Konuya cevap cer

Said Nursi'nin (R.a) Ağlatan vefası


                         

Üstadın vefası



Vefa imandandır, vefası olmayanın imanı olmaz demiş söz  sahibi, ‘kıyamet gününde her vefasızın başına bir bayrak dikilir, bu  vefasızlık etmiştir diye alem halkına ilan edilir’ buyurur Alemin  Efendisi.    


Allah’a karşı vefa

Rasülüne karşı vefa

Üstadına karşı vefa

Sevenlerine karşı vefa  


Binbir rengi var vefanın. İmam Nursi bir vefa imamı.   Sadece insanlara karşı değil, sığındığı yüce dağlara, zikir arkadaşı ulu  çınarlara, kullandığı eşyalara karşı vefa imamı. Kim bilir Allah’a  karşı vefası nasıldı. Ona denk bir gönül bulunsa da bu gönül bestesinin  nağmesini bize duyurabilseydi ah ne olurdu. Ah ne olurdu O’nun Allah  Rasülüne karşı olan vefasını anlaya bilseydik. Söz tükenince sükut  haddini bilmektir...!      “ÜSTADIM GELECEK” DİYE BEKLEYEN BİR VEFA ÖRNEĞİ

İmam Bediüzzaman talebelerine “en yakın dost ve en  fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş  olmak iktiza eder” der ve öyle ederdi.


Ben Urfa’ya geleceğim beni orada bekle dediği için on yıl  orada “Üstadım gelecek” diye bekleyen bir vefa örneği şöyle derdi;  “Üstadımız hiç kimseyi incitmek istemediği gibi, eski sadık dostlarını  da hiç unutmaz, onları ne zaman hatırlarsa göz yaşı dökerdi. Onun  şefkatini ve dostlarına sadakatını bilmeyen azdır.”(1) 


İslam’a, Devlet-i Âliyye’ye, hilafet saltanatına, ezana,  Kur’ana, ecdad yadigarı şanlı maziyi şerefle temsil eden her şeye ihanet  edildiği bir dönemde bir avuç insan, kırık birkaç gönülle bir vefa  burcu dikmek için yola çıkmışlardı. Tek bir şiarları vardı, sadakat. Bir  tek dili konuşuyorlardı vefa. 

“Dahi nezrim bu ki bu can sana kurban olacak” diyen, canını o vefa sultanına kurban ediyordu ayrılık saatinde. 

Eğer ona vefa yolunda, ecel şerbeti içmek gerekirse, “Ya Rab Canımı al  Üstadıma zarar gelmesin” diyor hemen orada candan geçiyordu. 

Eğer lazım olsaydı o “vefa kafilesi” birer birer canlarını sunacaklardı. Asrın imamının önünde.  


Vefa kafilesi, Eskişehir’de sınandılar, Denizli’de  sınandılar,  Afyon’da sınandılar.  Hayatı bırakıp ölüme döndüler ama  sözlerinden dönmediler, Üstadlarının ardından çekilmediler.  Bir vefa  burcu diktiler tarihin önüne. Türk milletinin bin yıllık mazisine  yakışır bir vefa destanı yazdılar. Sabırla, çileyle, gözyaşına katık  olmuş dua ile. Geçen ecdadımız, ya da parlak bir istikbalde gelecek olan  neslimiz dönüp o günlere baktıkları zaman ‘tüh şu vefasız zamana’   diyeceklerken, yüz akımız oldular. Şerefimizi kurtardılar.      BEDİÜZZAMAN GÜNLERCE HAFIZ ALİ’NİN ARDINDAN AĞLADI


Hafız Ali üstadının hastalığını işitmiş, “Ya Rab üstadımın yerine beni al” diye dünyayı bırakıp berzaha gitmiş. 

Geride kalanlar anlattı:

"Denizli Hapishanesinin sıkıntı, meşakkat, rutubet ve betonunun insan  kanını bir sünger gibi emmesine dayanamayan İslâm köylü Hafız Ali  (Ergün) hastalandı ve vefat etti.


Çok zayıf ve nahifti, Allah yolunda, gurbet  hapishanesinde şehid olmuştu. Kıymetli bir Nur talebesi idi.  Hapishaneden beraet edip tahliyemizde, Üstadımızın ilk işi Denizli'nin  yeşillikler içindeki kabristanına gitmek oldu. Hafız Ali'nin kabri  başında Kur'ân okundu. Üstad hazin bir dua yaptı. Elini semaya kaldırdı.  'Bu şehid bir yıldızdır' dedi. O sırada gayr-i ihtiyarî başımızı  kaldırdığımızda, semada ışıl ışıl bir yıldız parlıyordu.”(2)    

Vefa sultanı Denizli hapsinden tahliye edildikten sonra  iki ay kadar şehri terk edip gidemedi.  Günlerce Hafız Ali’nin ardından  ağladı. “O büyük şehid, Denizli'yi bana sevdiriyor, daha buradan gitmek  istemiyorum” diyordu. 

Bu arada iki defa hapishaneye geldi. İçerdeki mahkûmları ziyaret edip,  görüşmek istedi. Fakat Deli Müdür razı olmadı, görüştürmedi.(3)    İÇERİDE NURLU ÜSTAD, SADIK BEY'İ AYAKTA BEKLİYORDU


Onu anlayamayanlar onun yüreğindeki sevgiyi  kıskanıyorlardı. Dünyayı kasıp kavuracak silahları icad etmişlerdi  gerçi, binlerce masumu yetim bırakacak yangınlar çıkarabiliyorlardı. Ama  İmam Nursi’nin etrafındaki vefa burcunu yıkamıyorlar, zeminin kalbine  saldığı sevgi çığlığını susturamıyorlardı. 

Şaşkındılar şaşkın kaldılar. Şaşkınlıklar içinde çaresizlikle Emirdağ’a sürgün ettiler. Günler akıp gitti bir süre.


Ve bir gün Denizli Hapsinin acılarını, sevinçlerini  kalbinde toplayıp gelen bir Bey’in o vefa  sultanının kapısına geldiğini  haber verdiler.


"İçeride Nurlu Üstad, Sadık Bey'i ayakta bekliyordu.  Sadık Bey ani ve çevik bir hareketle Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin  ayaklarına kapandı.  Sadık Bey hüngür hüngür ağlıyordu. Ilgaz dağlarının  namlı yiğidi Sadık Bey, Ulu Sultanın huzurlarında âdeta masum bir çocuk  olmuştu.


Üstad omuzlarından tutmuş; 'Kalk kardaşım Sadık Bey, kalk' diye kaldırmaya çalışıyordu ama ne mümkün!


"Evladım, Sadık Bey, kalk ayağa bana hakkını helâl et.  Sen bana Denizli hapsinde dokuz ay çorba pişirdin, bana hakkını helâl  et' diyordu.

Nice zaman sonra Sadık Bey ayağa kalktı,  kucaklaştılar,  bir kucaklaştılar ki, aman yâ Rabbim, ne muhabbet, ne samimiyet!” (4)          İKİ TATAR KADIN RİSALE-İ NUR KÜLLİYATINI YAZMAMA VESİLE OLDULAR


Bir gün huzuruna bir ziyaretçisini kabul etti. Ona sordu “Kardaşım sen hangi millettensin”


“Tatarım” dedi. Üstadım ben Tatarım!

Bu kelime çok uzaklara aldı götürdü Üstadı. 30-40 yıl öncesine.  Sibirya’nın soğuk kar çöllerinde, uzun ıssız gecelerinde esir kaldığı  yıllara:


"Bir zamanlar esarette iken, Kosturma'da iki ihtiyar  Tatar kadını, bir küçük pencereden benim yiyeceğimi getirip, bana yardım  ediyorlardı. Belki de onlar benim kurtulmama ve Risale-i Nur  Külliyatını yazmama vesile oldular. Bütün Tatar kabilelerini beş vakit  duama kabul etmişim. 


Hattâ 1948'de bana zehir veren Afyon savcısı da Tatar’dı.  Abdülvahid, sen neredeyse onu ara bul, mektup yaz. Cehennemin  azaplarını çekeceğimi bilsem, ondan hak talep etmeyeceğim. Hakkımı helâl  ettim.” (5)      

Aziz Üstadım! Sen bizleri affet! Seni ne dostlarına ne düşmanlarına hakkıyla tanıtamadık!


Feleğin kadri müsait olsaydı da seni anlatanlar senin soluğunu buzullara üfleyebilselerdi. Gül gülistana dönerdi kutuplar. 

Emanet ettiğin Nur tohumlarına, senin sevgin ile su verip vefayın  toprağına dikebilseydik eğer, ölmüş kalplerin gıdası olurdu bütün  satırlar!

Gurbet ne demek ona sormalı, gariplik ne demek o bilir elbet. Asırın garibi, kimsesizliği bilmez mi? 


