Konuya cevap cer

Sual :


Küfre girmiş olanlar, çocukluktan  beri veya silsilesi küfür üzerinde bu zamana kadar gelmişse, faraza o  kişi kâfir bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ise, o kişi hakikati bulamsı  zor olmaz mı? Nasıl kasten ve bizzat hakikati takip etsin? Çeşitli  yalan propaganda ile aklı müşevveş haline getirilmişse, bu kişi fetret  ehli olabilir mi? Burda mesuliyetimiz var mı? Bu pislikten nasıl temiz  çıkabilirler? İnat oldukları için mi hakikati bulamıyorlar?


Cevab :



                     Evvelâ şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz. Hesap sormak, sigaya çekmek, ancak Allahü Azimüşşân'ın hakkıdır. Mahlûkatın O'na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.


    Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allahü Azimüşşân'dır. O Sultan-ı  Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O  Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak'ın bütün tasarrufları hakimane, rahîmâne  ve âdilânedir. Hiç kimse O'nun mahlûkatına O'ndan başka şefkatli ve  merhametli olamaz. Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları,  gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o  şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet  cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve  inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan  faydalanabilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz  eden Allahü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.


    Kader ve adaletle ilgili mes'elelerin tetkikinde bu hakikatin gözden  uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu  farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı  ayrı ayrı mes'eleleri, maişet noktasındaki değişik problemleri ve  nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı  bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil  olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri ahirette,  yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi'nde de beyân  buyurulduğu gibi zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada  görülecektir.


    Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse  birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hattâ bir kâfirin Müslüman'da  olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak  insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını  bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i  Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.

    Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete  iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır.  Anlaşılmayan mes'elelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve  öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev'i ibâdettir.


    Mesela, Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'inde: "Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder" (Bakara  Sûresi, 2:286.) buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif  etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği  veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek  başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara  çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir.


    Bu durum, Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.

    Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını  kazanacak kahır akıl ihsan etmiş, akıl hastalan ile sinn-i teklife  ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.


    Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim: Mevzu, dünyanın  ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir  insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı,  bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adaletin nasıl izah edilebileceği  idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerin  itikattaki imamları olan Mâtüridî'ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin  bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine  ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes'ul  değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı  Eş'arî'ye göre ise, böyle bir kimse Allah'a iman etmese de ehl-i  necattır. Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü  benimsemişlerdir. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili  olarak şu açıklamaları yapar:


    "Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan  kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan,  bozulmamış fıtratları kendilerini Allah'ı bilmeye ve birliğine inanmaya  götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mes'ul değildirler. Çünkü,  bu gibi hükümler, peygamberler taralından tebliğ edilmedikçe akılla  anlaşılamaz.


    Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin  gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir.  Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) arasında geçen  zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde  yaşayan kimseler denilir.


    Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya  geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen  bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm'ın sesi ulaşmayan  Huluslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.

    Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi  dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etmenin  bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre  sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a  imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân  etmemekten dolayı Cehennem'e konulmazlar. Nitekim, "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz", âyeti de bunu ifâde etmektedir.


    Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk'a iman etmek  yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ın bir olduğunu anlayabilir...  Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık  fikrine çarpan, hikmet ve san'atla yaratılmış binlerce eserleri görüp  dururken, bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması  caiz görülemez. Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise,  dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği  azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine  getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan  Allah'ı bilmenin terki mânâsına gelmez.


    Ehl-i fetret hakkında üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır: Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar.  Bil'ittifak, teferruattaki hattatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı  Şafiî ve İmam-ı Eş'arî'ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa,  yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal  dahi, ıttıla ile teklif takarrür eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman,  enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet  olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı  için hüccet olamaz. (Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 385.)


    Soru: Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?


    Cevap: Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali  Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı  Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman  olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:

    İnancıma göre, inşâallah Allahü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve  Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan  maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti  ulaşmayan Rum ve Türklerdir.


Bunlar üç kısımdır:


    a. Hazret-i Muhammed'in (S.A.V.) ismini hiç duymamış olanlar.


    b. Hz. Peygamber'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği  mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan  yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve  mülhidlerdir.


    c. Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz.  Peygamber'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini  duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber'i tâ küçüklüklerinden  beri "İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur"  şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın, 'Adı el-Mukaffa'  olan yalancının biri Allah'ın, kendisini peygamber olarak gönderdiğini  iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur' sözünü  duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubda olanların  durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber'in ismini, haiz bulunduğu  vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak  için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez. (İmam-ı Gazali,  İslâm'da Müsamaha^;Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 60-61)


    Bugün gerek Hristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde  İmam-ı Gazali Hazretleri'nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara  rastlamak mümkündür. Hıristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî  hayattan uzak ve Din-i Hakk'ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar  bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın  varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde  bulundukları hayat şartları ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini  bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti herşeyi  ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette  içinde bulundukları şartlarla mütenasip olacaktır.


    Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım:  İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet  ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler  bilirler ki, Asr-ı Saâdet'te Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) kapı  komşusu olan Yahudiler Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi  olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resulüllah'ın (S.A.V.) devrinde en  canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve  kâfirler vardı.


    Eğer Mekke'de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû  Cehil'in, Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) öz amcası Ebû Leheb'in de  Müslüman olması icab ederdi. Bilindiği gibi, Hz. İbrahim'in babası  Nemrud'un putçusuydu ve inkarcılardandı. Lût Aleyhisselâm'ın karısı, Nuh  Aleyhisselâm'ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan.  Firavun, Allah'ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musa (A.S.) onun  sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı da Allah'a  inanan bir kimseydi.


    Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun  kucağında bile olsa hidâyet nuruna kavuşur. Eğer bir kul hakka karşı kör  olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felâketten  kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler,  ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşlan İslâm'ı telkin  ederken, hâlâ İslâm'dan uzak ve Allah'tan gafil nice insanlar yok mudur?



Sorularla Risale


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst