Yemekler açık büfe, kitaplar kapalı!

molla_zehra

Well-known member
Önce çarşılar, dükkanlar, sonra evler azaldı… Kentler gitgide geride kaldı… Derken asfalt da bitti… Toprak yolla beraber, hayret, inanası gelmiyor insanın, yaprakları tozsuz, yemyeşil ağaçlar, ışıl ışıl dereler, neşeli kuşlar, tertemiz bir rüzgar başladı.

Köyüme yaklaşıyorum.

Daha küçücükken, çocuk aklımla bile farkına vardığım bir kavramın merkezine, büyük şehrine, o kavramın tam göbeğine geldim yine. Köyüm, memleketim, sadeliğin tam ortası… Eğer, ninem Konaklı Gelin yaşasaydı, odanın duvarına gömülü ocakta, odun isinden kararmış bir bakır cezveyle bana sütlü kahve yapacaktı. Ve zaman geçmeyecek, geçmeyecek, uyumak için herkesin yastığına başını koyacağı akşam sekiz bir türlü gelmeyecekti. Evet, akşam sekiz.

Düşününce buluyor insan, kentlerde, gece yarıları ne de çabuk oluyor. Ne de yetişmez işlerin telaşındayız… Ne de çetrefil. Ne de çok zaman tükettiğimiz halde nasıl da vaktimiz dar… Oysa köy, yani sadeliğin büyük şehri, önce zamanı hediye ediyor insana. Bölündükçe azalıyor çünkü her şey, insan bile…

Kesret, çokluk üzerine hiç okumamış, yazmamış biri değilim…

“Nedir çoğaldıkları? Çoğunlukla yalnızlıktan başka…” Bu cümle benim öz cümlem. Bu defa daha açık görüyorum, kesreti, çokluğu, kargaşanın bana ettiklerini.

Niye şimdi? Oyunların bir çoğu oynandı, yeniden oynamaya iştah kalmadı diye mi?

Hayır, kimse içimde yaşama sevincinin azaldığını iddia edemez, bilakis, gamlar çağını, yirmili yaşları geçtim, sadeliğin zamanlarına yaklaşıyorum… Ruhum, kalbime eskisinden büyük sözler fısıldıyor… Tam olarak duyamasam da, anlayamasam da böyle, hissediyorum… Merakların, hırsların yerini, acılara ve ayrılıklara dayanmanın sırları kaplıyor… İşte yine aynı sır… Sadelik.

Her şeyi görmek yerine bir şeye dikkatli bakmak, o daha iyi bakılan şeyde, bir çok şeyden daha fazlasını görmek demek…

Köy evimizin bana ayrılan odasında, çocukluğumun zamanın nasıl da hiç geçmediğini merak ettiğim gecelerini düşünerek uyumaya çalışıyorum. Artık ninem ve dedem yok. Evin büyükleri babaannem ve büyükbabam… Nasıl da geçti seneler… Şimdi onlar, küçüklüğümdeki ninem ve dedem yaşındalar, annem ve babam, o zamanki babaannem ve dedem kadar oldular, içeride kızkardeşimin tıpkı bana benzeyen oğlu uyuyor… Hani geçmiyordu zaman? Hani akşam sekiz, bir türlü olmuyordu?

Sabah, bir önceki günden beklenmeyen, aniden açan güneşin verdiği sevinçle yola çıktık… Zaten bir dağ köyü olan Osman Kadılar’dan yaylaya doğru… Gerede ve Mengen arasında dağlar… O dağların tepeleri… Uzun, upuzun ağaçlar, düz ve geniş gövdeli… “ Allahım, düşüncelerimi ağaçlar gibi yap… Kelimelerimi ağaçlar gibi yap… Duygularımı ağaçlar gibi yap…” Ağaçlar… Dedelerimin, çok değil bir iki yüz yıl içinde, gövdelerine yaslandıkları ve bu diyardan göçüp gittikleri ağaçlar… Hala ayakta, hala rüzgarlarla konuşup duran ağaçlar, hala Allahın koyduğu yerde… Şimdi onların altında ben düşünüp duruyorum… “İnsan, şu kainata bakar da, hiç bilmediği kalır mı?”