“Bir tane çok fakir bir kadın vardı. Dokuz yaşında bir  çocukları ölmüştü. O çocuğun cenazesinin arkasından Bediüzzaman  Hazretleri kabre kadar gitmişti. Herkes ‘Bediüzzaman gidiyor’ diyordu.  Orada ben de görmüştüm.”(6)      BARLA’DAKİ ÇINAR AĞACINI GÖRÜR GÖRMEZ YAŞLAR BOŞALDI


Üstadın yaşadığı menzillere vefasının, madde-menfeat  kıskacı arasında sıkışıp kalan gönüllerce anlaşılması oldukça zor olsa  da anlamayı denemek yeni bir yolculuğa çıkmak değil midir? 


"Ben Barla'yı, Süleyman ve Tevfik gibi kardeşlerimi  unutamıyorum. Hayalen çok vakitlerde kendimi orada tahayyül ediyordum.  Ahir hayatımı da o mübarek yerde geçirmek isterdim ve bazı vakitte  Senirkent'te oturmak arzu ederdim. Fakat şimdilik ihtiyar elimde değil.  Isparta ve civarı benim için taşı toprağıyla mübarektir. Isparta'nın  Medreset'üz-Zehrâsı ise; umum Anadolu Üniversitesi ve alem-i İslâmın  darü'l-fünunu olacağını kuvvetle ümit ediyoruz. Onun için ben kabrimi o  havalide istiyorum.'   

Vefa sultanı olan Nur Üstad, ilk talebelerinin bulunduğu  Nurların telif merkezi olan Barla’yı 25 yıl kadar göremedi. Gözlerini  yummakla gündüzü gece yapacaklarını sananlar onu serbest bırakmamışlar  yıllar yılı zindan hücrelerinde ya da göz hapsinde tutmuşlardı. 


Yalancı fecrin doğduğu yıllarda yaşanan yarı aydınlık bir günde Barla’ya döndü: 

Barla’ya geldiğinde güzel bir bahar günüydü. Barla'daki talebelerinin  mühim bir kısmı Üstad'ı karşıladılar. Üstad, sekiz senelik ikâmetgahı  olan Medrese-i Nuriyesine yaklaşırken kendini tutamadı, mübarek  gözlerinden yaşlar boşandı. Haşmetli çınar ağacı da adeta kendisini  selâmlıyordu. Üstad, o mübarek çınar ağacına sarılmış hıçkırıklarla  ağlıyordu. Yanındaki talebeleri ve ahaliden kendisini yalnız  bırakmalarını istedi. Sonra, Nur Dershanesi olan odasına girdi ve iki  saat kadar kaldı, hazin ağlayışı dışarıdan işitiliyordu. (7)     VE 40 YILLIK KAŞIK VEFASI


 Üstadımız kullandığı eşyalarına karşı da vefalı davranırdı.

"Birgün Zübeyir, ortasından kırılmış bir kaşık getirdi. Bu kaşığı tamir  etmem için Üstad göndermişti. Kaşık alüminyum olduğu için kaynak  tutmuyordu. Kolayından gidip, on kuruşa bir çay kaşığı aldım, bunu  Üstada götürdüm. Üstad bana, 'Kardaşım sen bilmiyor musun? Bu kaşık  benim kırk yıllık arkadaşımdır' dedi. Bu defa çaresiz tekrar dükkâna  geldim. Küçük bir saç kestim kıvırdım ve kaşığı içine geçirip  iyice  sıkıştırdım. Sağlamlaşınca götürüp Üstada verdim. Çok memnun oldu ve bu  tamirat için bana yirmi beş kuruş verdi.”(8)  

Senin hatıralarına biz de vefa göstereceğiz Üstadım! Bu  hatıralar vefasını kaybetmiş bir dünyada bize can azığı olmaya devam  edecekler.


DİPNOTLAR:

1-Abdullah Yeğin, Necmeddin Şahiner, Son Şahitler. 1/377

2-Selahaddin Çelebi, Şahiner, 1/143

3-Hasan Değirmenci Gardiyan, Şahiner, c1.s.32

4-İsmail Fakazlı, Şahiner, 5/43

5-Abdülvahid Tabakçı, Eskişehir, Tatar’dır, Şahiner, 3/64

6-Zehra Dolmacı, Bediüzzaman’ı Gören Hanımlar, s. 108

7-tarihçe-i Hayat, s. 675

8-Abdullah gayretli oğlu, Emirdağ, kalaycı, şahiner, 4/21  


Ramazan Balcı  


www.risalehaber.com           


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst