. Ama külüne değil közüne talip olarak.
Bakın, eğer Türkler, Kürtler hepsi birer sinek olsalar vızıltısı İngiltere adasını sallar. Eğer Araplar birer kova su dökse İsrail'i sel alır. Milletlerimizi ve ümmetimizi yani bölgesel ve küresel gücümüzü harekete geçirip birer arı olsak vızıltımız Amerika kıtası yerinden oynatır. El ele verirsek evrensel bir güç yaratabiliriz. Bunun başka bir yolu yok, güç ve kudret böyle tecelli eder&
Yeryüzünde kendini adalete adayan bir millet daima bulunur. Bu hem tarihin yasası hem de Allah'ın sözüdür.
Onun için bu ocak tütmeli.
Sönmüş ateş yanmalı.
Üzerindeki en son ocak sönene kadar&
Şehadetleri dinin temeli olan ezanın ebediyen inlediği her yer bizim yurdumuzdur. Böyle söyler Türkün, Kürdün, Arabın bin yıldır birlikte kan ve can vererek ve "ciğerinden kamışla kan çekerek" dergâhın duvarlarına bir "Arnavut"un yazdığı özgürlük ve bağımsızlık manifestomuz, böyle söyler
Ey Türk ve Kürt!
Ey Arap ve Fars!
Ey Şiî ve Sunnî!
Tarihin kalbini dinle
Çok uzadı bu kış
Titre ve kendine dön!
Çok uzun süren
Bu derin uykudan uyan artık!
helal olsun yazana engin goruse guzel dille anlatmis