Livza
Well-known member
Seneler var ki, Dâvud Aleyhisselâm’ın, "Yâ Rabb! Sana karşı nasıl gereğince şükredebilirim ki;
gönlümdeki Sana şükretme hissi dahi şükrü gerektiren ayrı bir nimettir!" deyişi ve Hammâdûn’un
Efendisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ey her varlığın diliyle kendisine şükredilen Allah'ım, biz
Sana hakkıyla şükredemedik." yakarışı en çok sevdiğim ve tekrar ettiğim söz incilerinden ikisidir.
Şükür ve hamd ufkunu gösteren bu ifadelerin muhtevasını gönlümde tam duymaktan hayli uzak
olsam da, Rahman u Rahim’in nimetlerinin enginliği ve benim o nimetler karşısındaki za’fım, aczim
ve liyakatsızlığım çoğu zaman, bir oksijen çadırı mahiyetindeki bu iki içdöküşün bağrına sığınmamı
zaruri kılıyor.
Maddî nimetler değil bahsini etmek istediğim.. aşa-ekmeğe, evlâd u ıyâle, içinde huzur bulunan
yuvaya; varlığa, sıhhate ve afiyete şükrü anlatmak da değil muradım. Hattâ bir adım ötede ve
her şeyin üstünde îmâna, irfana, rûhânî zevklere ve itmi’nâna şükretmek de değil kasdım. Asıl,
nimetlerin birer nimet olduğunu bilebilme, Allah Teâlâ’nın ihsanlarının farkında olabilme, ülfet ve
alışkanlık perdelerini yırtıp, ilâhî lûtufları görüp, hamd ve minnet hisleriyle dolabilme.. ve sonra
bütün o nimetlere şükürle mukabelede bulunma ve nihayet şükredebildiği için de şükretme.. işte
bu hazine ardına düşüp aradığım.
Cenab-ı Hakk'ın insanlara olan fazl u keremi, lûtf u ihsanı, bazen o insanların liyakatlarına binaen,
bazen de liyakat gözetilmeden verilir. Allah fazlından dilediğine dilediği kadar ihsan eder. O, bazı
insanlara, ekstradan çok büyük lûtuflarda da bulunur. Sahabe-i Kiram Efendilerimiz böyle bir
lûtfa mazhar olmuş; yektâ bir Nebi'ye, seçkin bir ümmet olarak gelmiş ve o Nebi'nin kendilerine
emanet ettiği vazifeyi bihakkın yerine getirmiş, o mazhariyete şükürlerini eda ederek yeni
lûtuflara kapılar aralamışlardır.
Allah Teâlâ, bugüne kadar bize de pek çok lûtuf ve ihsan bahşetmiştir. Onca handikap ve buhrana,
günümüzün zifiri dalâlet karanlıklarına rağmen, O’nun engin rahmet ve inayetiyle çok kısa
zamanda mahmur vicdanlar uyarılmış, binler-yüzbinler imanı aksiyona dönüştürmüş ve bir yeni
destan yazmaya durmuştur. Dünyanın dörtbir yanında kendine rağmen yaşayan, etrafına insanlık
dersi veren, her haliyle Allah’ın şahidi aydın simalar, renk renk çiçekler olarak yeryüzünü bir
gülistana çevirmişlerdir.
Zannediyorum, şu satırları okuyan herkes kendini az dinlese, Hakk’a kul olma heyecanının hasıl
ettiği bir çırpıntı duyacaktır gönlünde.. duygu, his ve düşüncelerinin kokusunu alabilse bir gül
râyihası hissedecektir çevresinde. En azından iç geçirecek, gözyaşlarının davetçisi olarak
dudaklarını az bükecek ve “Gül olamasam da güllere arkadaşlık (saksılık) etmiştim. Bu güzel koku
oradan...” diyecektir.
Evet, gül bahçesinde olmak, güllerle dostluk kurmak, -hem de bu devir de- gül yüzlü insanlar
tanımak çok büyük bir nimettir; bu nimeti duymak, his ve idrak etmek, vicdanen ona mukabelede
bulunmak ve O’nun Cenab-ı Hakk’dan olduğunu dile getirmek ise, hem o nimete karşı şükrün bir
tür edasıdır, hem de bize sık sık Allah'ı hatırlatması bakımından bir zikirdir.
Nerede ve hangi hal üzere olursak olalım, hiçbirimizin durumundan şikayet etmeye hakkı yoktur.