Kimsenin gelip geçmeyeceği bu yerlerde, bin bir çiçek açmış… Her birinin minicik yüzlerinde ince, narin, dev işlemeler… Büyük sanatkar Allah, en büyüğü hem de, sergisini açarken de cömert, ağaçlar için, kuşlar, arılar, dağlı mahlukat için de bu kadar çiçek seriyor, az boyamıyor, eksik boyamıyor, tam açıyor, çiçeğini de, baharını da, sergisini de…

Hem şaşırtıyor Allah hem de alıştırıyor… Göreni, baktığı an eğiten, seyircisini eğiten tek sanatkar Allah… Anlaşılmamak değil, anlaşılmak… Allah’ın sanatının temel özelliği… Dili çok sade Allah’ın… Peygamberlerine de aynı sade dille vahyediyor, onlar da aynı sadelikle kullarına aktarsınlar istiyor belli ki… “Basit” görünenin “yetersiz” olmadığını, “sade”nin “değersiz” ya da “eksik” olmadığını, fakat “yeter”in, “basit” ama “kâfi” olduğunu, asıl sanatın, en az harcayarak en çok üretmek olduğunu, yerli yerine koymanın en zor iş olduğunu bilelim istiyor sanırım… Döküp saçmamayı, israf etmemeyi, tüketmemeyi, bununla beraber, gereğini yapmayı ve hakkını vermeyi öğrenmemizi istiyor belki de… Bütün büyük düşünürlerin, bütün büyük sanatçıların, bütün büyük müelliflerin sanırım en benzer yanı da bu, ilahi bir sadelik… Dağlar, dağların dev ağaçları, derelerin suları, kuşların şarkıları, nefes aldığımız hava, ekmek gibi sade…

Dağda şarkı da söyledim… “Benim meskenim dağlardır, dağlar…”

“Şarkılar girmiş hayatınıza, şarkısız edemiyorsunuz” diyordu şair…

“Şarkılar seni söylemiyordu, seni söylemeyen şarkıları hiç söylemedim” derken ben daha çok gençtim… Acımasızdım… Dünyaya, kendime, aşka, insana dair, dolayısıyla Allah’a ait çok şeye karşı acımasız… Şimdi, seni söylemeyen bir şarkı var mı diye merak ediyorum… Söylesin insanlar şarkılarını, çünkü şarkılar güzel, çünkü şarkılar hatıra… Köyümde sabaha kadar susmadı kuşlar, şarkıların kıymetini yine senin kuşlarından öğrendim… Dünyanın en sade şarkıcılarından.

Yıldızlar da burada… Kentlerin yalancı ışıkları onları perdelemediği için daha yakın ve parlak görünüyorlar… Sabah erkenden yola çıkmam gerek, şehre, koşturmacaya, trafiğe, hava kirliliğine, apartmanlara, iş merkezlerine, plazalara doğru… Benim tatilim bu kadar… Yaz zaten dayanıksız… Ben, bütün kış bekledim gelsin diye, neredeyse bitmek üzere… Oysa kış, gücünü sadeliğinden alan heybetiyle geldi mi, içimize işlemeden gitmiyor… Yaz günleri daha uzun, doğru, fakat onlar kış günlerinden daha çabuk tükeniyor… Demek, şu sadelikte böyle de büyük bir güç var.

Şehre dönerken, tatil köylerinde küçük bir terslik olduğunu düşündüm… Yemekler açık büfe, fakat kitaplar kapalı… Galiba bu tatil işini de fazla sulandırmamak gerek…

Hele suyu havuzlara doldurmak… Deniz duygusunu daraltmak… Dağlara açılamayan, denizlere açılmayan, kitap sayfaları açılmayan, kalabalık, yani sade, yani açık olmayan ne varsa, sanata da, insana da, bilime de, Allah’a da kapalı mı yoksa?

CİHAT ZAFER
 
Üst