Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 383
Bu uzun macerayı, ihtiyarlığımın rica kapıları içinde derci, adeta ihtiyarımla olmadı. İstemiyordum, belki usandıracak diye çekiniyordum. Fakat bana yazdırıldı diyebilirim. Her neyse, sadede dönüyorum.
Saç ve sakalımdaki beyaz kılların ve bir vefâdârın sadakatsizliği neticesinde o şâşaalı ve zâhiren tatlı ve süslü İstanbul’un hayat-ı dünyeviyesinin ezvâkından bana bir nefret geldi. Nefis, meftun olduğu ezvâkın yerinde mânevî ezvâk aradı. Bu ehl-i gafletin nazarında soğuk ve ağır ve nâhoş görünen ihtiyarlıkta bir teselli, bir nur istedi. Felillâhilhamd, Cenâb-ı Hakka yüz bin şükür olsun, bütün o hakikatsiz, tatsız, akıbetsiz ezvâk-ı dünyeviye yerine, hakikî, daimî ve tatlı ezvâk-ı imaniyeyi Lâ ilâhe illâ Hû’da ve nur-u tevhidde bulduğum gibi, ehl-i gafletin nazarında soğuk ve sakîl görünen ihtiyarlığı, o nur-u tevhidle çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm.
Ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem sizlerde iman var ve madem imanı ışıklandıran ve inkişaf ettiren namaz ve niyaz var. İhtiyarlığınıza ebedî bir gençlik nazarıyla bakabilirsiniz. Çünkü onunla ebedî bir gençlik kazanabilirsiniz. Hakikî soğuk ve sakîl ve çirkin ve zulmetli ve elemli olan ihtiyarlık ise, ehl-i dalâletin ihtiyarlıklarıdır, belki de onların gençlikleridir. Onlar ağlamalı, onlar “Vâ esefâ, vâ hasretâ!” demeli. Sizler, ey muhterem imanlı ihtiyarlar, “Elhamdü lillâhi alâ külli hal” deyip mesrurâne şükretmelisiniz.
ON İKİNCİ RİCA
Bir zaman, Isparta vilâyetinin Barla nahiyesinde, nefiy namı altında işkenceli bir esaretle, yalnız ve kimsesiz, bir köyde ihtilâttan ve muhabereden men edilmiş bir vaziyette, hem hastalık, hem ihtiyarlık, hem gurbet içinde gayet perişan bir halde iken, Cenâb-ı Hak kemâl-i merhametinden, Kur’ân-ı Hakîmin nüktelerine,
Barla: (bk. bilgiler) | Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah |
Elhamdü lillâhi alâ külli hal: her hâl ve durumda Allah’a hamd olsun | Isparta: (bk. bilgiler) |
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân | Lâ ilâhe illâ Hû: Allah’tan başka ilâh yoktur |
akıbetsiz: sonuçsuz | daimî: sürekli, devamlı |
derc: yerleştirme | ebedî: sonsuz |
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler | ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar |
elemli: acıklı, üzücü | esaret: esirlik, tutsaklık |
ezvâk: zevkler, lezzetler | ezvâk-ı dünyeviye: dünyaya ait zevkler |
ezvâk-ı imaniye: imanın verdiği zevk ve mânevî lezzetler | felillâhilhamd: Allah’a hamd olsun! |
gurbet: gariplik, yabancılık; yabancı memlekette olma | hakikatsiz: asılsız, bir gerçeğe dayanmayan |
hakikî: gerçek | hararetli: sıcak |
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı | ihtilât: insanlarla diyalog kurma |
ihtiyar: irade, istek | ihtiyare: yaşlı kadın |
inkişaf ettiren: ortaya çıkaran | kemâl-i merhamet: mükemmel ve kusursuz şefkat |
meftun: düşkün | men etmek: yasaklamak |
mesrurâne: sevinçli bir şekilde | muhabere: haberleşme |
muhterem: hürmete lâyık | nahiye: bucak |
nazar: bakış, görüş | nefis: insanı daima kötülüğe, haram olan zevk ve isteklere sevk eden duygu |
nefiy: sürgün | neticesinde: sonucunda |
niyaz: dua, yalvarma | nur: aydınlık, ışık |
nur-u tevhid: Allah’ın birliğini kabul etmekle elde edilen nur | nâhoş: hoşa gitmeyen |
nükte: ince anlamlı söz | rica: ümit |
sadakatsizlik: sadakate, bağlılığa ters hareket etmek | sadede dönmek: asıl konuya dönmek |
sakîl: çirkin, ağır | vaziyet: durum, hâl |
vefâdâr: vefâlı olan | vilâyet: il |
vâ esefâ, vâ hasretâ: “Esefler olsun/yazıklar olsun” anlamında bir ifade | zulmetli: karanlıklı |
zâhiren: dış görünüş itibariyle | İstanbul: (bk. bilgiler) |
şâşaalı: gösterişli, göz alıcı | şükür: Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme |
<TBODY>
</TBODY>