İçinde bulunduğumuz lûtuf ve ihsan dairesi bütün olumsuzlukların üzerini örtmeye ve bütün
eksikleri telâfi etmeye yetecek kadar geniştir, büyüktür. İhsan-ı ilâhî olarak önümüze çıkan nurlu
yolu görmüş ve sefere koyulmuşsak hayatımızın her karesine ebediyet mührü vurma fırsatını
yakalamışız demektir. Bu yolda hayat vardır, emniyet ve huzur vardır; bu yolun sonu da sonsuz
saadete varmaktadır. O halde, bu nimeti farketmeme bir mahrumiyet, farkedip şükür duygusuyla
dopdolu olmama bir nankörlük, yolun meşakkat ve sıkıntılarına takılıp kalmaksa bir aldanmışlıktır.
Cenab-ı Hakk’ın nimetleri karşısında bize düşen; vehmî bütün güç, kuvvet ve ihsan kaynaklarını bir
tarafa bırakarak her türlü lütûf ve nimetin Allah’tan geldiğini kabul ve itiraf etmek; bütün
iyilikleri, güzellikleri kısmet eden ve baştan sona sebepleri hazırlayanın O olduğunu her fırsatta
dile getirmek; gizli-açık bütün nimetleri, bu nimetlerden yararlanmayı Allah’tan bilip hayatı bu
anlayışa göre yönlendirilmek; her uzuv ve her latifeyi yaratılış gayesi istikametinde kullanmak ve
onlara mahsus kulluk vazifelerini yerine getirmek; yani, dil, kalb ve organların herbiriyle
şükretmektir. Dilin şükrünü evrâd u ezkâr, kalbin şükrünü yakîn ve istikamet, cevârihin şükrünü de
ibadet u tâat olarak yerine getirmektir.
Bir ayet-i kerimenin meâli şöyledir:
“Ve düşünün ki Rabbiniz şöyle i'lân buyurdu: Celâlim hakkı için, şükrederseniz elbette size (nimetlerimi) artırırım; fakat, eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki azâbım çok şiddetlidir.” (İbrahim Suresi, 14/7)
Miraç’la alakalı hadis-i şeriflerin birinde, Hz. Adem’in sağına bakınca tebessüm ettiği, sol
tarafına dönünce de ağladığı rivayet edilir. İnsanlığın babası bu halinin sebebini anlatırken der ki,
“Sağıma bakınca kulluğunun farkında çocuklarımı görüyor ve tebessüm ediyorum. Soluma bakınca
da, Hak’dan uzak torunlarımın çirkin durumana şahit oluyor ve ağlıyorum.” İşte Hz. Adem’in,
ekseriyetle yaramaz çocuklarını görüp ağladığı bir dönemde biz, hakiki insanlar, beşeriyetin yüzakı
başyüce şahsiyetler tanıdık. Kadını-erkeğiyle, genci-yaşlısıyla fazilet abidelerini aramızda
bulabileceğimiz salih bir dairede yaşama fırsatı yakaladık. Bu, şükrünü eda etmekten aciz
kalacağımız pek büyük bir nimettir. Evet, bu nimeti görememe bir körlük; gücümüz yettiğince
şükürle mukabelede bulunmama bir nankörlük; her güzelliğin Allah’a ait olduğunu, O’na karşı minnet
ve şükran borcumuzu her fırsatta dile getirmeme de bir küfran-ı nimettir.
Üzerimizde bulunan her şeyi Allah'tan bildiğimiz ve bunu hep hatırda tuttuğumuz takdirde -
inşaallah- bir kısım vartalara düşmekten kurtulur ve emniyet içinde ötelerin sahillerine ulaşırız.
Yoksa -hafizanallah- nimetleri göremez hale gelir, nankörlüğe düşeriz de, bu kötü hal Allah’ın
lûtfettiği nimetlerin kesilmesine sebebiyet verir.
Evet, Allah'ın ihsan buyurduğu nimetler, lütuflar sayılamayacak kadar çoktur; çoktur ama ülfet
ve ünsiyet kucağında büyüyen, gelişen ve cismaniyetine takılıp kalan insanoğlu, bunların kadr ü
kıymetini ancak elinden gittikten sonra anlar.
Ya Rabb! Biz kendimizi değiştirmedikçe Sen bizi değiştirmez; biz nimetleri Senden bilip
şükrettikçe Sen onları eksik etmezsin. Nimetlerini gönüllerimize duyur ya Rabbi. Bizi şükreden
kullarından eyle.
Osman Simsek
gönlümdeki Sana şükretme hissi dahi şükrü gerektiren ayrı bir nimettir!" deyişi ve Hammâdûn’un
Efendisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ey her varlığın diliyle kendisine şükredilen Allah'ım, biz
Sana hakkıyla şükredemedik." yakarışı en çok sevdiğim ve tekrar ettiğim söz incilerinden ikisidir.
Şükür ve hamd ufkunu gösteren bu ifadelerin muhtevasını gönlümde tam duymaktan hayli uzak
olsam da, Rahman u Rahim’in nimetlerinin enginliği ve benim o nimetler karşısındaki za’fım, aczim
ve liyakatsızlığım çoğu zaman, bir oksijen çadırı mahiyetindeki bu iki içdöküşün bağrına sığınmamı
zaruri kılıyor.
Maddî nimetler değil bahsini etmek istediğim.. aşa-ekmeğe, evlâd u ıyâle, içinde huzur bulunan
yuvaya; varlığa, sıhhate ve afiyete şükrü anlatmak da değil muradım. Hattâ bir adım ötede ve
her şeyin üstünde îmâna, irfana, rûhânî zevklere ve itmi’nâna şükretmek de değil kasdım. Asıl,
nimetlerin birer nimet olduğunu bilebilme, Allah Teâlâ’nın ihsanlarının farkında olabilme, ülfet ve
alışkanlık perdelerini yırtıp, ilâhî lûtufları görüp, hamd ve minnet hisleriyle dolabilme.. ve sonra
bütün o nimetlere şükürle mukabelede bulunma ve nihayet şükredebildiği için de şükretme.. işte
bu hazine ardına düşüp aradığım.
Cenab-ı Hakk'ın insanlara olan fazl u keremi, lûtf u ihsanı, bazen o insanların liyakatlarına binaen,
bazen de liyakat gözetilmeden verilir. Allah fazlından dilediğine dilediği kadar ihsan eder. O, bazı
insanlara, ekstradan çok büyük lûtuflarda da bulunur. Sahabe-i Kiram Efendilerimiz böyle bir
lûtfa mazhar olmuş; yektâ bir Nebi'ye, seçkin bir ümmet olarak gelmiş ve o Nebi'nin kendilerine
emanet ettiği vazifeyi bihakkın yerine getirmiş, o mazhariyete şükürlerini eda ederek yeni
lûtuflara kapılar aralamışlardır.
Allah Teâlâ, bugüne kadar bize de pek çok lûtuf ve ihsan bahşetmiştir. Onca handikap ve buhrana,
günümüzün zifiri dalâlet karanlıklarına rağmen, O’nun engin rahmet ve inayetiyle çok kısa
zamanda mahmur vicdanlar uyarılmış, binler-yüzbinler imanı aksiyona dönüştürmüş ve bir yeni
destan yazmaya durmuştur. Dünyanın dörtbir yanında kendine rağmen yaşayan, etrafına insanlık
dersi veren, her haliyle Allah’ın şahidi aydın simalar, renk renk çiçekler olarak yeryüzünü bir
gülistana çevirmişlerdir.
Zannediyorum, şu satırları okuyan herkes kendini az dinlese, Hakk’a kul olma heyecanının hasıl
ettiği bir çırpıntı duyacaktır gönlünde.. duygu, his ve düşüncelerinin kokusunu alabilse bir gül
râyihası hissedecektir çevresinde. En azından iç geçirecek, gözyaşlarının davetçisi olarak
dudaklarını az bükecek ve “Gül olamasam da güllere arkadaşlık (saksılık) etmiştim. Bu güzel koku
oradan...” diyecektir.
Evet, gül bahçesinde olmak, güllerle dostluk kurmak, -hem de bu devir de- gül yüzlü insanlar
tanımak çok büyük bir nimettir; bu nimeti duymak, his ve idrak etmek, vicdanen ona mukabelede
bulunmak ve O’nun Cenab-ı Hakk’dan olduğunu dile getirmek ise, hem o nimete karşı şükrün bir
tür edasıdır, hem de bize sık sık Allah'ı hatırlatması bakımından bir zikirdir.
Nerede ve hangi hal üzere olursak olalım, hiçbirimizin durumundan şikayet etmeye hakkı yoktur.
İçinde bulunduğumuz lûtuf ve ihsan dairesi bütün olumsuzlukların üzerini örtmeye ve bütün
eksikleri telâfi etmeye yetecek kadar geniştir, büyüktür. İhsan-ı ilâhî olarak önümüze çıkan nurlu
yolu görmüş ve sefere koyulmuşsak hayatımızın her karesine ebediyet mührü vurma fırsatını
yakalamışız demektir. Bu yolda hayat vardır, emniyet ve huzur vardır; bu yolun sonu da sonsuz
saadete varmaktadır. O halde, bu nimeti farketmeme bir mahrumiyet, farkedip şükür duygusuyla
dopdolu olmama bir nankörlük, yolun meşakkat ve sıkıntılarına takılıp kalmaksa bir aldanmışlıktır.
Cenab-ı Hakk’ın nimetleri karşısında bize düşen; vehmî bütün güç, kuvvet ve ihsan kaynaklarını bir
tarafa bırakarak her türlü lütûf ve nimetin Allah’tan geldiğini kabul ve itiraf etmek; bütün
iyilikleri, güzellikleri kısmet eden ve baştan sona sebepleri hazırlayanın O olduğunu her fırsatta
dile getirmek; gizli-açık bütün nimetleri, bu nimetlerden yararlanmayı Allah’tan bilip hayatı bu
anlayışa göre yönlendirilmek; her uzuv ve her latifeyi yaratılış gayesi istikametinde kullanmak ve
onlara mahsus kulluk vazifelerini yerine getirmek; yani, dil, kalb ve organların herbiriyle
şükretmektir. Dilin şükrünü evrâd u ezkâr, kalbin şükrünü yakîn ve istikamet, cevârihin şükrünü de
ibadet u tâat olarak yerine getirmektir.
Bir ayet-i kerimenin meâli şöyledir:
“Ve düşünün ki Rabbiniz şöyle i'lân buyurdu: Celâlim hakkı için, şükrederseniz elbette size (nimetlerimi) artırırım; fakat, eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki azâbım çok şiddetlidir.” (İbrahim Suresi, 14/7)
Miraç’la alakalı hadis-i şeriflerin birinde, Hz. Adem’in sağına bakınca tebessüm ettiği, sol
tarafına dönünce de ağladığı rivayet edilir. İnsanlığın babası bu halinin sebebini anlatırken der ki,
“Sağıma bakınca kulluğunun farkında çocuklarımı görüyor ve tebessüm ediyorum. Soluma bakınca
da, Hak’dan uzak torunlarımın çirkin durumana şahit oluyor ve ağlıyorum.” İşte Hz. Adem’in,
ekseriyetle yaramaz çocuklarını görüp ağladığı bir dönemde biz, hakiki insanlar, beşeriyetin yüzakı
başyüce şahsiyetler tanıdık. Kadını-erkeğiyle, genci-yaşlısıyla fazilet abidelerini aramızda
bulabileceğimiz salih bir dairede yaşama fırsatı yakaladık. Bu, şükrünü eda etmekten aciz
kalacağımız pek büyük bir nimettir. Evet, bu nimeti görememe bir körlük; gücümüz yettiğince
şükürle mukabelede bulunmama bir nankörlük; her güzelliğin Allah’a ait olduğunu, O’na karşı minnet
ve şükran borcumuzu her fırsatta dile getirmeme de bir küfran-ı nimettir.
Üzerimizde bulunan her şeyi Allah'tan bildiğimiz ve bunu hep hatırda tuttuğumuz takdirde -
inşaallah- bir kısım vartalara düşmekten kurtulur ve emniyet içinde ötelerin sahillerine ulaşırız.
Yoksa -hafizanallah- nimetleri göremez hale gelir, nankörlüğe düşeriz de, bu kötü hal Allah’ın
lûtfettiği nimetlerin kesilmesine sebebiyet verir.
Evet, Allah'ın ihsan buyurduğu nimetler, lütuflar sayılamayacak kadar çoktur; çoktur ama ülfet
ve ünsiyet kucağında büyüyen, gelişen ve cismaniyetine takılıp kalan insanoğlu, bunların kadr ü
kıymetini ancak elinden gittikten sonra anlar.
Ya Rabb! Biz kendimizi değiştirmedikçe Sen bizi değiştirmez; biz nimetleri Senden bilip
şükrettikçe Sen onları eksik etmezsin. Nimetlerini gönüllerimize duyur ya Rabbi. Bizi şükreden
kullarından eyle.
Osman Simsek
Son düzenleme: